Ne garip değil mi?
İnsan indirildiği bu yeryüzünde mütemâdiyen içten dışa çevresini, tabiatı ve insanları gözlemlerken sâdece bununla yetinmemesi gerektiğini hissedip eşyânın ardındaki sırra da dikmiş gözünü.
Ve yine garip…
Dışında aradığı bütün sualleri de yine kendinde kendi kodlarının ortaya çıkışı ile bulmuş. İnsan düşündükçe, aklettikçe sırra yaklaşan ve yaklaştığı nisbette Hakkın kendinde açığı çıktığı bir varlık.
Kolay değil elbette bu süreç. Çünkü insan kendindeki ilâhî öze işbu görünenin ardındaki hakîkate evrilmekle erişiyor. Tabiat ve âlem; bir varlık anlayışı olarak ilim, kültür, san’at ve tezyînatla, en önemlisi de bu evrilmede incelen aklın rûha dönüşmesiyle düşünce, felsefe ve hikmete dönüşüyor. Vahşîliği idrâk eden insanın medeniyeti vâr etmesi daha doğrusu medeniyyet ile vâr olması kadîm bir seyr.
Aslında âlemin en seçkin varlığı insanı diğerlerinden ayıran en belirgin husûsiyet de işbu evrilme mâcerâsı aslında. Haksızlıktan adâlete seyr.. yanlışlıktan doğruluğa.. çirkinlikten güzelliğe… fevrîlikten sâkinliğe... vefâsızlıktan kadirşinaslığa… ihânetten sadâkate... kibirden mütevâzılığa… mahrûm etmekten ihsâna, cimrilikten ikrâma, zulüm ve cefâdan af ve merhamete… dedikodudan, sırları muhafaza etmeye… kötülükten iyiliğe ve en önemlisi de düşmanlıktan dostluğa evrilmeyi başardığı nisbette insan seçkinler derecesine ulaşıyor. İnsan olmayı hak ediyor.
İşte bütün zorluk da burada dostlar. Eğer biriyle aramız kötü ise biz henüz yeterince iyi olmayı başaramadığımız içindir. Sâdece sana iyilik edene iyilik edeceğini… Sâdece senin hukûkunu koruyanın hukûkunu koruyacağını… Sâdece sana gelene gideceğini.. Sana verene vereceğini, seni acıtanı acıtacağını, seni terk edeni terk edeceğini, seni seveni seveceğini kim söyledi ki sana?
Hayvanlar da böyledir zîrâ, kendisini okşayana sürünür, canını yakana mukâbele eder.
İnsan başka bir şey…
İnsan başka bir şey…
Bilge Kral Aliya demiş ki: “Savaş, düşmana benzediğiniz anda kaybedilir!”
Düşmana benzemek!
Ârifler her vakit, insana değil davranışlarına atıfta bulunmuşlar. Benliği parçalanmış insanın sergilediği yalan, hîle, zulüm, iftirâ, aldatma, kalp kırma, nankörlük, arkadan karalama, sözünde durmama, istismar ve sayamayacağımız pek çok fenâ haslet ne yazık ki kemâle ulaşmamış bütün insanları her an yoklayacak hastalıklar. Bunlar hiçbirimize uzak değil, Allah muhafaza etsin. Sanırım asıl hüner ve hikmet de burada.. Bize bu kabîl davranışları sergileyenlere aynıyla mukâbele edip “onlara benzemek” değil, bir hekim hassâsiyeti ile yüksek bir akıl ve gönülle onlara yaklaşmak ve mukâbele etmek.
Sizi kötülemiş… Övmeniz sizin değerinizden bir şey eksiltmez. Size vurmuş, sizi aldatmış, istismâr etmiş, canınızı yakmış… Af ve merhametle bakmanız, belli bir mesâfede hukûkunu korumanız size bir şey kaybettirmez. Nefret nefreti, kibir kibri, hased hasedi, terk terki, düşmanlık düşmanlığı getirseydi insanlık nerede olurdu?
En azından Sevgili Peygamberimiz (as) bu konuda bize örnek. “Allâh'ım başımı yaranları ıslâh eyle… dişimi kıranları ıslâh eyle… Onlar bilmiyorlar… bilselerdi yapmazlardı… “ duâsı ile mukâbele eden Yüce Peygamberin ümmetiyiz. Asıl vârisleridir ki, işbu ahlâk ile ahlâklanıp çevrelerini ve insanları da ıslah ve terbiye ederek, “benî isrâil peygamberleri” mesâbesinde durmuşlar. Son Nebî Hazret-i Muhammed’e (sav) ümmet ve vâris olan bir ecdâdın ve medeniyetin çocuklarıyız. Ecdâd bu verâset ilmini "Tasavvuf Mektebi" ile sistemleştirmiş ve insanı bütün mâcerâsıyla kendi mecrâsına ulaştırmayı gâye edinmiş.
“Yaradılanı, Yaradandan ötürü hoş görmek” kuru bir ifâde değil; insanlardaki ârızî durumları idâre etmek, anlayışla karşılamak demek. Zîrâ ham ervah henüz tamamlanmamış iken varlığında bütün ârızî halleri bulundurabilir. İnsandaki nezâketsizliği, çiğliği, görgüsüzlüğü, vefâsızlığı, yalancılığı, hırsı, arkadan vurmayı, iftirâyı ve aklınıza gelebilecek her türlü vahşîliği gözümüzde ve gönlümüzde fazla büyütmemeyi öğrendiğimiz gün sanırım insanlık yolunda ilk adımı atmış olacağız dostlar. Elbette bunlarla karşılaşmak bizi şaşırtabilir, sarsabilir, tökezletebilir, bize zarar verebilir, hayâtı zehir edebilir, cehennem yaşatmış olabilir…
Fakat burada asl olan “düşmana benzememektir!”
Peki nasıl?
Ben çok mu biliyorum sanki herkes kendisine yakışanı gâyet iyi biliyor dostlar.
Lâfı yine uzattım… Oysa “Dante’ye İlâhî Komedya’yı Anlatmak” tablosu hakkında üç-beş şey söylemekti niyetim, o da artık kalsın başka sabaha…
Son söz mü?
Dedemizden:
"Kerem kıl kesme sultânım keremin bî-nevâlardan
Kerem-kâne yakışır mı kerem kesmek gedâlardan"
Cümleye kadirşinaslıkla.
Mart 2018, sayfa no: 50-51
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak