Alvin Toffler şöyle demiştir: “21. yüzyılın câhilleri, okuma yazma bilmeyenler değil, öğrenmek için çaba sarfetmeyenler, dayatılan yanlışlardan vazgeçmeyenler ve doğrusunu öğrenmek istemeyenler olacak.”
Modern toplumlar, câhil kalabalıklar yığını hâline gelmiştir. Kişi ubûdiyet sıfatlarından yoksun, teslîmiyet ve fedâkârlıktan bîhaberdir. Dünyâ; mütevâzi, fakîr, fedâkâr ve sâdık mürîdlerden mahrum kalmaktadır. Dünyevîlik virüsü insanın mânâ bünyesini son derece zayıflatmıştır. Mü’min, derviş, kul gibi ulu zâtların, hiçbir zaman olmadığı kadar nâdirleştiğine şâhit olmaktayız. Bununla berâber menfaat virüsü toplumumuza girmiş, sahtekârlık ve münâfıklık yayılmıştır. İnsan gibi bir kutsal varlığın dünyevîleşmesi felâketlerin kaynağıdır.
Mürîdlik sıfatının kaybı, Ümmet-i Muhammed’in en büyük kaybıdır. Kalpte aşk ve ubûdiyet barınmıyorsa, önce kalp çürümeye başlar, sonra insanlığını yitirir. Dünyâyı dervişlikten mahrum bırakırsak, Efendimiz’den (sav) gelen feyz kaynağında bir kesinti başlar. Güzellik, muhabbet, mânâ, bereket, huzur yok olmaya yüz tutar; ardından ızdırap, zulüm, hastalık, cehâlet, sahtekârlık ve yozlaşma çoğalır.
Şems-i Tebrizî, mürîdi şöyle izah eder:
“Mürîdin biri dedi ki: ‘Ben her gün yetmiş kere Tanrı’yı açıkça görürüm.’ Şeyhi dedi: ‘Senin bir kere Bâyezid-i Bestâmî’yi görmen, Tanrı’yı yetmiş kere görmenden daha iyidir.’ Mürîd meşelikten dışarı çıkıp da Bâyezid’i görünce düşüp öldü, çünkü āşık idi. Böylece sevgiliyi arama yolunda canını verdi. Yāni kendinde bir parça nefs kalmıştı onu da fedâ etti.”
Hz. Mevlânâ’nın kelâm-ı mübârekleri ile:
“Derviş bedenini de rûhunu da fedâ eder. Bu, her cömertçe işin temelidir.”
Bir gün Hz. Mevlânâ’ya gelinerek bir tekkede Şeyh’e ihtiyaç olduğu söyleniyor. Dervişlerinden birini gönderiyor ve Şems-i Tebrizî Mevlânâ’ya dönerek şöyle söylüyor: “İyi ki şeyh istediler, derviş isteselerdi ya sen ya ben gidecektik.”
Hz. Süleyman Veliyyüddîn ve Azîz Mahmûd Hüdâî Hazretleri mürîdliğin en yüce örneklerini gösterdiler. Hüdâî Hazretleri kadı iken, Üftâde Hazretlerine gelir ve çok büyük bir iştiyakla kendisine bende olmak, biat etmek istediğini söyler. Üftâde Hazretleri; “Sen buraya giremezsin burası hiçlik kapısıdır!” der. “Bu kapıdan girmek istersen şâyet ciğer sat!” diye de şart koşar. Mürîd olma arzûsuyla yanıp tutuşan Azîz Mahmûd Hüdâî Hazretleri bu söz üzerine benliğini teslîm edip malını, mülkünü ve dünyâyı elinin tersi ile itmiş ve pazarda ciğer satmaya başlamıştır.
Sâdece bir meslek vardır; o da dervişliktir. Diğer bütün meslekler dervişlikte kāimdir. Derviş tevhîdin nûruna ermiştir, çünkü gönlünde mâsivâdan arınmıştır. Derviş dünyâyı gönülden söküp atar, ubûdiyete erer, böylelikle mîrâcı yaşar ve Allah Teālâ onun kalbine misâfir olur.
Fahr-i Kâinât Efendimiz aleyhi’s-salât ü ve’s-selâm; “Ashâbım yıldızlar gibidir; hangisini tâkip ederseniz
hidâyeti bulursunuz.” buyurmuşlardır.
O yıldızları tanımak, hayatlarımıza örnek almak imkânı varken ilgisiz kalıyoruz. Merâkımız söndü. Başımızı göğe kaldırmıyoruz. O yıldızlara bakmak onları görmek yerine başımızı eğiyor, karanlığımızı artırıyoruz.
Görme yeteneğimizi kaybettik; kör, sağır, duyarsız ve dilsiz kaldık. En nûrânî misâllerden, Ehl-i Beyt-i Mustafâ’nın, Sahabe Efendilerimiz’in ve Allah dostları Evliyâların yaşadıklarından ve öğütlerinden etkilenmez hâle geldik. Bu sebeple onlardan öğrenmek, hidâyet bulmak, ibret almak, onları tâkip etmek gibi bir niyetimiz yoktur.
Allâh’a giden yol, sonsuz Cemâl ve Kemâl istikāmetine giden yoldur. Rızā aramak, şifâ bulmak yerine şefâat, menfaat, sevap kazanmanın peşindeyiz. Dîni yaşamak yerine dîni kullanmaktayız.
Allah Teālâ bizim önümüze sonsuz bir gök sofrası sermiş ve hayat suyu ikrâm etmiştir. Fakat katılmayı arzu edemedik. İlâhî huzurda olmaya çalışamadık. İbâdet yaparken Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm olan Allâh’ı arzulamadık, O’na karşı şükür ve rızā hissedemedik.
Bugünlerde insanlar, uhrevî lezzetlerin hakîkatlerini idrâk edemez hâle gelmektedir. İrâde ve kararlılık gücümüzü yitirmiş vaziyetteyiz. Cesâreti, dürüstlüğü, azmi ve koşulsuz teslîmiyeti kaybetmişiz. Modern hayat, dilini yutmuş bir vaziyettedir. Düşünme melekesini, konuşmayı ve paylaşma kābiliyetini yitirmişiz. Samîmî dostluktan ve kardeşlikten mahrûmuz.
İnsan gibi eşref-i mahlûkāt olan bir varlığın dünyevîleşmesi felâketlerin kaynağıdır. Bu sebeple görme yeteneğimizi kaybettik; kör, sağır, duyarsız ve dilsiz kaldık. Artık kalpleri olsa da Allâh’ı hissetmezler, kulakları olsa da hakîkatin sesini işitmezler, gözleri olsa da hakkın nûrunu göremezler denilenlerden olduk. Allah Teālâ, Kur’ân-ı Hakîm’de buyurmuştur ki: “Allâh’ın yaratmış olduğu varlıklar arasında en şerli ve zararlı olanı; kulağı duyduğu halde hakîkati işitmeye yanaşmayan, konuşabildiği halde dilini Allah için döndürmeyen ve aklı olduğu halde akıl yürüterek gerçeği bulamayan kişidir.” (Enfâl, 22.)
Günlük tüketilen sahte câzibelerden, dünyâ bağlarından âzâd olmalı ve Allâh’ın peygamberleri ve velîlerinin feyizlerine gönlümüzü açmalıyız. Bütün kâinâta rahmet olarak gönderilenin ve O’na tâbi olmuşların kulu-kölesi olmalıyız. Hz. Âdem ile Hz. İbrâhîm’in nurlu örneklerinden kendimize pay çıkarmalıyız. Onların aydınlattığı yolda peşlerinden gitmeliyiz. Hidâyet nûru Allâh’ın bize gönderdiği yüce peygamberler, evliyâlar ve şehitlerin ayak izini tâkip ederek kazanılır.
Peygamber Efendimiz aleyhi’s-salât ü ve’s-selâm bir hadîs-i-şerîflerinde: “Kul, Allâh’a yaklaşmasıyla iyileşir.” buyurmuştur.
İnsanın erişebileceği en yüksek makam; ubûdiyet makāmıdır! Efendimiz Muhammed Mustafa aleyhi’s-salât ü ve’s-selâm bu makāmın tâ kendisidir. O, Kâinâtın iftihārı, gelmiş geçmiş en yüksek makāmın sāhibi olmasına rağmen, insanların en alçakgönüllüsü, en mahviyetkâr olanı idi. Kelime-i şehâdette Allah Teālâ Habîb’ini hem kul hem de resûl olarak zikretmektedir: “Şâhitlik ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve resûlüdür.” Kelime-i şehâdet, bize İslâm’ın özünün kulluk hazîneleriyle dopdolu olduğunu gösteriyor. Peygamber Efendimiz aleyhi’s-salât ü ve’s-selâm bizzat kendi asil davranışları ve yüce ahlâkıyla, Allâh’a kul ve ümmetine hâdim olmanın, hakîkati tebliğden öncelikli olduğunu göstermiştir.
Resûllullâh aleyhi’s-salât ü ve’s-selâm’ın güzelliği, kulluk makāmının güzelliği gibidir. Kulluk makāmının nûru ise mîrâcın nûru gibidir. Mîrâc yaşanmadan kulluk bilinemez. Kul olmadan Allâh’ın huzûruna kabûl olunamaz.
İşin özü melek gibi olmak değildir, asıl olan abdiyyettir. Abdiyyet ise mîrâca götürür. Çünkü kulluk yaşanmadan mîrâca erişilmez. Kul ne kadar çok fedâkârlık gösterirse, Allah da kulunu o kadar çok O’nun kurbiyet cennetiyle şereflendirir. Ne kadar güzel davranışlarda bulunursa Cemîl-i Mutlak da onu o kadar ilâhî huzûrunun Cemâliyle müşerref kılar.
İnsanın ulaşabileceği en yüksek makam; Allâh’ın bu dünyâda halîfesi olduğunu idraktir. İnsan kendindeki hilâfet sırrını kemâl ile yaşayıp ubûdiyet sırrına erer.
Var olmamızın sebebi kulluktur. Hakîkî kul, sırf Allah ile buluşmak, O’na kavuşmak, O’nu görmek ister. Tek arzusu Cemâlullâh’ı müşâhede etmektir.
Kul, var olma durumudur. Kul varlığın dünyâ olmadığını göstermektedir. Dünyâ bittiğinde kul varlığı başlar. Kul nurdur. Kul, gönlünün en derinlerinden dünyâya parlayan tevhîd nûrunun parlak aydınlığıdır. Kul, nefsine müteallık bir şahsiyetle zerre ilgili değildir. O kendi nefsini kurbân etmiştir. Yaşayan bir şehittir ādetâ.
Kul, Allah’tan gayrısına kulluk etmez. Kul, korku ve üzüntü duymayan bir varlıktır. Kulun varlığı sükûnettir. Kul tamâmen Allâh’a āittir. Kendi irâdesi yoktur. Sāhibine itāat eden bir köle gibidir. Ubûdiyeti öyle bir mükemmelliğe ulaşır ki tanınmaz hâle gelir. Görüntüsü herkes gibidir. Zāhiri çarpıcı bir sâdelikte, kıyâfetlerinden tanınmayacak bir nişansızlığa erer.
Kul korku ve üzüntü duymayan bir varlıktır. Âyetin söylediği gibi: “Biliniz ki Allah dostları için ne korku ne de hüzün vardır.” (Yûnus Sûresi, 62. âyet) Kul, varoluş mağarasını terk ettiğinde Cenâb-ı Hakk’ın sonsuzluğunu idrâk eder. Kul gönlünün en derinlerinden dünyâya parlayan tevhîd nûrunun parlak aydınlığıdır. Kul dünyâdan vazgeçip, ebedî güzelliklere varır ve kurbiyetin râyihalarını doyasıya koklar.
Mîrâcın son mertebesine “sidret-ül-müntehâ”ya vardıklarında Cebrâil (as) Hz. Peygamber’e: “Burayı geçersem yanarım” demişti. Efendimiz kul olarak götürüldüğü için yanmadı.
Âdem aleyhisselâm varlık çölündeki bereketli kulluğun parlaklığını gösterir. Cenneti, küçük bir itāatsizlik sonucu, bir buğday tânesi için terk etti ve dünyâya inmek durumunda kaldı. Sonra da mütevâzı bir öğrenci, acziyet içinde yanan bir kalble gözü yaşlı, Yaratıcısına hayranlıkla dolu bir yolcu ve arayıcı oldu.
İbnü’l-Arabî Hazretleri, velâyetin üç müteselsil safhasını şöyle târif buyurmaktadır: “Eğer fakr, irâdenin sükûtu ise, ümmîlik aklın sükûtudur, ubûdiyyet ise varlığın sükûtudur.” Varlığın sükûtu ubûdiyyet makāmını temsîl eder.
Hz. Mevlânâ mükemmel kulluğun tanımını şöyle yapıyor:
“Bir velînin kalbinde muhabbetullah’tan başka bir şey yoktur. Onun kalbinde O’nunla buluşmak hâriç bir istek barınmaz. Evi hayırdan da şerden de temizledim, orada bir muhabbetullah kaldı. Bir köle bütün kalbiyle âzâd olmak ister, ama âşık ebeden köle kalmak ister.”
“Güneşi bırak da zerre ol! Kapımda otur. Evsiz barksız kal. Mumluk dâvâsına kalkışma, pervâne ol. Bu sûretle dirilik sultanlığını bulur, kullukta gizli olan pâdişahlığı görürsün.”
Tirmizî Hazretleri kulluk makāmını şu şekilde târif ediyor: “O, Allâh’ın tamâmen kontrolüne aldığı kuldur. İlâhî muhâfaza altındadır, Allah ile konuşur, Allah ile işitir, Allah ile dinler, görür, yapar ve tefekkür eder. Allah onu dünyâ çapında meşhûr etmiş ve onu yaratılmış varlıkların imâmı kılmıştır.” Rabbi ile kul arasındaki ilişkiyi ise şöyle anlatır: “Haşir gününde şöyle diyeceksin: “Nefsî! Nefsî!” Muhammed (as) ise şöyle diyecek: “Ümmetî! Ümmetî!” Cennet şöyle diyecek: “Benim hakkım! Benim hakkım!” Cenâb-ı Hakk ise şöyle buyuracak: “Benim kulum! Benim kulum!”
Abdülkādir Geylânî Hazretleri kulluğun mükemmel bir tanımını yapıyor: “Gerçek bir mü’min tamâmıyla Kādir-i Mutlak Allâh’a āittir. O’nun varlığının tek bir zerresi bile mevcûdâta āit değildir. Allah, onun hem zāhirini hem de bâtınını kontrol eder. Kul, O’nun rızāsı olmaksızın hiçbir fiilde bulunmaz. O’nun varlığı tamâmıyla Cenâb-ı Hakk’a āittir. O’ndan gelmiştir ve O’na dönecektir.”
Namaz sevgisinden mahrum, Kur’ân-ı Kerîm’e sarılmadan, Allâh’ın mahlûkātına hizmet etmeden, kalbimizi yumuşatmadan kulluk sıfatı taşıyamayız. Kulluğun zıddı şükürsüzlük, bencillik, kibir, isyan ve cehâlettir.
Kurbiyetin râyihalarını doyasıya koklamak istiyorsak, Allâh’ın kulu olmalıyız. Ancak dâimî kulluk, Sāhip’le kurbiyet husûle getirebilir. Ancak Allâh’a kul olmuş bir kimse ebedî âzatlık kazanabilir. Rabbimiz O’na olan ihtiyâcımızı, O’na teslîmiyetimizi, O’na kulluğumuzu gösterdiğimiz nisbette bizimle olur. Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Kulum beni nasıl bilirse onunla öyle muamele ederim.” “Her şey bana kulluk ediyor, Bana hamd ediyor, fakat siz duymuyorsunuz.”
Eğer hayâtımız boyunca samîmî bir kul olmaya çalışırsak, “Elhamdulillâhi Rabbi’l-ālemîn” olan Kur’ân’ın ilk âyetini anlayabilir ve yaşayabiliriz.
Aralık 2024, sayfa no: 28-29-30-31
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak