Ara

Dünyânın İki Hâli: Bir Varmış Bir Yokmuş

Dünyânın İki Hâli: Bir Varmış Bir Yokmuş

Dünyânın İki Hâli: Bir Varmış Bir Yokmuş
Mehmet Talha Odabaşı

Sabır Ya Da Şükür

İnsan dünyâda dinen mükellef olduğu andan îtibâren ölünceye kadar Allah Teâlâ’nın emrettiklerini yapması ve yasaklarından kaçınması gereken bir hayâtı yaşar. Bu onun yapması gerekenler ve kaçınması gerekenlerle imtihânıdır; isyân ederse karşılığını görecek itâat ederse mükâfâtını alacaktır.

Bunun yanında kaderin cilvesiyle mallarının zâyî olması, hastalığa yakalanması, sevdiği birinin ölmesi, kaza geçirmesi gibi musîbetlere uğramadığı ve iyileşmesinden ümit kestiği amansız bir hastalıktan kurtulması, hiç ummadığı kazançlar elde etmesi, büyük bir belâdan kıl payı kurtulması gibi nîmetlere ermediği bir ânı da yoktur. İlk bakışta bu hallerin meydana gelmesinde insanın kendi istek ve irâdesinin bulunmadığı düşünülecek olsa bile, bunlar da birer imtihândır. Çünkü insanın bu haller karşısında ve sonucunda gösterdiği tavır, isyan veya itâate evrilmektedir. Musîbetlere sabır ve nîmetlere şükür Allah Teâlâ’ya itâat olduğu için ecir kazanmayı sağlarken, musîbetlere feverân edip sızlanmak ve nîmetlere erince şımarıp azgınlaşmak da Allah Teâlâ’ya isyan anlamına geldiği için vebâldir. Çünkü o hallerin meydana gelmesinde kendi irâdesi olmasa bile bunlar karşısında sergilediği tavır, tümüyle kendi irâdesinden kaynaklıdır.

İşte insanın dünyâda kendi irâdesiyle yaptıkları veya irâdesi dışında başına gelenler karşısındaki tavırları dikkate alındığında, onun imtihânının yapması gerekenler ve kaçınması gerekenlerden ibâret olduğu görülecektir. Bu imtihânın şeklini, şartlarını, neyin ödül neyin cezâ gerektirdiğini ve imtihân yerini belirleyen Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ’nın imtihân için seçtiği yurt ise dünyâdır.

Dünyâda Konuksun Konaklar Kurma!

Kabir âlemini saymazsak insan açısından zamâna dâir üç dönem vardır: Varlık âlemine gelmeden önceki zaman dilimi, yaratılışından ölümüne kadar geçen hayâtı ve ölümünden sonra başlayan sonsuz hayat. İnsanın dünyâda yaşadığı hayat dünyânın ömrüne, dünyânın ömrü kâinâtın ömrüne ve kâinâtın ömrü de sonsuz hayâta kıyaslanacak olsa onun bir an kadar bile olmadığını anlarız.

Geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle gelir, şol göz açıp yummuş gibi

İşbu söze Hakk tanıktır, bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide, kafesten kuş uçmuş gibi

Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) dünyânın gelip geçiciliğini anlattığı şu iki örnek çok çarpıcıdır:

"Âhirete göre dünyâ, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağına ne kadarcık bir su bulaşmış bir bakıversin." (Müslim, Cennet 55.)

“Benim dünyâ ile ne işim olur ki! Benimle dünyâ arasındaki ilişki, ancak bir ağaç gölgesinde dinlenen sonra kalkıp giden ve orayı terk eden yolcu örneğindeki gibidir.” (Tirmizî, Zühd 44.)

Herkes yakînen bilir ki imtihân yurdunda ebedî kalmayacaktır ve bir gün mutlakâ ölecektir. Buna rağmen sanki hiç ölmeyecek veya öldüğünde hiç hesâba çekilmeyecek gibi hayat sürenler çoktur. Hâlbuki insanın ebedî yurdu ya nîmetlere erdiği cennet ya da azâba düçar olduğu cehennemdir. İkisinin de uğrak ve geçiş yeri dünyâdır. Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) bu hakîkati Abdullah b. Ömer’e (r.anhüma): “Bu dünyâda garip veya yolun bir tarafından öbür tarafına geçen bir yolcu gibi ol! Kendini kabirde yatanlar arasında say!” diye nasihat ederek anlatmış, Hz. Îsâ (aleyhisselâm) da aynı mâhiyette şöyle buyurmuştur: “Dünyâ bir köprüdür; onu geçip gidin, sakın üzerine konup kurulmayın!” İşte her insanın kendi dünyâsı böyledir; başı beşik sonu mezar olan bir köprü.

Dünyâ Pek Değerlidir!

Dünyâ, imtihân yurdu olması açısından çok değerli fakat imtihandan alıkoyacak tuzaklarla dolu olması bakımından çok tehlikelidir. Dünyâ ve dünyâdaki zamânımız, buradan âhirete taşıyabileceğimiz hayırlı ameller bakımından paha biçilmez bir servet ve fakat gelip geçici güzelliklerine ve nefsimizin arzularına kapıldığımızda kaybedeceklerimiz açısından büyük bir musîbettir. Dünyânın yerilmesi ve övülmesi bu yönleriyle ilgilidir. Allâh’ın rızâsını kazanmaya vesîle olan dünyâ her zaman muhteremdir; âhirete tarla olan bir yer hiç değersiz olur mu? Buna karşılık Allâh’ın rızâsından uzaklaştıran dünyâ ise kınanmıştır; âhireti kaybettiren bir yer hiç kıymetli olur mu? Allâh’ın rızâsını kazanmayı sağlayan dünyânın değerli, aksi halde değersiz olduğuna işâretle Nakşî Şeyhi Hz. Es’ad-ı Erbilî (rahmetullâhi aleyh) Mektûbât isimli eserinin 72. Mektûbunda şöyle buyurur: “Tahsîl-i rızâ-yı Rabbânî’ye vesîle olan bir dünyâ muhteremdir. Makbûl-i Cenâb-ı Bârî’dir. Ve illâ felâ.”

Dünyâda Allâh’ın rızâsını kazanmak için istikâmet üzere bir hayat süren, gönlünde îmânın neşesini müşâhede derecesinde duyan, amellerini ihlâs ile yapan, ibâdetlerini Allâh’ı âdetâ görüyormuşçasına ihsan şuuru ile îfâ eden bir kul zâten dünyâyı cennet eylemiştir. Dünyâyı değerli kılan da böyle amellerdir ve bu amelleri işleme fırsatı bulunduğu için dünyâda kalmak istenir. Nitekim Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: “Şu üç şey olmasaydı dünyâda kalmayı hiç istemezdim:

  1. Allah yolunda savaşmak veya bu amaçla bir ordu techîz etmek.
  2. Allah Teâlâ’nın bol bol verdiği sevâbı kazanmak için geceyi ibâdetle geçirmek.
  3. Hurmanın iyisinin seçilmesi gibi sözlerin de güzelini seçen topluluklarla aynı mecliste bulunmak.

Dikkat edilirse Hz. Ömer’in (ra) bu sözünde dünyâyı değerli kılan üç amel zikredilmiştir: Cihad, gece ibâdeti ve ilim müzâkere etmek. Dünyâsını bu amellerle süsleyen kul için dünyâ gerçekten cennettir.

Mart 2020, sayfa no: 50-51-52

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak