Ara

Doğa-Fıtrat Dengesi

Doğa-Fıtrat Dengesi

“O´nun katında her şey bir ölçüye göredir.” (Ra’d, 8.) 
“Gerçekten Biz, her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık.” (Kamer, 49.) 
“Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm, 59.)
“Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (En’âm, 38.)

Bu âyet-i celîlelerde her şeyin bir denge, düzen ve intizam içinde olduğu, hem de Kitâb-ı Kerîm’de hayatta olabilecek herşey îzah buyurulmuştur.

Semâvât ve arzın muhteşem bir kudretin eseri olduğu beyân edilmiştir. “O ki, birbiri ile âhenkdâr yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allâh’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk, 3.)

Semâvât ve arzı ve içindekileri insanoğlunun hizmetine kulluk için veren Hâlik-ı Lemyezel, insanı madden ve mânen mükemmel yaratmıştır. “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 4.) Mükemmeliyeti aklında ve rûhundadır. Maddesi îtibâriyle de, rızkının temizliği ve endâmının düzgünlüğündedir.

Herşeyi yerli yerince yaratan Rabbimiz kâinatla insanı özdeşleştirmiştir. Kur’ân’ın zâhirini insanın zâhirine, bâtınını da gönül iklîmine benzetmiştir. Bu sebeble Habîb-i Kibriyâ (sav), Hz. Âişe’nin (ra) Hz. Peygamber hakkındaki “O’nun ahlâkı Kur’ân ahlâkıydı.” sözüyle târif edilmiştir.

Kâinât insana göre ayarlanmıştır. İnsanın ihtiyaçlarına cevap veren büyük âlemdir. İnsan ise, kâinâtın örneğini benliğinde taşıyan küçük âlemdir. Bunlar birbirinden ayrılmaz ortak değerlerdir. Kâinât-insan ilişkisinin göstergesi, bütün âlemin nûr-u Muhammedî’den yaratılmasıdır.

Hz. Câbir anlatıyor:

“Ey Allâh’ın Resûlü! Anam-babam sana fedâ olsun, Allâh’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz?” diye sordum. Şöyle buyurdu:

“Ey Câbir! Her şeyden önce Allâh’ın ilk yarattığı şey senin Peygamberinin nûrudur. O nûr, Allâh’ın kudretiyle O’nun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş/cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne de insan vardı.”

“Allah mahlûkları yaratmak istediği vakit, bu nûru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levh’i (Levh-i mahfuz’u), üçüncü parçasından Arş’ı yarattı. Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi’yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı. Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı. Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan mü’minlerin basîret nûrunu/îman şuûrunu, ikinci parçadan -mârifetullahtan ibâret olan- kalplerinin nûrunu, üçüncü parçadan tevhidden ibâret olan ünsiyet nûrunu (Lâ ilâhe illallâh Muhammedu’r-resûlüllâh nûrunu) yarattı.” (İmâm Ahmed, Müsned IV-127.)

Kâinatta Ne Varsa İnsanda da Vardır

Su, hava, ateş, toprak; anâsırı erbaa, dört unsur kâinâtta mevcuttur, insanda da mevcuttur. Dünyânın dörtte üçü sudur. İnsanın vücûdunun da dörtte üçü sudur. Topraktaki elementlerle insanın vücûdundaki elementler aynı karakterdedir. Dünyâyı ısıtan ışıtan güneşin harâreti insanda da vardır. Sıcaklığa işâret, insanın ölünce bedeninin soğumasıdır. Nefes alıp veren insan dünyâdaki havayı temsîl eder.

Bu dört unsur rûhun elinde olursa su, gönüldeki feyz, tecellî, ilham, vâridât, ilm-i ledün, gözden akan yaş olarak dökülür. Nefsin elinde olursa tsunami oluşur. Mânevî âlemi berbâd eder. Hava nefse esir olursa kasırga, rûhun elinde Lâ mekân âleminden esintiler ve Rahmânî kokuları getiren bâd-ı sabâ olur. Ateş rûhun elinde, gönülde aşk muhabbet, felekleri yakan, âhı göğe yükselen nûr olur. Nefsin elinde bir kıvılcımla, şeytânın aldatmasıyla koskoca bir ülkeyi yakar. Toprak nefsin elinde verimsiz çorak bir arâzi olur. Rûhun elinde irfan çiçekleri büyüten, güzel ahlâkla donatılan bir bahçeye dönüşür.

Âlemde Arş, İnsanda Kalb, Âlemde Kürsü, İnsanda Akıl Vardır

İnsan vücûdu ateş, hava, su ve toprak unsurlarından yaratılmıştır. Kâbe’nin dört duvarı bu dört unsuru temsîl eder. Kâbe, insân-ı kâmilin kalbidir. İnsanın bedeni Mekke-i Mükerreme’yi sembolize eder.

Kâinâtla insan hilkatte özdeşleşmişse, kelâm, söz ve ifâdede anlaşıp bir dili konuşsunlar.

“Yedi gök ile onlarda bulunan varlıkların hepsi hâl lisânıyla Allâh’ı tesbîh eder, O’na ibâdet eder, fakat insanlar onların tesbîhlerini anlayamazlar.” (İsrâ, 44.)

Dil İle Tesbîh

Her şey kendi diliyle Hakk’ı tesbîh eder. Ama insanlar kulaklarındaki gaflet tıkacından dolayı bunu anlayamazlar. Zerreden küreye her şey Allâh’ın mutlak düzeni içinde O’nu tesbîh etmekte, O’nun varlığına, vahdâniyetine, kudret ve hikmetine şâhidlik etmektedir.

“Göklerde ve yerde bulunan her şey Allâh’ı tesbîh etmiştir. O, Azîz'dir, Hakîm'dir.” (Hadîd, 1.)

Lokmân (as) buyurur: Ey oğlum! Horoz senden daha akıllı olmasın! O her sabah zikir ve tesbîh ediyor, sen ise uyuyorsun!...

İmâm-ı Begavi Hazretleri, Kâb-ül-Ahbar Hazretleri’nden nakleder. Süleymân aleyhisselâm’ın bildirdiğine göre, bâzı kuşlar öterken derler ki:

Tavus kuşu: Cezâlandırdığın gibi cezâlandırılırsın. 

Hüdhüd: Merhamet etmeyene merhamet olunmaz. 

Göçeğen: Ey günahkârlar, Allâhü Teâlâ’dan afv ve mağfiret isteyin! 

Kaya kuşu: Her canlı ölecek, her yeni eskiyip çürüyecektir. 

Kırlangıç: Ne yaparsanız, onu bulursunuz.

Güvercin: Yeri göğü mahlûkâtla dolduran Rabbimi, noksan sıfatlardan tenzîh ederim. 

Kumru: Sübhâne Rabbiyel-a’lâ. 

Karga: Allâhü Teâlâ her şeyi helâk edecektir.

Kustat kuşu: Susan, başına belâ ve musîbet gelmesinden kurtulur. 

Papağan: Düşüncesi dünyâ olan kimseye yazıklar olsun.

Doğan: Sübhâne Rabbî ve bihamdihî.

Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri (ks), “Allah Teâlâ’yı en az zikreden insandır.” der.

Bir defasında, Dâvûd Aleyhisselâm: “Bu gece Allâhü Teâlâ Hazretleri’ni öyle tesbîh edeceğim ki, mahlûkâtından hiçbir kimse; onu bu şekilde tesbîh etmeyecek, etmemiştir!” dedi.

Bunun üzerine evinin (bahçesindeki) suyun içinde olan bir kurbağa Dâvûd (as)’a seslendi: “Ey Dâvûd! Sen Allâhü Teâlâ Hazretleri’ni çok tesbîh etmekle övünüyor musun? Tam yetmiş senedir Allâhü Teâlâ Hazretleri’ni zikrediyorum. Allâh’ın zikrinden dilim kurumadı. Ve bu on gecedir de şu iki kelimeyle meşgûl olmaktan hiçbir şey yemedim ve içmedim.”

Dâvûd Aleyhisselâm: “O iki kelime nedir?” diye sordu.

Kurbağa: “Şunlardır” dedi: “Ey her bir lisân ile tesbîh olunan! Ve her bir mekânda zikir olunan (Rabbim seni noksan sıfatlardan tesbîh ve tenzîh ederim).”

Bunun üzerine Dâvûd Aleyhisselâm kendi içinde:
“Ben bundan daha beliğ bir söz söyleyemem!” dedi.

BAK

Seyyah, seyrin bir hoş ola,
Dağa, taşa ibretle bak,
Gezdiğin ovaya, yola,
Dik yokuşa, ibretle bak.

Canlı ve cansız olana,
Esrârengiz şu plana,
Yerde sürünen yılana,
Kurda, kuşa ibretle bak.

Kara kaşa, elâ göze,
Ak sakala, tüysüz yüze,
Her geçen bahara, güze,
Yaza, kışa ibretle bak.

Uçsuz, bucaksız fezâya,
Güneşe, yıldıza, aya,
Direksiz duran semâya,
Et temâşâ, ibretle bak.

İbrahim çöz şu düğümü,
Tetkîk eyle gördüğünü
Bırak bayramı, düğünü,
Gel de cûşa ibretle bak.

İbrahim Günaydın

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak