Ara

Demir Kule’den Mermer Saray’a; İki Şehir, Bir Rüya Fransa / Floransa / Fatmanur Öztürk

Demir Kule’den Mermer Saray’a; İki Şehir, Bir Rüya Fransa / Floransa / Fatmanur Öztürk

Bu ay sizlerle coğrafyacıların Avrupa kıtasının minyatürü olarak nitelendirdiği bir bölgeye gidiyoruz: Fransa. Tarihiyle, sanatıyla, mutfağıyla ve kültürüyle her daim ziyaretçilerini büyüleyen bu güzel ülke, Avrupa’nın kalbinde adeta yaşayan bir müze gibi duruyor. Bu yolculukta yalnızca bir ülkeyi değil, onun yanı başındaki İtalya’nın sanat dolu şehri Floransa’yı da keşfedeceğiz. Hazırsanız, valizlerimizi alıp yola koyulalım.

Gezimiz Fransa’nın başkenti Paris ile başlıyor. Paris yalnızca bir şehir değil; aynı zamanda duyguların, ilhamın ve zarafetin vücut bulmuş hâlidir. Adı anıldığında akla hemen romantizm, sanat, edebiyat ve elbette Eyfel Kulesi gelir. Paris, yılda milyonlarca turistin akın ettiği, dünyanın en çok ziyaret edilen şehirlerinden biridir. Şehri gezmeye başladığımızda ilk durağımız tabii ki Eyfel Kulesi oluyor. 1889’da tamamlanan bu demir kule, adını mühendisi Gustave Eiffel’den alır. Parisliler arasında kuleye dair görüşler oldukça farklıdır. Kimi onun modern sanata hakaret olduğunu düşünse de kimileri dünyanın en zarif yapılarından biri olduğunu savunur. Fakat bir gerçek var ki, kule yüksekliği ve mimarisiyle etkileyici bir semboldür. Özellikle gece ışıklandırıldığında adeta yıldızlara uzanan bir şiir gibi parlar.

Eyfel’in hemen yakınındaki Seine Nehri kıyısında bir tekne gezisine çıkıyoruz. Nehir boyunca ilerlerken Paris’in tarihi köprüleri, taş binaları ve kafeleri size bir film sahnesinde olduğunuzu hissettiriyor. Bu gezimizde bize eşlik eden hayalî bir yol arkadaşımız var: Lucien Quélet. 19. yüzyılda yaşamış bir doğa bilimci ve mikolog olan Quélet, özellikle mantarlar üzerindeki çalışmalarıyla tanınır. Bitki bilimindeki mahlası “Quel.” olarak anılır. Nehir boyunca yürürken onun sessizliği ve gözlem gücü, sanki bize doğayı daha yakından görmeyi hatırlatıyor.

Gezimizin bir sonraki durağı Louvre Müzesi. Sanatseverlerin mabedi sayılan bu müze, her yıl milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilmektedir. Müzenin girişinde bulunan dev cam piramit “Grande Pyramide” ilk bakışta modernliğiyle şaşırtır. Eski ve yeninin bu uyumu, Paris’in kültürel yapısını da çok iyi yansıtır. Louvre, yedi ana bölümden oluşur ve her bölüm kendi içinde adeta birer dünya sunar. Biz bu kez resim bölümüne giriyoruz. Karşımıza çıkan ilk eser ise hepimizin tanıdığı bir yüz: Mona Lisa. Leonardo da Vinci’nin bu başyapıtı, küçük boyutuna rağmen salonun en dikkat çeken eseri. Gözleriyle sizi takip ediyor gibi görünen bu gizemli kadın, tarihin en çok konuşulan sanat eserlerinden biridir. Paris’ten ayrılmadan önce birkaç sokak sanatçısını izliyor, Seine kıyısında kısa bir yürüyüş daha yapıyoruz. Sonrasında ise rotamızı Fransa’nın güneyine çeviriyoruz.

Yolculuğumuz Marsilya ile devam ediyor. Burası sadece Fransa’nın değil, Akdeniz’in de en büyük limanlarından birine sahip. Şehir tarihi boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve bu izleri bugün hâlâ sokaklarında hissedebilirsiniz. Marsilya’ya adım atar atmaz deniz kokusu yüzünüze çarpıyor. Eski Liman (Vieux-Port) boyunca yürüyüş yaparken hem manzaranın tadını çıkarıyor hem de kentin sakin ritmine uyum sağlıyoruz. La Canebière Caddesi Marsilya’nın kalbidir. Bu cadde hem ticaretin hem de sosyal hayatın merkezi olarak dikkat çeker. Yürüyüşümüz sırasında karşımıza çıkan mağazalardan hediyelik eşyalar alıyor, Fransız pastanelerinde kısa molalar veriyoruz. Ve artık biraz acıktık…

Marsilya’nın meşhur yemeği Ratatouille ile tanışıyoruz. Bol sebzeli, zeytinyağlı ve oldukça hafif bu yemek, adını çocukluk yıllarımızda izlediğimiz o sevimli aşçı fareden hatırlatabilir. Neyse ki mutfakta fare yok; yalnızca ustaca hazırlanmış harika bir tabak var önümüzde. Tam yemeğin tadını çıkarırken yan masada oturan biri dikkatimizi çekiyor. Fransız fizikçi Denis Papin, hayal dünyamızda karşımıza çıkıyor. 17. yüzyılda yaşamış olan Papin, modern düdüklü tencerenin mucididir. Ona bu pratik icadı için içten bir teşekkür ederek Marsilya’ya veda ediyoruz.

Artık ülke değiştiriyoruz: İtalya’dayız! Birçok kişinin aklına İtalya denince pizza ve makarna gelir ama bizim yolculuğumuz lezzetten önce sanata uzanıyor. Bu kez durak Floransa. Burası yalnızca İtalya’nın değil, tüm dünyanın sanat başkentlerinden biri olarak anılır. Floransa, Rönesans’ın doğduğu yer. Her sokağında, her taşında, her binasında tarih gizlidir. Arno Nehri kıyısında akşam yürüyüşü yaparken güneşin son ışıkları nehirde parlıyor ve şehir altın rengine bürünüyor. Gözümüzü alamadığımız bir güzellik bu. Floransa’yı gezerken mutlaka uğranması gereken yerlerden bazıları: Uffizi Galerisi, Duomo Katedrali, Vecchio Sarayı ve Bargello Müzesi. Her biri kendine özgü mimarisi ve barındırdığı eserlerle başlı başına bir tarih dersi gibidir. Floransa yalnızca müzeleri ve kiliseleriyle değil, aynı zamanda şenlikleriyle de tanınır. Özellikle yaz aylarında düzenlenen müzik ve dans festivalleri, sokakları rengârenk fenerlerle süsleyen etkinlikler şehri masalsı bir ortama dönüştürür. İnsan bu atmosferde zamanın durduğunu hissediyor.

Bu keyifli ve öğretici gezinin artık sonuna geldik. Fransa’nın zarafeti ve tarihsel derinliğiyle büyülendik, İtalya’nın sanat dolu sokaklarında ruhumuzu dinlendirdik. Her iki ülkede de yalnızca şehirleri değil, kültürleri, insanları ve tarih boyunca yaşamış bilim ve sanat insanlarını da tanımış olduk. Kimi zaman eğlendik, kimi zaman durup düşündük. Umarım sizler de benimle bu yolculuğu yaparken aynı heyecanı hissetmişsinizdir. Bu yazı yalnızca coğrafi bir keşif değil; aynı zamanda bir zaman yolculuğuydu. Bir sonraki keşifte yeniden görüşmek üzere…

Fransızca bir veda yakışır buraya: Au revoir… (Güle güle)

Eylül 2025, sayfa no: 16-17

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak