Ara

Deveci İle Filozof

Bir bedevî devesine iki çuval yükler, kendisi de üzerine binerek yola koyulur. Yolda, üstü başı perîşân bir filozofa rastlar. Laf arasında, filozof bedevîye sorar:
  • Devenin üzerindeki çuvallarda ne var?
Bedevî:
  • Birinde buğday dolu, diğerinde kum.
  • Neden kum doldurdun?
Bedevî cevap verir:
  • O çuval boş kalmasın, devenin üzerinde dengeyi tutsun diye…
Filozof bedevîye:
  • Akıllılık edip de buğdayın yarısını bir çuvala diğer yarısını da öteki çuvala koysaydın hem devenin yükü hafiflerdi hem de çuvalların, der.
Bedevî bu fikri çok beğenir.
  • Hakkın var, düşünemedim… diyerek öyle yapar…
Yapar ama, bu derece akıllı adamın hâline şaşar. Nasıl olur da bu akılla bu adam böyle perîşân gezer, diye düşünür. Merâkını yenemez, sorar:
  • Ey akıllı adam. Sende bu akıl, bu fikir varken, niye böyle yaya yürüyor yoruluyorsun? Böyle bir akılla sen ya sultânsın, ya vezir. Doğru söyle nesin sen?…
  • İkisi de değilim, halktan bir kimseyim.
Bedevî tekrar sorar:
  • Kaç deven, kaç öküzün var?
  • Hiç.
  • Peki, bâri dükkanındaki mal ne, onu söyle.
  • Benim ne dükkanım, ne yerim, ne yurdum var. Ben filozofum.
  • O hâlde kaç paran var?
  • Ne parası, ekmek alacak tek mangırım yok. Yalın ayak, başı kabak dolaşır dururum. Bu kadar hikmet ve bilgiden ancak hayâl ve baş ağrısı elde ettim.
Bedevî, bu cevâba fenâ hâlde kızar:
  • Defol, uzaklaş yanımdan, der. Senin bilgin, nasîhatın bana da zarar verir, başıma dert açar. Sen şu yoldan git, ben bu yoldan. Bir çuvalımda buğday öbüründe kum olması, senin hikmetinden, boş, faydasız felseden daha iyi…
MESNEVÎ Fikir ona derler ki, bir yol açsın, yol ona derler ki, bir gerçeğe ulaşsın. Sultân ona derler ki, kendiliğinden sultân olsun, hazînelerle askerlerle değil… (c.II, Beyit 3207 - 3208) AÇIKLAMA Bu hikâyede söz konusu edilen filozof sâdece teoriyle, laf cambazlığı ile vakit geçiren, maddî-mânevî sahada işe yarar bir fikir üretemeyen ve bir baltaya sap olamamış tipte bir kimse olsa gerektir. Ayrıca Hz. Mevlânâ’nın, materyalist felsefecilere karşı olduğu da bilinmektedir. Ona göre, tabiattan ve hayalden doğan yâni materyalist olan felsefe Allâh’ın feyiz ve nûrundan yoksundur. Bu türlü düşünüş insanı inançsızlığa ve mutsuzluğa götüreceğinden, dînî açıdan hoş karşılanmaz. Düşünce birikimleri elbette iyidir. Tevhid ve Allah (cc) inancını içinde bulundurursa bu birikimlerin bir adı da “hikmet”tir ki, Kur’ân-ı Kerim’de “Bir kimseye hikmet verilmişse ona birçok şey verilmiş demektir.” (Bakara, 269.) buyurulur. İslâm dîni her türlü bilgiyi alabildiğine teşvik eder. Bununla birlikte, hikâyedeki olayı hatırlatır biçimde Hz. Peygamber (sav), “Faydasız ilimden Allâh’a sığınmayı” tavsiye eder. “Faydalı ilim” istememizi bildirir. Buradaki fayda hem maddî hem de mânevî; hem dînî hem de dünyevî faydadır. Konuyla ilgili hadislerden biri şöyledir: “Ey Allâh’ım; fayda vermeyen bilgiden, ürpermeyen kalbten, doymayan nefisten ve kabûl edilmeyen duâdan sana sığınırım.”1 Fîhi Mâfih’te de bu konuyla ilgili bir hikâye yer alır. Pâdişâhın biri, oğlunu esrârengiz ilimlerle meşgûl bir topluluğa verir. Amacı onun astroloji, reml gibi bilgileri öğrenip gâipten haber verme, geleceği tahmin etme gibi sahalarda yetişmesini sağlamaktır. Çocuk son derece aptal yaradılışlı olmasına rağmen, becerikli hocaları onu çok iyi yetiştirirler ve gerekli bilgileri ona fazlasıyla öğretirler. Sonunda çocuk, o sahada tamâmen üstâd olarak babasının yanına döner. Bir gün pâdişah oğlunu imtihân etmek ister ve avucunun içine bir yüzük saklar:
  • Söyle bakalım, avucumda ne vardır? diye sorar. Çocuk düşünür:
  • Avucundaki yuvarlak, ortası delik, sarı bir şeydir! der. Pâdişah sevinir.
  • Özelliklerini doğru bildin, şimdi de ne olduğunu söyle, deyince
Çocuk:
  • Avucundaki kalbur olması lâzım! der. Pâdişah çok üzülür ve şöyle söylenmekten kendini alamaz:
  • Aklı hayretler içinde bırakan bu kadar özelliği bilgi ve tahsil sâyesinde söyledin, fakat kalburun avuca sığmayacağına nasıl akıl erdiremedin a evlâdım?
Mevlânâ şöyle ilâve eder: Bunun gibi zamânımızdaki bilginler de kılı kırk yarıyorlar. Kendileriyle ilgili olmayan şeyleri pek iyi biliyorlar. Fakat önemli olan ve kendilerine herşeyden yakın bulunanı, yâni kendi kendilerini bilmiyorlar.2 Prof. Dr. Mehmet Demirci (Ekim 2016)  Dipnotlar: 1 Müslim, Zikr, 73. 2 Mevlânâ, Fîhi Mâfî, çev. M. Ülker Tarıkahya, s. 23, İstanbul 1958; Fîhi Mâ Fîh, terc. A.Avni Konuk, yayına haz. Selçuk Eraydın, İz yayıncılık, s. 19, İstanbul 1994.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak