Ara

Doğrusunu Öğrenmek ve Simeranya Pedagojisi / Hüseyin Akın

Doğrusunu Öğrenmek ve Simeranya Pedagojisi / Hüseyin Akın

Zamânı geriye doğru sarıyorum. Dünyâya gözlerimi açtığım andan itibâren bütün uğraşım ve telâşım “Doğrusunu öğrenmek”le geçmiş. Karanlıkta el yordamıyla aradığın şeyi bulmaya benzeyen bir mücâdelenin ismini sanki hayatla değiştirmişiz. Dünyâya gözlerini açan insan eşyânın ve nesnelerin üzerindeki karanlıkla tanışır. Gözler hayâta açılmış ama hayat gözlere kendini bir silüet olmanın ötesinde âşikâr kılmamıştır. Eşyâ dediğimiz nasıl şeyler bütününe ad olmuşsa nesne de içinden çıkılmaz olanın (ne ise ne) geçiştirilmiş şeklinden başkası değildir. Şekil ortada fakat eşkâl belirsizdir.

Nasıl cümleyi oluşturanlar kelimelerse oyunu belirleyen de oyuncaklardır. Okul öncesi çocukluk çağı kelime niyetine bir torba dolusu oyuncağı ortalığa saçma sürecidir. Çocuğun her oyuncakla temâsı onunla tanışmaya yönelik bir sorudur. Çevresindeki her şeyi kurcalama merâkını bu yönüyle küçük adamın gelecek zamanların büyük adamı olmaya hazırlığı gibi görmek yanlış olmaz. Modern sanâyi kentlerinde çocukların öğrenebildikleri, anne babaların ve çocuk yuvalarının kısıtlı vakitlerinde öğretebildikleri kadardır. Bir de öğrenilmiş çâresizlik, öğrenilmiş sevgisizlik gibi dolaylı ve de mâruz kalınan öğrenme biçimleri vardır ki doğrusunu öğrenme imkânına karşı düzenlenmiş sabotaj gibidir.

Neresinden bakarsanız bakın eğitim bir hazırlanma sürecidir. Eğitim adına öğrenmeniz gerekenleri öğrenmeye yaklaşmadığınız zaman hayâtın gerisinde kalacağınıza dâir içten içe bir telkinle karşılaşırsınız. Doğru nedir daha öğrenmeden doğrusunu öğrenmeye kalkmak da ayrı bir gariplik. İlkokulda bana öğretilenlerin de çok azının işime yaradığını söyleyebilirim. Korkmayı öğrendim, tedirgin olmayı, çekinmeyi ve kenara çekilmeyi, sulu boyayla boyamayı, patates baskısını, fasulye tâneleriyle yazı yazmayı ve bir de kerrat cetvelini. Yerli malı haftasında yerli yersiz hazırladığımız nevâlelerin sıkılgan duruşlarını, ağustos böceğini kışın ortası kapısından kovan karıncanın asil (!) davranışını ve Nasrettin Hoca’nın parası olmadığı için düdük isteyen çocuğu “parayı veren düdüğü çalar” diyerek nasıl başından savdığını ibretle gördük. Öğrendiğimiz daha başka şeylere bakıyorum da birçoğunun o yaşlarda öğrenmemiz gereken şeylerin yerine ikāme edilen çoğunlukla zevâhiri kurtarmaya yönelik şeyler olduğu anlaşılıyor.

Ortaokul ve lise sıraları öğrenme ergenlik ve gençlik fırtınaları arasında dolu dizgin devâm ediyor. Öğretmenin tahtada çözdüğü problem öğrencilerin içlerinde yaşadıkları benliklerini çepçevre kuşatıp kıskaca alan problemlere hiç benzemiyor. Kendi kendime geriye o günlerden ne kaldı diye sorduğumda okul arkadaşlıkları ve klasik öğrenci haylazlıklarının dışında bir şey aklıma gelmiyor. Sürekli eğitilmek ve buna bağlı olarak gece gündüz mâhiyetini bilmediğimiz bir şeylere hazırlanmaktan sanki sınıfta çengele asılmış bir soru işâretine dönmüştük. İlk gençlik yıllarımızda ellerimizi, parmaklarımızı daha iyi kullanabilirdik. Kezâ omuzlarımızı, kollarımızı ve dizlerimizi hayâtın türlü ağırlıklarına hazırlıklı hâle getirebilirdik. Hiç kiraz ağacı görmeden kirazı, hiç kümesinde bir tavuk görmeden yumurtayı gördük.

Liseyi bitirince benim gibi kim bilir kaç kişi sormuştur kendine “Nereye gidiyoruz?” diye. Bu dünyâda eğitilmek için mi yaşıyorduk yoksa? Çocukluğumuz ve gençliğimiz hep bir diplomaya sâhip olmak için mi hayattan kopuk mekteplerde geçti? Bir kere de problemin sonucu bizim çözdüğümüz şekilde çıksa ne olurdu? Beden dersinde kasadan atlarken kafamı duvara çarpmıştım. O zaman “Bunun neresi spor?”la başladı müfredâtı sorgulayışım sonra bütün dersleri teker teker sorgulamaya başladım. Bizim sınıfta dudak ihfâsı yapamadığı için dudaklarında uçuklar oluşan Hilmi de benim gibi sorgulayanlar sınıfına dâhil olmuştu.

Her okulun diplomayla tamamlanan mezuniyeti bizi neye ve nereye izinli kılıyordu bunu da çözmüş sayılmazdık. Mâdem büyüklerimiz “oku” demiş bize, o halde sonuna kadar okumalıyız, bakalım ne olacak diye kısa molalar verip okumaya, okumayı okulda sürdürmeye devâm ediyorduk. Uzayıp giden bir filmin sonunu merâk eden izleyiciler gibiydik. Ben meselâ lisede öğrenemediğim çok şeyi liseyi bitirdiğim günün ertesinde öğrendim. Lise mezunu Arapça ve İngilizce bilen İstanbul’da tahsilini tamamlamış biri olarak Galata Köprüsü’nden Topkapı Sarayı’na doğru kafamı çevirip bakarken bir Arap turist âcil tarafından bana tuvaleti sormuştu. Beklemeye tahammülü yoktu. Belli ki çok sıkışmıştı. Tuvaletin nerede olduğunu anlatacak kelimeleri bir türlü örgütleyemiyordum. Aklıma önce ‘Mübteda-Haber’ gelmişti, sonra ‘İnne ve Kardeşleri”… Bir gramerden diğerine doğru dilim yuvarlanıp duruyordu. Zavallı adam benden bir fayda olmadığını görünce kendi çâresine bakmaya karar vermiş ve koşarak yanımdan uzaklaşmıştı. İşte bu olay benim hayâtımın öğretmeni oldu. İlkokuldan lise sona bütün öğrendiklerimi öğrenemediklerimle çarpmış bu çarpmanın sarsıntısıyla ortaya saçılan sayıyla sonuca ulaşmıştım. Sonuç yenilgiye benzer bir şeydi ama bunu dile getirmekte zorlanıyordum. Peyami Safa’nın “Yalnızız” romanını okuduğumda satırlar arasında söylemek istediğim şeyi roman kişilerinden Besim’in şu satırlarında bulmuştum: “Tahsil denilen şey, hayâtımızda on beş seneden fazla süren bir hastalıktır ve mektepten kaçmaktan başka ilacı yoktur.” (s.50)

Lise diplomasını aldıktan sonra girdiğim fakültede geçirdiğim zamânın hayâtımı tesis ve tâmir etmekte ne denli tesirsiz kaldığını şimdi daha iyi anlıyorum. Ne çok derse girdim ne çok okul okudum ve ne çok öğretmenim oldu. Hayâtım üzerinde uygulanan öğrenmeye dayalı çok yönlü seferberlik itirâf etmeliyim ki beni aydınlığa taşımak yerine bu dünyânın müşterisi, tüketicisi ve bilgi hamalı yaptı. Kitaplar beni ve benim âit olduğum kuşağı hiç dahlimiz olmadığı bir dünyânın üyesi kıldılar. Orta yaşın üzerinde seyrettiğim şu günlerde hiç ara vermeksizin bana öğretilen şeylerin beni nereye hazırladıklarını hâlâ çözebilmiş değilim. Bildiğim sâdece şu ki bu dünyâda bir bana öğretilen şeyler var bir de benim öğrendiklerim. Kendi ihtiyarımla öğrendiklerim sâyesinde ayakta durduğumu söyleyebilirim. Müfredâtı kendinden menkul bir eğitim yerine iyi ki de o lise yıllarında hiç elimden düşürmediğim Peyami Safa’nın “Yalnızız” romanındaki roman kahramanlarından Samim’in muhayyilesinden sudûr eden Simeranya Pedagojisine kaydolmuştum. Uzun süre hayâl dünyâmda roman yazarı ve ailesiyle birlikte beni gerçekliğin tahakkümünden kurtaracak ütopik gezintilere çıkmıştım. “Yalnızız” romanının Simeranya istasyonuna geldiğinizde gözlerinizi kapatabilirsiniz. Buyurun hep birlikte okuyalım:

“-Simeranya'da mektepler böyle midir?’

 - ‘Mektep yoktur orada.’

 - ‘İnsanlar analarından âlim mi doğarlar?’

 - ‘Simeranya’da her seviyeye göre okuma salonları, laboratuvarlar, atölyeler, müzik, tiyatro, sinema ve spor evleri vardır. Her yaşta insanlar bunlara devâm ederler. Her merâk ettikleri mevzuu kendileri etüt eder ve öğrenirler. Çocuklar ve gençler için, araştırma metotlarını gösteren kılavuz-öğretmenler vardır. Bunların vazîfeleri öğretmek değil, öğrenmenin yolunu öğretmektir. Çünkü Simeranya pedagojisi, insanın bütün hayâtında öğrendiği şeyleri ancak kendi istediği zaman ve kendi araştırmaları netîcesinde öğrendiğini bilir. Eski dünyâda, yâni Simeranya'ya göre bugünkü dünyâmızdaki okullarda çocuklara ve gençlere öğretilen şeylerin, muayyen istidat ve ihtiyaçları karşılamadıkça, hayatta hiçbir işe yaramadığı anlaşılmış ve klasik mektepten eser kalmamıştır: Sınıf, kürsü, ders programı, nutuk söyler gibi ders veren öğretmen ve profesör yoktur. Sınıfsız, derssiz, diplomasız...” (Yalnızız-Peyami Safa, s.42)

Ekim 2025, sayfa no: 34-35-36

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak