İnsanı en güzel şekilde yaratıp1 türlü nîmetlerle donatan Allah Teâlâ, kullarını Kendisini (cc) tanımak ve Kendisine ibâdet etmekle mükellef kılmıştır.2 İnsanın yaratılışının en temel gâyesini göz önünde bulundurduğumuzda, gelişigüzel, kontrolsüz ve şehevâta tâbî olan bir yaşam biçimini benimsemesinin ne denli derin bir yanlış olacağını fark edebiliriz. İnsan yaratıcısına îmân ederek mü’min, îmânını tüm zerrelerine işleyerek Allah ve Rasûlü’ne kayıtsız ve şartsız teslîm olmasıyla da Müslüman adını alır. Müslümanın ise her şart ve durumda aslâ kaymayan bir ekseni, dengesini bozmayan sâbit bir duruşu ve şuuru vardır. Sarsılmaz ekseni Kur’ân ve sünnettir. Tüm eylemlerini Kur’ân ve sünnet süzgecinden geçirerek, îman ve İslâm ekseninden kayma tehlikesine karşı kendini korumaya alır.
Bir kelâm-ı kibarda “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.”3 denilmektedir. Günümüz Müslümanlarının yaşamlarına bakacak olursak bu hakîkatin vücut bulduğuna üzülerek şâhit olmaktayız. Îmânın gereklerini yerine getirmekten âciz olanların, yaşadığı hâli/durumu bir İslâm (din) olarak telakkî etmesi nefsinin aldatmacasından başka bir şey olmamaktadır. Bu çarpıklığın aslında bir bilgi eksikliği kaynaklı olmadığı, sâdece hevâ ve arzunun baskın çıkmasından kaynaklanmış olması âşikârdır. Maalesef pek çok günâhın günah olduğu bilindiği halde yaşam standardından/lüksünden/rahatından tâviz vermemek adına günâhı görmezden gelme hâli yaygınlaşmış durumdadır. Mevzu dindarlık olduğunda ise mangalda köz bırakılmadığı da ayrı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Eksene Kur’ân ve sünnetin alınmadığı bir hayatta îman, amel ve ahlâk alanlarında ciddî sapmaların meydana gelmesi kaçınılmazdır.
Îmânî Açıdan Eksen Kayması
Yıllarca Kur’ân ve sünnetin hâkim olduğu Anadolu topraklarında, Kur’ân’ın ve sünnetin ayrılmaz bütünlüğünü hedef alan söylemlere şâhit olmaktayız. Sevgili Peygamberimiz’in sünnetini devre dışı bırakarak sâdece Kur’ân’ın yeteceği iddiasının günümüz Müslümanını getirdiği en acı netîcelerinden birisi de deizm sapkınlığına sürüklenmek olabilir. Sünnetin kuşatıcı, açıklayıcı ve aydınlatıcı iksirinden mahrûm olarak Kur’ân’ı anlamaya yönelişler kısır bir döngüye ve nefsânî arzuları Kelâmullâh’a söyletme çabasına sevk eder. Kur’ân’ı anlamaya çalışırken bütünüyle sünneti/hadisleri uydurulmuş veriler olarak görme hastalığına yakalanmış olmak, kişiyi, peygambere gerek duyulmayan bir inanca sürükleyebilir. Böyle bir inanışın netîcesi de deizmde olduğu gibi; “Tamam Allah var. Beni ve kâinâtı yarattı ancak beni kendi hâlime bıraktı. Eylemlerime ve yaşantıma karışmaz” sapkınlığına sevk edebilir. Buna ek olarak, evrim teorisinin Kur’ân’a uygun olduğunu iddia etmeyi ve kader ve kazânın îmânın esaslarından olmadığı düşüncesini savunmayı îmânî anlamdaki eksen kaymaları olarak görebilmemiz mümkündür. Îmân etmiş olmak, Sevgili Peygamberimiz’in rehberliğinde Allah Teâlâ’nın son din olarak gönderdiği İslâm’a -özellikle îmânî konularda- nedensiz ve niçinsiz teslîm olabilmeyi gerektirir.
Amelî Açıdan Eksen Kayması
İslâm’ın üçlü sacayağından ikincisi hiç şüphesiz amel kısmıdır. Sağlam bir îmânın dışarıya tezâhürü olarak da görebileceğimiz ameller belli ölçü ve kâidelere bağlanmıştır. Yâni kişisel zevk ve hırslar netîcesinde şekilden şekile sokulamayacağı gibi amaçlarını değiştirmek de mümkün değildir. Amellerin zirvesini teşkîl eden farzları icrâ etmek çok büyük bir sevâba vesîleyken terk etmek günâha sebeptir. Farzları ve haramları kasden inkâr etmek kişiyi küfre sürüklemektedir.
Günümüzde Müslümanların çetin sınav verdiği konuların başında farzların îfâsı, haramların terki gelmektedir. Farzı îfâ edip haramları terk etmek sekülerizm/dünyevîleşme sarmalına takılmış olan kişiye ağır gelebilmektedir. Çünkü ibâdet ve verâ çeşitli zevklerden, lüksten, rahatlıktan bir fedâkârlık ister. Seküler insanın vazgeçemeyeceği (haram) zevkler aslında dünyâda mânevî ölüme, âhirette azâba sebep olur. Sevgili Peygamberimiz: “Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; cennet ise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmıştır.”4
Yukarıda da belirttiğimiz gibi günümüzde pek çok Müslüman harâmı haram olduğunu bilmediği için işliyor değildir. Aksine bildiği halde haramlardan kaçınacak hassâsiyeti göstermemektedir. Örneğin fâizin haram olduğunu ben Müslümanım diyen hemen herkes bilmektedir. Ancak fâizden gelecek sözde menfaatin cezbesine kapılarak Allah Teâlâ’nın kesin bir dille yasakladığı fâize rahatlıkla bulaşabilmektedir. Oysa ki Yüce Rabbimiz başka hiçbir günah için kullanmadığı tâbiri fâiz için kullanmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Fâiz yiyenler, şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların, ‘Alım satım da tıpkı fâiz gibidir.’ demeleri yüzündendir. Hâlbuki Allah, alım satımı helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allâh'a kalmıştır. Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.”5 Kur’ân’dakabirlerden şeytan çarpmış gibi kalkma nitelemesi başka hiçbir günah için kullanılmamıştır. Bu kadar ağır bir ihtâra muhâtab olan Müslüman aslâ fâize bulaşmaması gerekirken “çağın gereksinimi, nasıl geçinelim, nasıl ev/araba vs. alalım?” bahanelerine sığınarak kendisini avutmaktadır. Başka bir deyişle, inandığı gibi yaşamaya değil yaşadığı gibi inanmaya kendini zorlamaktadır. Bu durum Müslümanda ciddî bir eksen kaymasına işârettir.
Yine beş vakit namazın farz olduğu tüm müslümanlar tarafından bilinmektedir. Ne yazık ki dünyevî pek çok bahaneler silsilesi ileri sürülerek, Kur’ân’da seksenden fazla âyette emredilen ilâhî buyruğa gereken titizlik gösterilmemektedir. Ya sâdece Cuma namazlarıyla yetinilmekte ya da hepten terk edilmektedir. Peygamberimizin (sav) dînin direği6 ve gözünün nûru7 olarak tanımladığı namaza bir Müslümanın ihmâlkâr davranması düşünülemez. Bu durum diğer farz olan ibâdetlerde de geçerlidir.
Moda ile ilâhî buyrukların karşı karşıya geldiği günümüzde âyet ve hadislerdeki buyruklar yerine modadan yana tavır alan kişileri görmek üzüntü vericidir. Pek çok örnek vermek mümkün olabilmekle berâber makâlemizi uzatmamak için sâdece “tesettür” konusuna bakmamız yeterlidir. Tesettür modellerinin pek çoğu Allah Teâlâ’nın Nûr Sûresi 31. âyette târif buyurduğu ana kıstaslarla çelişir durumdadır. Tesettürlüyle ‘giyinmiş çıplakların’8 arasında temel farklar bulunmaktadır. Giyilen kıyâfet bol olmalı yâni vücûdun hatlarını belirgin kılmamalı. Daracık kıyâfetlerin aslâ tesettür olmadığını hatırdan çıkarmamalıdır. Vücûdun ten rengini belli etmeyecek kalınlıkta olmalı, şeffaf olmamalıdır. Başörtüleri yakalara kadar inmeli, saçlar başın üst kısmında topuz yapılmamalıdır. Kalbi Allah ve Rasûl sevdâsıyla dolu her bir mü’min-mü’minenin tereddüt etmeden kabûl edeceği bir hadîs-i şerifte Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: “Ateş ehlinden iki sınıf vardır, henüz onları görmedim: Yanlarında sığırkuyruğu gibi bir şeyler taşıyıp onu insanlara vuran insanlar; giyinmiş, çıplak kadınlar ki bunlar Allâh'a tâatten dışarı çıkmışlardır. Bunlar, başkalarını da baştan çıkarırlar. Başları deve hörgücü gibidir. Bu kadınlar cennete girmek şöyle dursun, kokusunu dahi almazlar. Hâlbuki onun kokusu şu kadar uzak mesâfeden duyulur.”9 Bu hakîkatler ortadayken tesettürü dînin konusu olmaktan çıkartıp modanın ve câzibeli görünmenin konusu hâline getirmek eksen kayması değildir de nedir?
Müslümanların toplantı, düğün ve merâsimlerinde haremlik-selâmlığa karşı her geçen gün artan hassâsiyetsizliğini, Peygamberimizin hanımlarına bile ancak perde arkasından görüşme müsâadesi verilmesi10 olgusuyla mukâyese edecek olursak dejenerasyonun büyüklüğünü fark etmiş oluruz. Erkek olsun kadın olsun, İslâm’ın getirmiş olduğu âdâb-ı muaşeret kıstaslarını bir Müslüman olarak görmezden gelmemelidir. Düğün vb. tüm merâsimlerimizde Hristiyan âlemine benzeyişlerden sakınmak gerekmektedir.
Ahlâkî Açıdan Eksen Kayması
Yapılan ibâdetlerin kabûl olup olmadığının ibâdet-ahlâk ilişkisi üzerinden belirlenebileceğine dâir yorumlar yapanlar olmuştur. İbâdetler bir ağaca benzetilmiş, güzel ahlâk ise o ağacın meyveleri olarak görülmüştür. Meyve ağacı ne kadar bakımlıysa meyveleri de o kadar bol ve kaliteli olacaktır. İbâdetler bihakkın îfâ edilmişlerse insanın ahlâkında güzelleşmelerin meydana geleceği dile getirilmiştir. Efendimiz’in (sav) “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim”11 buyruğu meselenin önemini izah etmesi bakımından çok önemlidir.
Ahlâkı, bireyin olduğu kadar toplumunun da görünen yüzü olarak kabûl edebiliriz. Kişi ahlâkının güzelliği ölçüsünce sevilir ve itibar görür. Bir toplumda da ahlâkî erdemler ne denli yüksekse o toplumun o kadar iyi bir toplum olduğundan söz edilebilir. Bunun aksi durumu ise bireyi ve toplumu dünyevî ve uhrevî pek çok sorunla karşı karşıya bırakacaktır.
Sevgili Peygamberimiz’in (sav) arda bıraktığı en büyük mîraslarından birisi güzel ahlâkıdır. O’nu her alanda örnek alması gereken bizler bilerek ya da bilmeyerek ahlâk pusulasında sapmalar meydana getirdik. Güzel ahlâklı olmak ana-babaya ihsan ve izzeti gerektirirken günümüzde bizler huzur evlerinin sayılarını arttırdık. Güzel ahlâklı olmak büyüklere saygıyı öğütlerken bizler toplu taşıma araçlarında bile yaşlı ve hastaları görmezden gelmeye başladık. Güzel ahlâklı olabilmek için sağ elin verdiğini sol elin dahi bilmemesi gerekir diye öğretildi bize, ama biz fakirlere, yetimlere ve ihtiyaç sâhiplerine yaptığımız yardımlar üzerinden şöhret sâhibi olma şehvetine mağlûb olduk. Yaptığımız küçücük yardımları sosyal medyada büyük harflerle yazıp paylaşım üzerine paylaşım yapmayı bir şey zannettik. Her fırsatta adâletten dem vurup Hz. Ömer’i örnek gösterdik lâkin liyâkati öteleyip, en basit işlere girebilmek ya da kişi yerleştirmek için bir referanstan (!) diğerine koşar olduk. Güzel ahlâklı olmak ne pahasına olursa olsun verdiği sözü yerine getirmeyi salık verirken bizler verdiğimiz sözleri yerine getirmeyi unutmak şöyle dursun, kaç tâne verilmiş sözümüz var sayılarını unuttuk. Dışarıda hiç tanımadığımız kişilere gösterdiğimiz nezâketi ve anlayışı eşimize ve çocuklarımıza çok görür olduk.
Bütün bu örnekleri artırmamız mümkündür. Kişi zaman zaman kendisine de şöyle uzaktan bir bakmalı, ahlâkî yapısının ne durumda olduğunu objektif bir gözle analiz etmelidir. Üsve-i hasenemiz olan Peygamberimiz’e (sav) ahlâkî benzerliğimizin hangi boyutta olduğunun tâkibini yapmamız son derece önemlidir. Ahlâkî açıdan eksen kayması yaşamamak için gayret etmek, her müslümanın derdi hâline gelmelidir.
Sonuç
Netîce îtibâriyle; insan îmân ederek Allâh’ın muhâtab (mükellef) aldığı bir kul hâline gelir. İbâdetlerle O’na yaklaşmaya devâm eder. Güzel ahlâkıyla O’nun kâmil bir kulu oluverir. Bütün bu yolculukta usûlünün ve üslûbunun Kur’ân ve sünnet ekseninde olmasına dikkat etmelidir. Nitekim vahyi ve sünneti rehber edinmeyen tüm hayatlar İslâm’ın dışında bir yolda seyr u sefer ederler. Böyle kişiler hâl-i hazırda nasıl yaşıyorsalar öylece îman telakkîsi geliştirirler ki bu da karada kayıkla kürek çekerek yol almaya benzer. Sapmalara ve savrulmalara karşı insanlığın yeniden Allâh’ın ipine sıkıca sarılmaktan başka bir çâresi olmadığı âşikârdır. Bunun ilk merhalesi de kanâatimizce Müslüman kimliği taşıyan kişilerin îmanlarını, ibâdetlerini ve ahlâklarını yeniden gözden geçirmesidir. Zîrâ İlâhî Kelâm: “Ey îmân edenler îmân edin”12 buyurmaktadır.
Dipnotlar
1 Tîn, 95/4.
2 Zâriyât, 51/56.
3 Bu söz Hz. Ömer’e, Hz. Ali’ye ve Hz. Mevlânâ’ya nisbet ediliyorsa da kime âit olduğu kesin olarak bilinememektedir.
4 Buhârî, Rikak 28; Müslim, Cennet 1.
5 Bakara, 2/275.
6 Tirmizî, Îman, 8.
7 Nesâî, İşretu'n Nisâ 1.
8 Müslim, Cennet 53.
9 Müslim, Cennet 53.
10 Ahzab, 33/53.
11 Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed b. Hanbel, 2/381.
12 Nisâ, 4/136.
Ekim 2019, sayfa no: 18-19-20-21-22
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak