Ara

“Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmak” Şiir, Hoşgörü ve Tesâmüh

“Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmak” Şiir, Hoşgörü ve Tesâmüh

Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmayan
Halka müderris ise hakîkatde âsîdür

Yûnus Emre 

Burada edebiyat ve hoşgörü kavramları etrâfında konuşacağım. Edebiyat ve hoşgörü ilişkisi, bir panelde, on beş dakîkalık konuşma içerisinde ele alınacak bir husus olmasa gerektir. Çünkü edebiyat ve hoşgörü ilişkisi, her şeyden önce şiir, hikâye, deneme gibi edebî türlerin, bu türlerde ele alınan her bir konunun, o edebî esere hayat veren yazarın/şâirin, yayıncısının, eleştirmenin ve okuyucunun durumu açısından ele alınacak bir konudur. “Daha doğrusu, hoşgörü ve edebiyat kavramlarının nasıl bir ilişkisi var?” sorusuna cevap aramak, bu tebliğin sınırlarını aşar. Bu yüzden ben konuşmamı daraltıp kendi alanıma, klasik edebiyâta, klasik edebiyatta da tasavvuf edebiyâtına, orada da Yûnus’a çekmek durumundayım. Dolayısıyla edebiyat ve hoşgörü ilişkisine, şiir ortak paydasında, Yûnus’tan yola çıkarak deneme niteliğinde bir-iki konuya işâret etmiş olacağım.

Öncelikle “edebiyat ve özgürlük” ana başlığı ile oluşturulan bir programda hoşgörü kavramı etrâfında konuşmak, anlamlı olsa gerektir. Çünkü özgürlük kelimesinin doğasında, ilk bakışta, ötekini düşünme ve görmenin olmadığı sanılır. Ama burada, derinlemesine özgürlük ve hoşgörü ilişkisini de tahlîl etmeyeceğiz. Yalnız hoşgörü kavramına ilişkin söyleyecek birkaç cümlem var. Evvelâ şunu belirtmeliyim ki, tolerans kavramını karşılamak için kullandığımız hoşgörü tâbiri, karşılamasını istediğimiz kavramı tam olarak temsîl etmiyor gibi… Birinin diğerini hoşgörmesi için, her şeyden önce hoşgörülmeyen, takdîr edilmeyen, hatâlı ve yanlış bir şeylerin olması lazım. Farzedelim ki böyle bir durum söz konusu. Ama hoşgören kişi, kendini ötekinden yāni hatâlı olarak nitelendirdiği kişiden üstün görecektir. Hatâyı görmem için, hatâsız olmam gerekmez mi? Eksiği ve kusûru görmem, eksiksiz ve kusursuz olmamı gerektirmez mi? Bu bakımdan hoşgörü tâbirinde ben iyiyim, doğruyum ve senin yanlışlarını görüyorum, eksikliklerini görüyorum ve seni hazmediyorum mesajı var.

Hoşgörü kelimesi yerine, belki biraz eski, etimolojik olarak Arapça kökenden de gelse, müsâmaha ve tesâmüh kelimelerini kullanıyorum. Bu iki kelime de aynı kökten türemiştir; semâhat kelimesinden. Semâhat kelimesi, Türkçemizde cömertlik, el açıklığı ve iyilik anlamına gelir. Müsâmaha ve tesâmüh, dilciler bilir, eski lisân ile söyleyeyim, tefâül bâbından gelir. Demem o ki, tek taraflı bir anlayış, tek taraflı bir cömertlik ve tek taraflı bir hoşgörü yok. Tesâmühte karşılıklı anlayış ve saygı gösterme anlamları var… Hoşgörüde doğru ve kâmil olduğunu varsayan birinin yanlış ve eksik gördüğü ötekini lütfen hazmetmesi yatıyor. Oysa tesâmühte iki eşitin birbirini anlaması ve anlamlandırması söz konusudur.

Tesâmüh kelimesini hoşgörü yerinde kullanıyorum, ama bugün tolerans kavramını karşılamak üzere bütün sosyal bilimciler hoşgörüyü kullanıyor. Şu halde, benim kelimelerin temel anlamlarına takılıp kalmam bir hoşgörüsüzlük olur. Ama şunu yapabilirim, hoşgörü kavramına müsâmaha ve tesâmüh kelimelerinin çağrıştırdığı derinliği katabilirim. Bunun için de hoşgörü tek başına kullanılmıyor, çoğu kez diyalog kelimesiyle birlikte kullanılıyor. Latince, iki kişinin karşılıklı konuşması anlamına gelen kelimeyi almış tesâmüh yerine kullanır olmuşuz. Diyalogda, karşılıklı konuşma var. Benim seninle konuşmam, evvelâ seninle bir zaman dâhilinde bir yerde buluşmam gerekiyor. Ama bu yetmiyor, aynı zamanlarda aynı mekânlarda buluştuğumuz nice hemcinslerimiz var, ama konuşmuyoruz. Evvelâ ortak bir dilin ve konuşmamızı gerekli kılan bir konunun olması gerekir.

Diyalogda, konuştuğum ve görüştüğüm kişiyle illâ hemfikir olmam gerekmez; gerektiğinde münâzara ve münâkaşa da edebiliriz. İşte hoşgörü burada devreye giriyor, bana benim sınırlarımın farkına varmamı sağlıyor. Bir dostumla burada yapacağım konuşmayı değerlendirirken, dostum hoşgörünün sağlıklı insan davranışı olduğunu beyandan sonra dedi ki, “hoşgörü, haddini bilmektir.” Tabiî, had kelimesinin günümüzdeki çağrışımları dolayısıyla, temel anlamı pek düşünülmeden yan anlamını hatırlıyoruz. Had, sınır demektir. Dolayısıyla hoşgörü, insanın sınırını bilmesidir. Sınır ve hat kelimelerini zikredince, konuşmamızın başında işâret ettiğimiz özgürlük kavramını hatırlıyorum. Sesli düşünerek şunu soruyorum: Acaba, özgürlük de insanın sınırlarını bilmesidir diye tanımlanabilir mi? Bu soru, özgürlükle son yılların moda kavramı hoşgörü arasında yakın bir ilişkinin olduğuna işâret eder.

Hoşgörü kavramını, son yılların moda kavramı olarak nitelendirdim. Çünkü kavramı, din, siyâset, düşünce, sanat ve bilim gibi temel insânî ilişkilerde, epistemik ve etik zeminde tanımlamak gerekirdi. Kelimenin bir ucu, elbette iktidar ve muhālefet kavramlarıyla yāni siyâsetle ilişkili, siyâseti de ilgilendiriyor. Ama kavram, bugün siyâsîlerin ve medyanın elinde içi boşaltılarak, nutuklarda ve köşe yazılarında yeri geldiğinde kullanılan bir moda kavram hâline geldi. Kimileri sanki “bugün dünya barış günü, şu halde yazacağım yazıda veya atacağım nutukta hoşgörüden bahsedeyim” demektedir. Hoşgörü gardıropta yeri geldiğinde kullandığımız diğer giysilerden biridir. Oysa hoşgörü, meselâ Yûnus Emre’de varlığı mânâ ve mâhiyetiyle anlama çabasının tabiî netîcelerinden birisidir. Çünkü “Elif okuduk ötürü/Pazareyledik götürü/Yaratılmışı severiz/Yaratandan ötürü” kıtası, hoş görmemin, temelde varlığı anlamamla ve bir varlık bilgisine ulaşmamla mümkün olacağına işâret eder.

Sâdece hoşgörü mü? Özgürlük de moda kavramdır. Çünkü epistemik düzlemde sen önce yaratanla yaratılmış arasındaki âhengi boz, insanı dipsiz bir kuyuya hapset, bütün değerlerini birer birer çöz, onu kendine yabancı hâle getir, nesnelleştir, ötekine karşı kin ve husûmet beslemesi için her türlü şiddeti teşvîk et, sonra da ona, özgürlükten ve hoşgörüden bahset. Bu yüzden özgürlük ve hoşgörü moda tâbirlerdir. Sanatçıya, bilim adamına, şâire düşen, bu kavramları yeniden aslî yerinde kullanmaktır. Tıpkı Yûnus gibi… Diyor ki:

Adımız miskindir bizim düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmazız kamu âlem birdir bize 

Yûnus’taki “kamu âlemi bir görmek”, öyle sözde kalan bir siyâsî söylem olmasa gerektir. Çünkü “bir görme” bir bilinç hâlidir ve buna da insan ancak içindeki savaşı kazanarak ulaşabilir. Her ne kadar “adımız miskin” olsa da içimizdeki savaşın farkında olur isek, onu tanımlayabilir ve onunla mücâdele edebilirsek “bir görmeyi” de başarmış olacağız. Yûnus bu düşmanı kin olarak tanımladı, siz isterseniz buna kaygı veya tasa diyebilirsiniz. Şurası kesin, kînini yenememiş ve öfkesini dindirememiş insanın hoşgörüden bahsetmesi, modanın savurucu rüzgârına kapılmaktan başka hangi anlama gelir? Merhum Nurettin Topçu, “dindarlıkla kindarlık bir arada olmaz” der. Yûnus da farklı söylemiyor, “kindar kamu âlemi bir göremez” diyor. Bir görmeyen de dindar olamaz. Demek ki, bire ulaşmak ve biri anlamak, hoşgörüyle oluyor.

Burada tabiî akla şu soru geliyor: Hoşgörünün bir sınırı olabilir mi? Daha doğrusu, hoşgörü bir vurdumduymazlık, bir görmezlikten gelmek midir? Eğer hoşgörü, benim sınırlarımı bilmem ise, bu bilginin bir sınırı olmalı. Tıpkı özgürlüğün sınırlılığından söz edilebildiği gibi, hoşgörünün de sınırı olmalı. Sınır, biraz da duruş ve zâviye değil midir? Bu duruşu ve bu bakışı tehdît eden âmillere karşı hoşgörüden bahsetmek mümkün olmasa gerektir. Tabiî burada, meselenin nasılı ve niçininden ziyâde, kimin, kime ve neye hoşgörü göstereceği husûsu önemlidir. Yine bir fikri, bir düşünceyi hoşgörmek, onu kabûllenmek, onu içselleştirmek anlamına gelir mi? Hayır; ama bir dinleme ve anlama fırsatı verir. Bana muhālif olsan da seni dinlerim, seni dinlerim, seni anlamaya çalışırım, fikrine saygı gösteririm, ama bu demek değildir ki, senin fikirlerini bütünüyle kabûllenirim, fikirlerini içselleştiririm. Böyle demiş olsam, özgürlük alanıma müdâhale söz konusu olur; ben ben olamam, kendime yabancılaşırım. Çoğumuz bāzı ilaçların prospektüslerinde şu notu okumuşuzdur: “Vücut tarafından tolere edilir.” Bu nottan, o ilacın yan tesirlerinin olduğunu, fakat vücûdun onu dönüştüreceğini anlıyoruz.

Hoşgörü, Yûnus’un biraz önce okuduğum “Elif okuduk ötürü/Pazareyledik götürü” dizelerinde açıkça görüldüğü gibi, elif okumakla ve pazareylemekle başlıyor. Burada kullanılan her iki deyimden “kim hoşgörecek?” sorusuna cevap niteliğinde iki temel özellik ortaya çıkıyor. Evvelâ “Elif okumak” deyimi, hoşgörecek kişinin yetkin bir akıl ve idrak düzeyine ulaşmasının zorunluluğunu ihsâs ediyor. Buna eskiler âkil-bâliğ olma hâli derlerdi. Pazareylemek deyimindense, ticârî hayâtın içine girebilecek salâhiyete ve imkâna sâhip kişiyi anlıyoruz. Bunu da eskiler, hürriyet kavramıyla târif ederler. Mamâfîh, Yûnus, âkil bâliğ ve hür/özgür insanın hoşgörüsünden bahsediyor olmalı. Demek ki hoşgörmek, özgür olmakla mümkün oluyor. Şu halde özgürlüğümü daraltan şeyi/şeyleri görmemezlikten gelemem, onlara karşı vurdumduymaz olamam.

Esâsen hoşgörmek bir aymazlık olmasa gerektir. O, bireyselliği tehdit eden bir virüs de değildir. Aksine, bireyi kendiyle ve içinde yaşadığı toplumla buluşturan bir güçtür. Bu kanâate de Yûnus’tan ulaşıyorum; diyor ki:

Gelün tanışık idelüm işin kolayın tutalım
Sevelüm sevilelüm dünyâ kimseye kalmaz 

İçinde yaşanılan bu hayat, diğer bir ifâdeyle dünyâ, “tanışık olma hâlidir.” Tanışık olmak da hoşgörmekle mümkün oluyor; aksi takdîrde ne kadar özgür olursan ol, a-sosyal ve içine kapalı bencil oluyorsun. Esâsen Yûnus’un varlık anlayışının ve hayat anlayışının temelinde hoşgörü var. Bir beytinde şöyle diyor:

Ben gelmedüm da’vi-y-içün benim işim sevi-y-içün
Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmağa geldüm

Kuşkusuz, her erdemli insanın mutlaka bir dâvâsı, uğruna mücâdele edeceği bir kızılelma’sı vardır. Yûnus’un da var. Onun dâvâsı, insan olma, insanlığının farkına varma çabasıdır. Bu ise, sevgiyle mümkün oluyor. Severek insan oluyorum, insan olduğumun farkına varıyorum. Sevgi ve bilgi, sevgi ve fark ediş ilişkisi bahs-i diğerdir; ama şu kadarını söyleyelim: Yûnus’un bilgi anlayışında, insanı gerçek bilgiye ulaştıran yegâne yol sevgidir. Peki, sevgi nerede cereyân ediyor? Gönüllerde. Gözümle görüyorum, gönlümle seviyorum. Sevgi, dışarıdan içeriye doğru gerçekleşen bir yolculuk… Tezāhürleri ise, içeriden dışarıya doğrudur. Her ne ise, “Mâdem gönüllerdir sevginin mahalli, o halde, benim asıl işim gönüller yapmaktır.” diyor Yûnus. Gönül yapmak, evvelemirde muhâtabını hoşgörmeyi gerekli kılmaz mı? Demek ki, hoşgörü insanın anlam arayışı içerisinde önemli bir yere sâhiptir.

Söze Yûnus’tan örneklerle özgürlük ve hoşgörü kavramları etrâfında tartışmalarla başladık ve gönül kavramına geldik. Yûnus’la yola çıkarsanız, mutlakā geleceğiniz son durak gönüldür. Gönül, Bursa özelinde söylemek gerekirse, başlangıcından bu yana, bu şehre hayat veren şâir ve bilge kişilerin de temel kavramıdır. Burada Bursalı şâir ve yazarların gönül kavramı etrâfında hoşgörü kavramına yaklaşımlarını tartışacak değilim. Yalnız Bursalı bir şâir var ki, ondan birkaç beyit okumak isterim:

Şâiri gibi bunun eksigi çok
Olmaya bir beyti kim eksügi yok

Gerçi tam ü nâkısı kâmil bilür
Kâmil olan cümleyi kâmil bilür
Anların kim eksügi çok işinün
Eksügin gözler olur her kişinin

Bu beyitleri her okuyuşumda farklı anlamlara ulaşırım. Niçin? Bu beyitlerin sâhibi, yazdığı esere güvenmiyor mu? Gerçekten eksik, hatâlı bir eser mi ortaya koymuş? Zaafları mı var? Hayır; Türkçe’nin en çok tanınan eserlerinden birinin şâirine āit bu cümleler. Sıradan bir şâir değil, klasikleşen bir eserin sâhibi söylüyor. Peki, kim bu şâir? Bu şâiri ben, “Bursa’nın dışarıya açılan yüzü” ve “mâbede Türkçe’yi sokan adam” olarak tanımlıyorum. Süleyman Çelebi’den ve Mevlid’inden sözediyorum. Mevlid, işin ehli bilir, dil ve estetik ölçüleri tam bir metin. Ama şâiri, “eksik tarafım olabilir, bunu lütfen hoş karşılayın” diyor. Hoş görünmek için özel bir çabası yok, ama mütevâzı. Çelebi’nin ileri sürdüğü görüş tartışılabilir, fakat şurası bir gerçek, günümüz yazar-çizerinin tevâzua çok ihtiyâcı var.

Sonuç olarak şunu söylemek isterim, her ne kadar hoşgörü kavramına bāzı itirazlarım olsa da, ihsâs ettirdiği anlam düzeyine ulaşmamız gerekiyor. Elimizdeki kalem bize kimsenin özgürlük alanına müdâhil olma, kimseyi küçük düşürme ve aşağılama fırsatı vermez, vermemeli. Özgürlüğüme, ötekinin özgürlüğünü yok ederek ulaşamam. Bilhassa eleştiri yazacaksam, hele hele şiir eleştirisi yazacaksam, buna çok daha dikkat etmeliyim. Çünkü şiir, zâten ontolojik doğası itibâriyle bir hoşgörü ürünüdür; şâir, eski şiir için söyleyeyim, kavgayı teşvîk eden kasîdeler, hicviye ve hezel gibi muhalif metinler yazarken bile, illâ da şiirim herkes tarafından beğenilsin kaygısıyla yazmaz. Bir beğenilme arzusu elbette vardır, ama isteyen beğenir okur, istemeyen okumaz. Beğenmediğimi söyleme hakkım var, fakat bu beni, şâiri rencîde edici, onu aşağılayıcı bir söyleme götürmemeli diye düşünüyorum.

Bir de sanat, bilhassa edebiyat, bir muhit, bir ekol, bir okul işidir. Elbette benim bir muhîtim, izini sürdüğüm bir ekolüm ve yetiştiğim bir okulum olacak, ama bu, diğer muhitleri ve görüşleri inkâr veya onları yok saymam anlamına gelmemeli. Demem o ki, eleştirelim, gerektiğinde muhālefet edelim, ama hoşgörüyü de elden bırakmayalım.

Haziran 2025, sayfa no: 28-29-30-31

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak