Bu topraklarda sözünü söylemiş ve eserler telif etmiş “büyük ruh”lardan birisi ve belki de en önemlisi Mevlânâ’dır. Mevlânâ; âlim, müderris, vâiz, şâir ve sûfî kimliğiyle zamânı aşan bir tesir halkasına sâhip olmuştur. Onun bizzat babası Sultânu’l-ülemâ Bahaüddîn Veled’den ve Seyyid Burhâneddîn Muhakkik Tirmîzî’den tevârüs ettiği ilim, geleneğe uygun bir şekilde, hem zāhiri hem de bâtını ihtivâ eden, dışla içi tevhîd eden bir müktesebâtı ifâde eder. Zāhirî olan ilim, beş duyunun sınırları dâhilinde görülen, duyulan ve hissedilen alana tekābül eder. Onun hayâtına dâir yazılan ilk dönem eserlerinde, sözgelimi Eflâkî’nin Menâkıbü’l-Ârifîn’i ve oğlu Sultan Veled’in İbtidâ-nâme’sinde tahsîl hayâtına dâir önemli bilgiler vardır. Belh’te başlayan bu eğitim, birkaç yıl süren göç yolculuğunda farklı coğrafyaları, kültürleri ve ilim muhitlerini gözlemleyerek ve uğranılan yerlerde temâyüz eden âlimlerin ders ve sohbet meclislerinde bulunularak tekâmül etmiştir.
Mevlânâ üzerine çalışmalar yapanlar, bilhassa onun farklı dil, din ve meşrepleri çok erken yaşlarda görme fırsatını bulduğunu göreceklerdir. Farklı olanı görmek, mukāyese yapma fırsatı sunduğu gibi müzâkere imkânı da sunar. Mukāyese ve müzâkere berâberinde tenkîdi de getirecektir. Böylece ilmî derinlik sağlanmış olur. O bakımdan bir ulemâ âilesinin içine doğan, daha sonraki dönemlerde hayâtı hep ilmî konuların mütâlaa ve müzâkeresiyle geçen bir kişi olarak devrinin ilimlerine sâhip olması ve bu ilimlerden tahsîl ettiği hakîkatleri uygun bir lisân ile toplumun hizmetine sunması tabiîdir. Dolayısıyla onun gerek öğrenciliği, gerekse müderrisliği ve vâizliği döneminde akranları içinde temâyüz eden bir şahsiyet olmasını anlamakta zorlanmıyoruz. Nitekim Sultan Veled, onun daha sonraki dönemlerde hocası Seyyid Burhâneddîn’in rehberliğinde birkaç defa Şam’a giderek Felsefe, Mantık ve Hadis ilimlerine ilişkin eksik kalan yönlerini tamamladığını zikreder. Eğitim ve öğretim bir yolculuk gibidir; gittikçe öğrenir, tanır, müşâhede edersin ve öğrendiklerini yol üzerinde sana soranlara sunarsın. İlim tahsîlinde mezuniyet kavramı, ehliyet ve istihdamla alâkalı bir husustur. Demem o ki, Mevlânâ zāhirî ilimlerle olan alâkasını, görebildiğimiz kadarıyla bir ömür sürdürmüş bir kişidir.
İkinci tahsîl ettiği ilim, bâtına taalluk eden ilimlerdir demiştik. Bâtın, içtir; bundan da murad kişinin kendi iç âlemidir. İçe dönük öğrenimde bâtınî hassalar yâhut iç duyular diye nitelendirilen latîfelerin açılması, idrâkin, tasavvur melekesinin ve hayâl kābiliyetinin gelişmesini temin eder. Tefekkür, müşâhede ve murâkabe gibi kavramlar, bu hassalarla alâkalıdır. Diğer bir ifâdeyle zāhirde elde edilen bir bilgiyi, insanın yaşanılır ve tecrübe edilir bir bilgi düzeyine getirmesi, onu kendine has kılması ve oradan bir hükme varması bâtına taalluk eden bilgi kanallarının açılmasıyla muhkem hâle gelecektir. Bu kanalların, nefsi arındırarak ve terbiye ederek açılacağına kānî olan bilgeler, zühd, takvâ ve zikir kavramlarının ihsâs ettiği alan içinde kalarak terakkî etmeyi telkîn ederler. Böylece insan irâdesini terbiye etmiş, elde ettiği bilgiyi amele dönüştürerek bir tecrübeye ulaşmış olur. Tefekkür yâhut düşünce mahsûlü olan eserler, o tecrübenin aktarımından ibârettir. Mevlânâ bu ilmi, babası Bahaüddîn Veled ve hocası Seyyid Burhâneddîn vesîlesiyle Kübrevî gelenek içinde tahsîl etmiştir. Bilâhare yolu Şems-i Tebrîzî ile kesişecek ve onunla yaptığı sohbetler, dost, muhabbet ve aşk kavramları etrâfında bu ilmî derinliğini daha ileri bir noktaya taşıyacaktır.
Mevlânâ, devrinin ilim anlayışını tevârüs ederek bir sistem inşâ etmiştir. Bu sistem, insanı hakîkate ulaştıran bir sistemdir. Bizim ilim târihimizde bu “sistem”in adı, tarîkattır. Bendeniz buna irfan yolu ve bazen de irfan mektebi/okulu diyorum. Onun farklı ilimlerden ve tecrübelerden de yararlanarak kurduğu bu yol, tasavvuf ilminin kavramları ve usûlü içerisinde insanın kendi hakîkatini idrâk ederek varlığın sâhibini tanımasını temin eden bir yoldur. Varlığın sâhibi, kudret ve azamet sâhibi olan Allah’tır. Onu tanımak da mârifettir. Yol, insanın hakîkate ermesini ve oradan bir mârifet tahsîl ederek kâmil insan olmasını temin edecektir. Mamâfîh insan, şu dünyâ hayâtında bir yolcudur; o, kendini tanıyarak, sınırını ve yetkinliklerini fark ederek varlığı anlamaya çalışır ve kendini var edene yönelirse dervîş yâhut tâlib olur. Dervîş, aynı zamanda sâlik yâni hakîkate ulaşmak için bir mânevî yola giren kişi anlamına gelir. Tâlib ise, yeryüzü serüveni içinde bahse konu mânevî yola girmeyi isteyen ve arzulayan kişidir. Bu sebeple bu kavram, daha çok aynı anlama gelen mürîd kavramıyla ifâde edilir. Böylece öğrenmeye, kendini tanımaya ve geliştirmeye odaklanan kişi derviş, tâlib, sâlik ve mürîd gibi kavramlarla ifâde edilerek bu kavramlar etrâfında bir kimlik ortaya çıkıyor. Yol kuran ulu zâtlar, o arzu edilen kimliği topluma kazandırma niyetiyle çalışmış ve sistemlerini bu niyete mâtuf inşâ etmişlerdir.
Mevlânâ’nın kurduğu, tâlibi hakîkate ve mârifete ulaştıran sisteminin adı Mevlevîlik’tir. Ancak bu isim, bizzat yolun kurucusu tarafından verilen bir isim değildir. Daha sonraki dönemlerde, oğlu Sultan Veled tarafından isimlendirme yapılmıştır. Bununla birlikte yolun mâhiyetine dâir temel ilkeleri, onun eserlerinden ve husûsen de Mesnevî’den öğreniyoruz. Mesnevî, klasik edebiyatımızın temel kavramlarından biridir. Bu kavram, kendi arasında kāfiyeli beyitlerden oluşan uzun manzûmeleri ifâde eder. Her bir beyit, hem kāfiye hem de mânâ itibâriyle müstakil bir mâhiyet arz etmekle berâber eser içinde bir bütünün parçasıdır. Bu bakımdan uzun metinlerin yazımında kullanılan bu türün, belki de en uzun metinlerinden birisi Mevlânâ’nın bu eseridir. Altı defterden yâni ciltten oluşan bu başyapıt, başından sonuna kadar okuyucuya hakîkate erişerek mârifeti idrâk etmeyi telkîn eden ve bu yolculuğu gerçekleştirmenin yolunu ve yordamını gösteren bir eserdir. Ama eserin asıl ismi şâiri tarafından, Hüsâm-nâme olarak konulmuştur. Şâirin bu isimlendirmesi, dostluktan kaynaklanmaktadır. Zîrâ Hüsam, Mevlânâ’nın öğrencisi ve dostlarından Hüsâmeddîn Çelebi’ye işâret eder. Mevlânâ, bu eserini Hüsâmeddîn Çelebi’nin arzusuyla nazmetmiştir. Onun sohbetlerle vaz’ edilen yolun esaslarının bir kitapta toplanması arzusunu yerinde bulan Mevlânâ, eserinin ilk on sekiz beytini bizzat kendisi yazmıştır. Kalan kısımları, o vecd hâlinde söylemiş, Hüsâmeddîn Çelebi de deftere nakş etmiştir. Bu bakımdan bazı kaynaklar, Hüsâmeddîn Çelebi’yi Mevlânâ’nın kâtibi olarak gösterirler.
Mevlânâ’nın temel meselelerinden birisi “dost olmak”tır. Bu bakımdan sâdece Mesnevî’si değil, vecd hâlinde söylediği gazel ve rubâilerinden oluşan Dîvân-ı Kebîr’i de bir dostluğun eseridir. O, gerek gazellerinde gerekse rübâilerinde, esâsen tek bir konuyu ele almıştır. Bu konu aşktır. Baştan sona aşk, aşkın tesiri, oluşturduğu dertler, âşığın halleri, rakîb, sevgili, sevgilinin güzel vasıfları ve vuslat özlemi gibi konulara değinir. Rivâyete göre, o bu şekilde gazel ve rubâi söylemeye dostu Şems’in kaybolmasından sonra hasretin tesiriyle başlamıştır. Gazellerinde de kendi adını kullanmamış, Şems’i mahlas edinmiştir. Bu bakımdan eser, Dîvân-ı Şems olarak bilinir. Nihâyetinde her iki eser de özü itibâriyle insana “dost” olmayı öğreten eserlerdir. Dost, siz ne kadar değişseniz ve dönüşseniz de size karşı değişmeyendir. Bu anlamda hakîkî dost Allah’tır. İnsanı hakîkî dosta götüren, daha doğrusu Allah ile dost olmanın yolunu ve yordamını öğreten başöğretmenimiz Hz. Peygamber (sav)’dir. Hz. Peygamber’i severek, tebliğ ve telkîn ettiği esasları ikāme ederek insan dost olmayı ve dostla buluşmayı öğrenir.
Mevlânâ’nın eserleri ve inşâ ettiği yol hep “dostluk” yoludur. Özellikle yaşadığı dönemde Moğol istilâsıyla başlayan siyâsî ve sosyal krizleri aşmanın yollarından birini “dostluk” kavramının ihsâs ettiği mânâda görür. Mesnevî, bu anlamda bir dostluk kitâbıdır. Hakîkat ve mârifetten murad, bu dünyâ hayâtının oyunlarına ve insanı aklen ve zihnen meşgûl eden tuzaklarına düşmeden Hakk’a yönelmek ve O’nu isim ve sıfatlarıyla tanımaktır. Bu bakımdan eser, bir bakıma ahlâk kitabıdır. Diğer bir ifâdeyle, sâlikin aşması gereken nefis mertebelerini aşmasının yolunu-yordamını gösteren bir tasavvufnamedir. Bu yönleriyle yazıldığı dönemde olduğu gibi, daha sonraki dönemde de etkili olmuş, edebiyatımızı ve ilim hayâtımızı derinden etkilemiştir. Mevlevîlik yolunun kurucu başyapıtı olan bu eser, şerh ve tercüme edilerek her dönemde yeniden yeniden üretilmiştir.
Ekim 2024, sayfa no: 22-23-24-25
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak