Ara

Dostluk

Dostluk

Dost makāmını anlayabilmek için aşkı anlamak gerekir. Dostluk gönülde, aşk suyuyla büyüyen bir ağaçtır. İlâhî dostluk, Allâh'ı ve Allâh'ın kemâlini yansıtmaktır. Âşıklığın olduğu yerde, yanık dostlukların güzel kokuları vardır. İlâhî dostluğun olduğu yerde, kalpten kalbe yansıyan ilâhî sırların sonsuzluğunun sarhoşluğunu paylaşmak vardır.

Hz. Mevlânâ’nın yazdığı gibi: “Âşıklar senin kardeşin, annen ve babandır; zîrâ onların hepsi Aşk tarafından yoğrulup bir olmuştur!”

Din; kalpten kalbe mânâ dolu bir hayâta dâir tecrübî bir râbıta kurabilmek, böylece yakın dostluğun güzel kokularını duyabilmektir. Dînin özü, kâinâtın yaratılış sebebine âşık olabilmişleri bulup, onlara âşık olmaktır. Din; süt kardeşliğini, en derin düşünceleri, müşâhedeye dayalı bir yakîni ve içenlerin tevhîd neşesini paylaşmak demektir. 

Kur’ân-ı Kerîm’de: “O hâlde kim Allâh'a ve Resûl'e itâat ederse, işte onlar; Allâh'ın kendilerine nîmet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih kimselerle berâberdirler. Hem işte onlar, ne güzel arkadaştırlar!” (Nisâ, 69.) buyrulmaktadır. Hakk dostluğu insanları aşk kardeşliğinde birleştirir. Dostlar diğer dostlara tâbî olarak Hakk’a kavuşurlar, çünkü birbirlerine duydukları aşk ve iştiyak onların benliklerini tüketmiştir. 

Ömer Tuğrul İnançer dostluk kavramıyla ilgili şu bilgileri veriyor: "Dost Farsça bir kelimedir. Arapça karşılığı ise aşağı yukarı halîl'dir. Hazret-i İbrâhîm'in lakabıdır, daha doğrusu sıfatının îzâhı, hâlinin îzâhı bir kelimedir. Resûlullah Hazretleri aleyhi's-salât ü ve's-selâm'ın hâlinin îzâhı da Habîb yâni sevgili'dir. Halîl, istediği geri çevrilmeyen, Habîb ise istemeden verilendir." Sonra dost tanımını da şöyle açıklıyor: "Dost; kendisi nâmına kendimiz gibi iyilikler yapabileceğimiz ve kendisinden bizim nâmımıza iyilikler, güzellikler, doğruluklar beklediğimiz ve bu beklentiye de mutlakā ulaştığımız kişidir." "Dostun memnûniyetinin, seni kendi memnûniyetinden daha ziyâde memnûn etme hâlidir."

Hz. Mevlânâ’nın kelâm-ı mübârekleri ile: “Dostluk illâ yan yana, diz dize olmak demek değildir. Asıl can cana, kalp kalbe olmaktır.” “Her şey kendi cinsinden olana yüzlerce kanatla uçar gider. Ona ulaşma hayâliyle bağlarını yırtıp yürür.”

Hazret-i Ali kerramallâhu veche: “Gönül, kendine benzeyen gönüle akar.” buyurmaktadır. Abdülkādir Geylânî hazretleri ise: “Her cins kendi cinsiyle uçar. Kartallar kartalla, kargalar kargalarla.” demiştir.

Efendimiz aleyhi's-salât ü ve's-selâm, bir hadîs-i şerîflerinde: "Benim için birbirini sevenlere, benim rızâmı kazanmak için bir araya gelenlere, benim için birbirlerini ziyâret edenlere ve infâk edenlere muhabbetim vâcip oldu." buyurmuştur. 

Mevlânâ şöyle yol gösteriyor: “İnsan sezgi melekesini Allah rızâsı hâriç bütün maksatlardan temizlemeli ve sonra da dinde refîk aramalı. Din, refîkleri bulmaktır.” Gerçek refîkler ise, Allah (cc) ve Resûlü aleyhi's-salât ü ve's-selâm'a itâati hayatlarıyla yaşayanlar arasındadır.

Önce yoldaş sonra yol (evvel refîk ba'de'l-tarîk) demiş büyüklerimiz. Birlikte yürüdüklerimiz, yüreğimizin yakıtı. Yolun zorlukları karşısında bize elini uzatan, el veren, elimiz olan. Bizi yolda tutan, ondan zevk almamızı sağlayan yoldaşlarımız gelsin o halde. 

Dost makāmına erişen İbrâhîm aleyhisselâm, evlâdı İsmâil’i kurbân ederken de, Nemrut’un ateşine atılırken de, Rabbine duyduğu büyük muhabbetten ötürü hiç tereddüt etmedi. Hz. Ali’nin, Peygamber Efendimiz (sav)'i öldürmek için geleceklerini bildiği halde O’nun yerine yatağına girerek uyuması gibi. Hakiki dost odur ki, ölüm yatağına dostunun yerine yatar.

Aşkın mütekābiliyeti vardır. Hazret-i Mevlânâ, kulun Allâh'a olan sevgisinin, Allâh'ın da kullarına sevgisinin birbirinden bağımsız olmadığını şöyle anlatıyor: “Bu gönülden sevgi ve şimşeği çaktı mı, bil ki o gönülde de sevgi vardır. Gönlünde Allah sevgisi arttı mı, şüphe yok ki Allah seni seviyor. Tek elin sesi çıkmaz. Öbür elin olmadıkça, iki elin birbirine vurulmadıkça ne ses çıkar, ne sedâ!”, “Susuz, ey tatlı su diye ağlar, inler ama su da nerede o susamış diye ağlar, inler! Bizdeki bu susuzluk suyun bizi çekmesinden ileri gelir… biz suyunuz, su bizim.”

İzzet ve Celâl sâhibi Rabbimiz Kur’ân-ı Hakîm’de şöyle buyurmakta: “Siz nerede olursanız olunuz, Allah sizinledir.” (Hadid, 4.) “O onları sever, onlar da O’nu severler.” (Maide, 54.) Bu âyetler, Allah'tan kullarına karşı muazzam sevgi, yakınlık, samîmiyet ve aşk gösterdiğinin isbâtıdır. 

Bütün Peygamberler ve İslâm velîleri Allah aşkı ve Habîbi’nin aşkında cem olmuşlardır. Âşıklardan, Allah dostlarından öğrenilebilecek en yüce hikmet, Habîbullah Muhammed Mustafâ (sav)'e olan muhabbettir. Hz. Abdülkādir Geylânî târifi imkânsız bir Muhammedî âşıktır. Biz ona âşık olamayız, onun Peygamber Efendimize olan aşkına âşık oluruz. Muhabbet-i Muhammed bulaşıcıdır. Âşıklar birbirine bağımlı olur, Şems ile Mevlânâ gibi. Mevlânâ kendini Şems’de buldu. Kendimizi bulmak için başka birinin içinde kaybolmalıyız. Bir anne kendini çocuğunda kaybeder. Bu aşklar O’nun kurbiyet kapısına varmak için muhakkak yaşanmalıdır.

Velîler diğer velîlere, âşıklar diğer âşıklara, dostlar diğer dostlara tâbî olarak Hakk’a kavuşurlar, çünkü birbirlerine duydukları aşk ve iştiyak onların benliklerini tüketmiştir. Böylece onlar hizmet için velîlerin kulu-kölesi olurlar, onlara tamâmen rabtolurlar, onların irfânıyla beslenirler, onlardaki esrardan sarhoş olurlar ve netîcede onlar da “korku ve hüzün yoktur” deryâsına garkolup velâyete kadem basarlar.

Âşıkların yiyeceğini paylaşmadan, onlarla cennet sofrasına oturmadan, âşıklarla herc ü merc olup îmânın tadını almadan, sahabe gibi yaşayan ihvâna karışıp âhiretin güzel kokusunu almadan, onlarla hayreti, hayranlığı, şefkati, muhabbeti, Efendimiz aleyhi's-salât ü ve's-selâm ve O’nun âşıklarının dökülen gözyaşlarını paylaşmadan hoşnutluk ve rızâ hâline eremez ve böylece dost kokusu almak mümkün olmaz.

Ancak mahviyetin, alçakgönüllülüğün kemâline ermiş kimse dost makāmına ulaşabilir. Kahramanca bir cömertliği olan kişi dost makāmına ulaşabilir. Bütün zenginliğini, malını-mülkünü, makāmını, şöhretini ve hattâ arkadaş, âile ve çoluk-çocuk bağlarını ve nihâyet kendi nefsini gönlünden tamâmen silip atabilmiş kişi dost makāmına ulaşabilir. Allâh'a olan muhtâciyet ve bağımlılığını kâmilen farketmiş kişi dost makāmına ulaşabilir. Kalbinde Allah aşkından gayrısını taşımayan kişi dost makāmına ulaşabilir. Ancak bu dünyâ korkusu ve sevgisini terketmiş bir kimse dost makāmına ulaşabilir.

Mutluluk tecrübesinin zirvesi ve mutlak mânevî başarı, Efendimiz aleyhi's-salât ü ve's-selâm'a biat etmiş güzîde sahabelere dost olabilmektir. Böylesi yüksek bir dostluk, Ruhlar Âleminde Yaratıcı'yla tevhîd hâlinde berâber olmak ve sürekli aracısız olarak “Evet, Sen bizim Rabbimizsin!” diyebilmektir. Böylesi bir dostluk berâber yaşayıp berâber ölmeyi, dolayısıyla birbirinin kalb acılarını paylaşmayı gerektirir. Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi: “Birbirinin rûhu olan âşıklar kendi karşılıklı aşklarında ölürler. Aşk suyu, onların sızlayan ciğerlerini dindirir; hepsi gelir de o kalb sızısında can verirler.” 

İlâhî dostluğun zirvesi Hz. Mevlânâ ve Hz. Şems arasında yaşanmıştır. İlâhî aşk iki insan arasındaki ilişkinin sebebi olduğunda anlaşılamaz boyutlar görüyoruz ve hakîkî aşkın bu dünyâda yaşanmak için uygun olmadığı trajik gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. Hz. Şems: “Bu gönül seni o kadar seviyor ki Celâleddin, senin uğrunda ölmeden huzur bulmadı”diye haykırdı. Hz. Mevlânâ Allah aşkını kalbinde bulabilsin diye, Şems bu dünyâdan terk-i diyâr etmek zorunda kaldı. Şems'in mânâ âleminde kaybolması bir simge. Gönül varlığının bulunması için insanın kaybolması lâzım. 

Denilir ki, bu iki koca âşık bir araya geldiğinde “merace’l-bahreyn” – “iki denizin bir araya gelmesi” sırrı zuhûr etmiştir. Bu ilâhî dostluğa en yakında şâhit olan Hz. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled Hazretleri, bu buluşmayı Hızır’la Mûsâ’nın (as) buluşmasına benzetiyor ve şöyle anlatıyor: “Hz. Şems, Hz. Mevlânâ’yı âşıklık makāmından mâşukluk makāmına çıkardı.” “Hz. Şems ona dedi ki: ‘Kendi iç hazînelerini tahakkuk ettirmiş olsan da dinle! Ben için de içiyim, sırların sırrı ve nurların nûruyum.’” “Hz. Mevlânâ, onun huzûrunda bir öğrenci olup nice dersler çalıştı. O, eğitimini bitirmişti, ama yeniden bir mübtedî gibi başladı. Mürşid olmasına rağmen, tekrar mürîd oldu. Hz. Şems, onu garip bir âleme dâvet etti ki onu ne bir Arap ne de bir Türk görmüştür.” Hz. Mevlânâ Hz. Şems’i evine dâvet etti ve: “Bu ev seni hak etmiyor. Her sâhip olduğum senindir, şüphesiz ki sen gerçek efendisin!” 

Hz. Mevlânâ Şems-i Tebrizî hakkında şöyle buyuruyor: “Beden bakımından onunla uzağız amma cansız bedensiz ikimiz de bir nûruz; ister onu gör, ister beni... Ey arayan kişi! Ben oyum, o da ben.” 

Bizler gerçek dostluk makāmına ulaşabilmek için günlük tüketilen sahte câzibelerden, dünyâ bağlarından âzâd olmalı ve Allâh'ın peygamber ve velîlerinin feyizlerine gönlümüzü açmalıyız. Allah âşıklarının aşkı tarafından cezbolunmalı, o aşka sarılmalı ve sonra onlara tâbî olmalıyız. Bütün kâinâta rahmet olarak gönderilenin ve O’na tâbî olmuşların kulu-kölesi olmalıyız.

Haziran 2024, sayfa no: 44-45-46-47

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak