Ara

Dünyâ Adâlet Üzere Durur!

Dünyâ Adâlet Üzere Durur!

Yesrib isimli bir küçük şehirde Allah Rasûlü’nün önderliğinde bir devlet kurulur. Sekiz-on yıl geçmeden bu devlet, bir taraftan dışarıdan gelen saldırılara karşı koyar, müşrik saldırılarına karşı kendini savunur; diğer taraftan da içerideki münâfık ve Yahudi düşman unsurlara karşı mücâdelesini verir. Sonuçta Yesrib, medeniyetin başkenti Medîne olur ve nûruyla cihânı aydınlatmaya başlar. Münevver Medîne, aynı çizgide kendisinden sonra kurulacak şehirlere de örnek olur. Bu devletin vatandaşları Müslümanlar başta olmak üzere Yahudiler ve başka unsurlardı. Nitekim Hayber Yahudileri, Müslümanlardan gördükleri adâlet ve hakkāniyet karşısında gökler ve yer işte bu adâletle ayakta durur, yeryüzünde cennet Muhammedîlerin eliyle kuruldu demekten kendilerini alamamışlardır. Evet, Son Peygamberin eliyle, O’nun güçlü dirâyetiyle kurulan ve Kur’ân-Sünnet düstûruyla varlığını sürdüren bu devlet, tüm herkese adâlet ve hakkāniyeti sunan, tüm varlıkları hak ettikleri konuma getiren bir medeniyetin adıydı. 

Bu devletin düstûru Allah kelâmı Kur'ân-ı Kerîm, güçlü bir toplumu oluşturmak ve bir toplum nizâmı kurmak için gelmişti. Yeni bir dünyâ inşâ etmek ve âdil bir sistemi hâkim kılmak için gelmişti. Kur'ân evrensel bir insanlık dâvâsı olarak gelmiş, ırk, cins ve kabîle taassubundan uzak beynelmilel bir ideal olarak ortaya çıkmıştır. Bu dâvâda yegâne bağ akîde bağıdır. İnsanlar arasında etkin olan kavmiyet bağının, taassubun yerini inanç almıştır.

Bunun için İslâm cemiyetlerin ve cemaatlerin birliğini sağlayan prensipler getirmiş, fertlerin ve toplumların güvenliğini garanti altına alan bir sistem kurmuştur. O, öyle bir adâlet esâsı getirmiş ki her ferdin, her toplumun ve her milletin karşılıklı muamelelerinde değişmez ölçü olarak yerini almış, istek ve heveslere göre yön değiştirmemiş, sevgi ve nefretlere ayak uydurmamış, akrabâlık ve yakınlık bağlarına göre ayarlanmamış, zengin-fakir ayırımı yapmamış, kuvvetli ve zayıf farkını nazar-ı itibâra almamıştır. Hepsini ve her şeyi tek bir ölçüye göre ölçmüş ve değerlendirmiş, her şey için bir tek mîzan tanıyarak bu yolda azimle ilerlemiştir.

Yüce Kitâbımız Kur'ân’ın şu tek bir âyetinde İslâm nizâmının, İslâm toplumunun temelleri veciz bir biçimde sıralanmıştır. İbni Mes'ud'un tâbiriyle bütün hayır ve şerrin içerisinde bulunduğu değerler bu bir tek âyetle özetlemiştir. 

Sahabiden Osman b. Maz'un'un kalbine îmânı kökleştiren bu âyette şöyle buyurulmuştur: "Muhakkak ki Allah, adâleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlığı, fenâlığı ve taşkınlığı yasaklar. İyice dinleyip tutasınız diye size öğüt verir."1

Rasûlullah bu âyeti azılı İslâm düşmanı Velid b. Muğire'ye okuyunca; Velid: "Ey kardeşimin oğlu tekrar bir kere daha okur musun bu âyeti?" demiş, Peygamberimiz tekrar okuyunca o azılı Allah düşmanı şöyle demekten kendini alamamıştır: 

"Vallâhi bu âyette ayrı bir tat ve güzellik var. Onun kökeni yaprak, dalları ise meyve vericidir. Vallâhi bu âyet insan sözü olamaz."2 

Büyük devlet adamı Ömer b. Abdülaziz'in emri ile her Cuma hutbeden sonra okunan bu âyet, müşriki bile çarpan bu kadar veciz, azametli ve celâlli bir âyet-i kerîmedir. İslâm nizâmının temeli onunla atılmıştır da onun için her hafta, herkese okunur. Müslümanların gündemi bu âyetle belirlenir ve onlar bu âyetle geçen haftalarını test edip gelecek haftaya hazırlanırlar. Bu nedenle önemli olan, bu âyeti sâdece okuyup dinlemekle kalmayıp onu gereği gibi anlamak ve davranışlarımıza ne kadar yansıdığına bakmak ve her Cuma kendimizi bu âyetin belirlediği esaslara göre test etmektir. 

Âyet, Allah emrediyor diye başlıyor. Emreden Allah, kullarını muhâtap alarak, onlara değer vererek emr ediyor. Kula düşen ise bu emirler karşısında, lebbeyk Allâhümme/buyur Allâhım buyur, emir ferman senin Allâhım, kul olarak emrine hazırım ben deyip emredilenleri yerine getirmektir.

Âyet-i Kerîme'de Cenâb-ı Hak üç şeyi yapmamızı emrederken, üç şeyden de sakındırıyor bizleri. O'nun bu âyetle emrettiği şeyler, adâlet, ihsan ve yakınlara bakmaktır.

Adâlet: Her şeyi yerli yerince koymak, haksızlık ve zulmü terk etmektir. Adâlet, nizâm-ı âlem, kelime-i şehâdet ve tevhîddir. Adâlet Allâh'a eş koşmamak, bütün putları kalb, zihin ve yaşayıştan söküp atmaktır. Adâlet öncelikle Yüce Rabb'e karşı sorumlulukları yerine getirmek, ardından kulun kendisine ve diğer varlıklara karşı sorumluluklarını yerine getirmesi, her hak edene hakkını vermesidir. Adâletle ilgili olarak Peygamberimiz şöyle buyurur: "Adâlet güzel bir şeydir, ama o idârecilerde çok daha güzeldir."3

İhsan: Her şeyi en güzel şekilde yapmak; kafesteki küçücük kuştan evdeki kediye varıncaya kadar herkese iyilik etmek; farzları yerine getirmek ve Allâh'ı görüyormuş gibi ibâdet etmektir.

Yakınlara yardımda bulunmak, yâni sıla-ı Rahim'de bulunmak, onların hakkını gözetmek, maddî ve mânevî ihtiyaçlarının karşılanmasında onlara yardımcı olmaktır. 

Âyetle yasaklanan üç şey de şunlardır:

Fuhş: Her sözle ve fiille olan kötü şey ve zinâ anlamındadır. Müslüman bunların hepsinden sakınmalıdır.

Münker: Şerîatın yasakladığı, insan aklının ve tabiatının hoş karşılamadığı her şey münkerdir. Münkerin içine bütün çeşitleriyle her türlü günah, rezâlet ve alçaklık girer. Müslüman kalbiyle, diliyle ve eliyle münkere dur diyendir. Kendisi uzak kaldığı gibi, başkalarını da ondan alıkoyandır. Zîrâ mârûfu emredip münkere dur demek, ümmet olmanın gereğidir.

Bağy: Kibir, zulüm, kin, taşkınlık yapmak, hak ve adâleti çiğnemektir.

İşte İslâm toplumu bütün bunlarla kurulur. İnsanı hılâfet makāmına yükselten değerler bu saydıklarımızla gerçekleşir. O halde mübârek Cuma saatinde okunan bu âyette bizden istenen ve istenmeyen şeyler konusunda kendimizi sorgulayalım. Bunlardan yapmamız gerekip de yapmadıklarımızı en kısa zamanda yapmaya; sakınmamız gerekip de kaçınmadıklarımızdan da kurtulmaya gayret edelim. Unutmayalım ki, târih boyunca müslümanlar bu prensiplerle güçlü toplumlar, güçlü devletler ve unutulmaz medeniyetler kurmuşlardır. İnsanlık altın çağlarını bu esaslarla yaşamıştır. Ve insanlık bugün bu esaslara, dünkünden daha fazla muhtaçtır. 

Adâleti Ayakta Tutma Mü'minlerin Temel Görevidir!

Adâleti ayakta tutma ile ilgili olarak Rabbimiz iki âyetinde de şöyle buyurur:

Ey îmân edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabânız aleyhinde de olsa Allah için şâhitlik eden kimseler olun. İsterse (haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın, şâhitliği eğer büker/doğru şâhitlik etmez yâhut şâhidlik etmekten kaçınırsanız biliniz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.4

Ey îmân edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adâletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adâletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır. Allâh'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.5

Adâletli olmak, adâleti ayakta tutmak, Allâh'ın mü'minlere fermânıdır.

Adâlet, her hak sâhibine hakkını vermek, her şeyi yerli yerine koymak, yerli yerince kullanmaktır. Bu hak dînin sâhibi Cenâb-ı Haktır, O’nun hak Peygamberinin getirdiği son mesaj da hak kitaptır ve hedefi her hak sâhibine hakkını vermektir. 

Adâlet, dînen mahzurlu olan şeylerden kaçınarak hak yol üzere istikāmette olmaktır. İfrat ve tefrite kaçmadan orta yolda olmaktır. Büyük günahlardan kaçınmak, küçük günahlarda ısrâr etmemek, ayak takımının yapageldiği düşük işlerden sakınmak, her konuda itidâl ve istikāmette olmaktır.

Adâlet, sözü, malı, emeği, kısaca her şeyi yerli yerince kullanmaktır. İnsanın kendisine âit olanı/hakkını alması, başkasına âit olanı vermesidir. İnsan-Allah, insan-insan, insan-varlık ilişkilerinde ölçülü olmak, düzenli ve dengeli olmaktır. 

İtidâlli olmak, önce inançta ölçülü olmakla başlar, söylemde ve eylemlerde ölçülü olmakla devâm eder gider.

İnsanlığın hayrına yararına seçilip çıkarılmış olan İslâm Ümmeti, insanlığın şâhitleridir. Onlar, hakîkatin tanıklarıdır. Her yere ve herkese hakîkatin mesajını ulaştırmakla görevlidirler. 

İslâm Ümmetinin fertleri, gidişâta seyirci ve duyarsız kalamazlar, gündemi belirlemek ve gidişâta yön vermek bu ümmetin asıl ve asil görevidir. 

Doğru şâhitlik ibâdet, yalan şâhitlik ise ihânet, cinâyet ve büyük günahtır.

Hiç kimsenin olmadığı yerde Yüce Allah vardır ve O, hiç kimsenin görmediğine tanıktır. Allâh'a îmân eden mü'min, her ne pahasına olursa olsun gördüğü hakîkatin tanığı olmak zorundadır. 

Îman adamı şâhitlikten kaçınmaz, hakîkati gizlemez, gördüklerini olduğu gibi anlatmaktan çekinmez. Ve o şâhitliğini, herhangi bir menfaat beklentisi ile değil, Allah için, O’nun emri olduğu için ve O’nun rızâsını kazanmak için yapar.

Âyette önce adâleti ayakta tutma, ardından da Allah için şâhitlik yapma emredilmiştir. Zîrâ adâleti ayakta tutma eylemdir, şâhitlik ise söylemdir. Eylem, söylemden önemli ve önceliklidir. 

Adâleti ayakta tutmada ölçü, hak ve adâletin kendisidir. Akrabâlık ilişkileri, dünyâlıklar, menfaat ve çıkar ilişkileri aslâ adâleti ayakta tutmaya engel olmamalıdır.

Yer gök adâlet üzere kurulmuştur. Her şey ölçülü ve dengelidir. İnsana düşen, bu ölçülü/âhenkli hâli devâm ettirmesidir. Bu yüzden İslâm insanı, herkese karşı adâletlidir.

Adâletin hayâta hâkim olması, herkesin hayrına ve yararınadır. 

Adâletin olmadığı yerde zulüm vardır, haksızlık vardır, kargaşa ve kaos vardır. Zulüm ise, toplumu çürüten bir virüstür. Bunun için zulümle âbâd olunmaz, hiç kimsenin yaptığı zulüm yanına kalmaz. 

Müslüman, âilesi içerisinde, toplum içerisinde her zaman adâletin temsilcisidir. Hiçbir güç onu adâletten ayıramaz. Bir topluma olan aşırı sevgisi yâhut aşırı kızgınlığı bile onu adâlet yapmaktan alıkoyamaz.

İnsanda adâlet duygusunun meleke hâline gelebilmesi için, dînin çok önemli bir etkisi vardır. Allah ve âhirete îman, adâletli olmayı sağlayan en önemli etkendir. Allah ve âhirete îmânı olmayan kimselerden, her zaman adâletten sapmalar beklenebilir. 

Cenâb-ı Hakk’ın hak dînine inanan Müslüman hakkın adamıdır, haklının yanındadır ve her zaman, her yerde hakîkatin tanığıdır.

Müslümanı, beslendiği Hak dînin ilkeleri yönetir ve yönlendirir. O, aslâ dolduruşa gelip hak ölçülerin dışına çıkmaz. Sözgelimi bir kişi yâhut bir topluluğa duyduğu düşmanlık, onlara karşı adâletsiz davranmasına sebep olamaz.

Adâlet, tüm toplumda uygulandığı zaman anlamlı olur ve işte o zaman, Allah için adâlet ikāme edilmiş olur. Yoksa birkaç kişi arasında kalan adâlet ile toplumda adâlet ikāme edilmiş olmaz. Bu yüzden her zaman, her yerde ve herkese karşı adâletli olmak için seferber olunmalıdır.

Toplumsal adâletin sağlanması için, Müslüman bireyler kadar, yargı mensuplarına, yöneticilere ve diğer yetkililere de büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir.

İslâm toplumu, rüşvetin, adam kayırmanın, torpilin olmadığı; herhangi bir baskı ve zorlama olmadan her hak sâhibine hakkının verildiği bir toplumdur.

Unutmayalım ki hiç kimsenin olmadığı ve görmediği en ıssız, en gizli yerlerde bile Allah kullarını görüp gözetmektedir.

Dünyâ ve âhirette güzel sonuç ise, Mârifetullah bilinciyle Allâh'ı hesâba katarak yaşayıp O’na karşı sorumluluklarını yerine getirenlerindir. 

Dipnotlar:
1 Nahl 16/90.
2 Hamidullah Muhammed, Hz. Peygamberin Savaşları, s, 225.
3 Aclunî, Keşfü'l-Hafa, II, 75.
4 Nisâ 4/135.
5 Mâide 5/8.

Mart 2024, sayfa no: 12-13-14-15

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak