Arapça’da “devlet” veya “dûlet” kelimesi; “değişmek, bir halden başka bir hâle dönmek; nöbetleşe birbiri ardınca gelmek, dolaşmak; üstün gelmek, zafer kazanmak” gibi anlamlara gelir. Çoğulu “düvel”dir. Bāzı dil âlimleri kullanım bakımından bu iki kelime arasında bir fark bulunmadığını ifâde ederken, bāzılarına göre “devlet” savaşla, “dûlet” ise malla ilgili olarak kullanılır. İlki zaferin taraflar arasında el değiştirmesini, diğeri ise servet ve zenginliğin dolaşımını ifâde eder.1
Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere, Allah (cc), yeryüzünün yönetimini ve malı insanlar arasında dönüşümlü kılmıştır. İnsanlık târihi, bu ilâhî takdîrin en büyük şâhididir. İbn Haldûn, devletleri insanlara benzetmiştir; doğarlar, büyürler ve ölürler. Geçmişten günümüze kadar birçok devlet kurulmuş, ardından miādını doldurarak yıkılmış, yerlerine yenileri gelmiştir. Bu ilâhî döngü böylece sürüp gitmektedir. Mâlî güç de aynıdır; sürekli el değiştirir.
“İşte o günleri biz insanlar arasında döndürüp dururuz; tâ ki Allah îmân edenleri ortaya çıkarsın ve sizden şâhitler edinsin. Allah zālimleri sevmez.”2
Allah Teālâ, mal ile bireyleri; devletle de toplumları imtihân etmektedir. Bu imtihânın maksadı, kendilerine verilen idârî ve ekonomik imkânlarla güç zehirlenmesi yaşayıp yaşamayacaklarını ortaya koymaktır. Kur’ân-ı Kerîm, fert ve toplum olarak yeryüzünde iktidar sâhibi olanların bu nîmetleri nasıl kullandığını bizlere göstermektedir. Kimileri kendilerine verilen imkânları Allâh’ın rızāsına uygun biçimde kullanmış ve O’nun övgüsüne mazhar olmuş, kimileri ise bu nîmetle azgınlaşmış ve helâke sürüklenmiştir.
Aynı zamanda Kur’ân, kendilerine yeryüzünde iktidar verilenlerin bu iktidârı kalıcı ve hayırlı kılabilmeleri için uymaları gereken temel ilkelere de işâret eder. Devlet idâresinde bulunanların riāyet etmesi gereken bu esasların bāzıları, bu yazının sınırları dâhilinde şu şekilde özetlenebilir:
Emânetin Ehil Kimselere Verilmesi
“Allah size, emânetleri mutlakā ehline vermenizi emretmektedir.”3 Bu Âyet-i Kerîme bize emânet konusunda iki görev yüklemektedir:
- Devleti yönetecek kimseler seçilirken liyâkat sâhibi olanların tercîh edilmesi gerekir.
Eğer emânet, ehil olmayan ve liyâkatsiz kimselere verilirse, düzen bozulur, adâlet yerini zulme bırakır. Böyle bir durumda devletin çöküşü mukadder olur. Sevgili Peygamberimiz (sav) bu hususta şöyle buyurmuştur: “İş ehil olmayana verildiği zaman kıyâmeti bekleyiniz.”4 - Devleti yönetenlerin, yönetim görevlerini yürütürken işleri ehil kimselere tevdi etmeleri gerekir.
Eğer görevler ehliyet sâhibi olmayanlara verilirse, bu kişiler yetkilerini suistimâl eder; devleti kendi menfaatleri doğrultusunda kullanırlar. Bu da disiplinin bozulmasına, âsâyişin sarsılmasına ve toplumsal düzenin çökmesine yol açar. Bu sebeple görevlendirmelerin liyâkat esâsına göre yapılması elzemdir.
Akrabâlık, dostluk, hemşerilik, partizanlık, torpil, rüşvet, hātır ve gönül gibi kriterlerle yapılan atamalar, devlet yapısını içten içe çürütür. Sâdece İslâm târihi değil, insanlık târihi boyunca birçok devlet bu tür kayırmacılık anlayışları sebebiyle yıkılmıştır.
Adâletle Hükmedilmesi
“İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.”5
Adâlet, kâinâtın ekolojik; insanın fizyolojik, devletin sosyolojik; āilenin ise sevgi, saygı ve huzur dengesidir. O, her yapının kıvâmı ve ayakta tutan direğidir. Denge bozulduğunda hiçbir şey ayakta kalamaz; kıvam kaybolduğunda ise hayâtın ne tadı kalır ne de tuzu...
Devlet idârecileri adâleti yitirdikleri anda, toplumun dengesi sarsılır. Adâlet, her hak sâhibine maddî ve mânevî tüm haklarını eksiksiz olarak teslîm etmektir. Hak sâhibine hakkını vermemek, zulmün tâ kendisidir. Zulüm ise bir devletin ya da sistemin yıkılmasının en büyük sebebidir. Çünkü zulümle pâyidâr olunamaz.
Hak sâhiplerinin haklarının verilmemesi, zālim idârecilerin en temel vasfıdır. Bir devlete zulüm egemen olduğunda, o devlet yıkılmaya mahkûmdur. Bu, ilâhî bir kānundur:
“Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına (iyiliği) emrederiz; buna rağmen onlar kötülük işlerler. Böylece o ülke helâke müstehak olur; biz de orayı darmadağın ederiz.”6
Devlet başkanlarının adâletten sapma sebepleri:
- Güçlülerin Yanında Yer Alıp Zayıfları Ezmeleri
Devlet yöneticilerinin güçlü sınıfı kayırıp, zayıf ve savunmasız halk kesimini görmezden gelmeleri en büyük adâletsizliklerden biridir. Bu durum târihte Firavun’un uygulamalarıyla sembolleşmiştir:
“Firavun, Mısır toprağında gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor, onların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı.”7
Peygamber Efendimiz (sav), bu konudaki adâlet ölçüsünü şu hadîs-i şerîfiyle ortaya koymuştur: “Sizden önceki milletlerin yok olmasına sebep, içlerinden soylu biri hırsızlık yapınca ona dokunmayıp, zayıf biri hırsızlık yapınca ona cezâ vermeleriydi. Allâh’a yemîn ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim.”8
- İzzet Ehlini Zelîl, Zillet Ehlini Azîz Kılmaları
“Krallar bir ülkeye girdiler mi, oranın altını üstüne getirirler ve halkının ulularını aşağılanmış duruma düşürürler. Onlar da böyle yapacaklardır.”9
Bu âyet-i kerîme, güç zehirlenmesine uğrayan bir devlet başkanını tasvîr etmektedir. Tıpkı günümüzde zālim diktatörler ve tāğûtî rejimler gibi... Girdikleri her yeri tahrîp eden, kadın, çocuk, yaşlı, sivil demeden katleden; mâsumla suçlu arasında ayrım gözetmeyen bu zālim güçler, sâdece kendi ülkelerini değil, tüm insanlığı felâkete sürüklemektedirler. Zālim siyonistler ve onların destekçileri bu âyetin günümüzdeki en bâriz örneklerindendir.
- Irk, Milliyet, Bölge, Dil, Renk, Din, Mezhep ve Meşrep Ayrımcılığı Yapmaları
Bu tavır, bir devleti birlik ve berâberlikten uzaklaştıran, toplumu iç çatışmalara ve kaosa sürükleyen en tehlikeli tutumdur. Bu ayrımcılık, asabiyet mikrobu gibi bünyeye girer girmez yıkıcı tesirlerini göstermeye başlar. Telâfîsi güç tahrîbatlara yol açar. Rabbimiz bu konuda bizleri açıkça uyarmaktadır:
“Hep birlikte Allâh’ın ipine sımsıkı yapışın, bölünüp parçalanmayın. Allâh’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşmandınız da Allah gönüllerinizi birleştirdi; O’nun nîmeti sâyesinde kardeş oldunuz. Siz, bir ateş çukurunun kenârındaydınız da oradan sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız.”10
Mehmet Âkif Ersoy, bir milletin iç bütünlüğünün ne denli hayâtî olduğunu şu vecîz mısrâlarla ifâde eder:
“Girmeden tefrîka bir millete düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”
Gerçekten de bir milletin iç yapısı dağılmış, fertleri birbirine düşman hâle gelmişse, oraya düşman girmeden de yıkım başlamış demektir. Kalplerin bir attığı, birlik ve kardeşlik hukûkunun gözetildiği toplumlar ise dış tehditlere karşı en güçlü savunmayı oluşturur.
Bu çerçevede, âdil bir devlet, vatandaşları arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin her bireyin temel haklarını korumakla yükümlüdür. Devletin görevi, toplumun tüm kesimlerinin eşit biçimde kamu imkânlarından yararlanmasını temin etmek ve herkesin hukûkunu teminat altına almaktır.
Târihte bunun en güzel örneklerinden biri Zülkarneyn (as)’dır. O, adâletiyle geniş coğrafyalarda hüküm sürmüş ve yeryüzüne nizam getirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm bu hususta şöyle buyurur:
“Gerçekten biz onu (Zülkarneyn’i) yeryüzünde iktidar ve kudret sâhibi kıldık; ona (muhtaç olduğu) her şey için bir sebep (vesîle ve imkân) verdik.”11
Zülkarneyn’in (as) başarısının sırrı, sâhip olduğu gücü adâletle yoğurması ve bu adâleti uygularken kimse arasında herhangi bir ayırıma gitmemesidir. Adâletin kuşattığı bir yönetimde zulüm barınamaz; ayrımcılık kök salamaz, toplum huzur bulur.
Bu bağlamda, Sevgili Peygamberimizin (sav) oluşturduğu Medîne Sözleşmesi de târih boyunca adâletin, eşitliğin ve birlikte yaşama hukûkunun en güzel örneklerinden biri olarak karşımızda durmaktadır. Farklı inanç ve kabîle mensuplarını aynı çatı altında bir araya getiren bu sözleşme; din, can, mal ve inanç özgürlüğü gibi temel hakları güvence altına alarak adâletin tesisine örnek olmuştur.
- Fıtrata Müdâhale Etmeleri
“Hâkimiyeti ele aldığında ülkede bozgunculuk çıkarır; ekinleri ve nesilleri yok etmeye çalışır. Allah, bozgunculuğu sevmez.”12
Zālimlerin en temel vasfı, bozmaktır; ifsaddır. Onlar, var olanı korumak ya da îmâr etmek için değil, yıkmak, sömürmek ve yozlaştırmak için harekete geçerler. İnsan, hayvan, bitki ve eşyâ fark etmeksizin yaratılışın özüne müdâhale eder; genlerle oynarlar. Onların gāyesi hizmet değil sömürü; îmar değil tahrip, ıslah değil fesaddır. Nizâmı değil kaosu, huzûru değil anarşiyi hedeflerler.
Böylece toplumun hem fizikî hem mânevî yapısıyla oynayarak en büyük zulmü işlerler. Çünkü onlar ilâhî bir nizâma değil, şeytānî bir düzene râm olmuşlardır. Günümüzde Gazze’de yaşananlar, bu fesâdın ve zulmün çağdaş bir tezāhürüdür. Kadını, çocuğu, yaşlıyı, sivili hedef alan bu vahşet, şeytānî bir düzenin eseridir.
- Kendilerini Emânetin Sâhibi Zannetmeleri
Zālim idârecilerin bir diğer özelliği ise, emâneti emânet bilmeyip, onu mülk gibi görmeleridir. Kur’ân-ı Kerîm, bu hususta Firavun’u örnek gösterir:
“Firavun kavmine seslendi ve dedi ki: 'Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?'”13
Firavun, kendisine emânet edilen mülkü sâhiplenerek, ilâhî sınırları aşmış ve azgınlaşmıştır. Oysa mülk Allâh’ındır; idâre ise sâdece bir emânettir. Bu hakîkati kavrayanlar ise Süleyman (as) gibi davranırlar. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm Süleymân’ı şu sözleriyle örnek gösterir:
“(Elçiler, hediyelerle) Süleyman'a geldiklerinde, o şöyle dedi: 'Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allâh’ın bana verdiği, sizin verdiklerinizden daha hayırlıdır. Hediyenizle (siz sevinirsiniz), ben değil!'”14
Süleyman (as), ilâhî bir emânetin farkında olan bir hükümdardır. O, hükmetmenin bir lütuf ve sorumluluk olduğunu bilerek hareket etmiş, aslâ güç zehirlenmesine kapılmamıştır.
- Güç Zehirlenmesi Yaşamaları
“Biz, refâhından şımarmış nice memleketi helâk etmişizdir. İşte onların yurtları! Kendilerinden sonra oralarda pek az insan oturmuştur. Oralara biz vâris olduk.”15
Târih boyunca birçok kavim, refâhın sarhoşluğu ve iktidârın verdiği kibirle azgınlaşmış, nihâyetinde helâke sürüklenmiştir. Şımarıklık, israf, zulüm ve adâletsizlikle beslenen bu süreç, ilâhî adâletin tokadıyla son bulmuştur. Zenginliğin ve kudretin getirdiği kibir, yönetim erkini yozlaştırmış; bu da toplumların çöküşüne zemin hazırlamıştır.
Devlet idâresinin, ehliyet ve liyâkat sâhibi olmayan kimselerin eline geçmesi; yönetenlerin ise devleti temsîl ederken adâlet terâzisini kaybetmesi hâlinde, hiçbir sistem uzun ömürlü olamaz. Adâletin yokluğu, sâdece hukûkun çöküşü değil, toplumun ahlâkî ve sosyolojik çöküşü demektir.
Târih boyunca uzun ömürlü ve istikrarlı kalabilmiş tüm devletlerin ortak paydası, bu üç temel üzerine inşâ edilmiş olmalarıdır: Emânet, ehliyet ve adâlet. Bunlar bir devletin yalnızca bekāsının değil, aynı zamanda halkının da huzur ve güven içinde yaşamasının teminâtıdır.
Dipnotlar:
1 Ahmet Davutoğlu “Devlet” TDV İslâm Ansiklopedisi 1994 (İstanbul), 9/ 234-240.
2 Âl-i İmran 3/140.
3 Nisâ 4/58.
4 Buhārî, İlim 2, Rikāk 35.
5 Nisâ 4/58.
6 İsrâ 17/16.
7 Kasas 24/4.
8 Buhārî, Enbiyâ 54, Megâzî 53, Hudûd 11, 12; Müslim, Hudûd 8, 9. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Hudûd 4; Tirmizî, Hudûd 6; Nesâî, Sârık 6; İbni Mâce, Hudûd 6
9 Neml 22/34.
10 Âl-i İmran 3/103.
11 Kehf 18/84.
12 el-Bakara 2/205.
13 ez-Zuḫruf 43/51.
14 en-Neml 27/36.
15 el-Ḳaṣaṣ 28/58.
Mayıs 2025, sayfa no: 10-11-12-13
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak