Ara

Cumhuriyet’in İlânı Bir Oldu Bittiye Mi Getirildi? / Ahmet Anapalı

Cumhuriyet’in İlânı Bir Oldu Bittiye Mi Getirildi? / Ahmet Anapalı

İtalyanların Trablusgarb’a “Libya’ya” saldırmasının ardından savaş psikolojisini iliklerine kadar yaşamaya başlayan Osmanlı halkı, 1909’dan 1922’nin Eylül’üne kadar hiç durmaksızın yedi cephede birden savaşa savaşa düşmanın belini kırmayı, uğrunda şehit düşmeye can attığı Allâh’ının inâyeti ile başardı.

Cephede zafer elhamdülillâh ki inanan ve “İslâm’ın Son Ordusu” diye ümmete lanse edilen Osmanlı ordusuna âitti. Sıra, cephede kazanılan zaferin aynısının masada yâni diplomaside kazanılmasıydı. Ama ne yazık ki hiç de öyle olmadı. Zafer meşalesi erken söndü ve cephede kazanıp masada kaybetmeye genlerine kadar alışan ya da alıştırılan bu milletin temsilcileri, o günlerde hangi masaya otursalar, alabileceklerinin en azı ile yetinecek ve sanki büyük bir zafer elde etmişlercesine vatana döneceklerdir.

Lozan’dan dönen ekip her istediğini masada kazanmış bir edâ ile ve elinde Lozan Barış Antlaşması’nın metniyle Temmuz sonu Ağustos başı gibi yurda döndü. Fakat mevcut meclisin içinde görev yapan milletvekilleri Lozan’da imzâlanan “Barış Antlaşması”nı kabûl edecek gibi durmuyordu. O halde iktidar ve hâkim güç açısından yapılacak tek bir şey vardı: Hemen seçim yapıp meclisi yenilemek ve hiçbir pürüzü olmayan milletvekillerinden oluşan bir meclis oluşturmak.

Öyle de yapıldı yâni meclis feshedildi. CHP idâre heyetinin ama daha çok Mustafa Kemal Paşa’nın istediği insanlar belirlenen bölgelerden milletvekili seçildiler. Fakat buna rağmen Lozan, sâdece bu antlaşma için seçilmiş insanların oluşturduğu meclisten oy birliği ile değil oy çokluğu ile kabûl edildi. Çünkü 7 milletvekili yapılan bu antlaşmaya itirâz etmişti.

Nihâyet millî mücâdele dönemini kapsayan savaş biter ve yapılan bir antlaşma ile ülkenin sınırları tam olmasa da büyük çoğunlukla belirlenir. Altı yüz küsur senelik idâre şekli olan Saltanat sona erdirilir, pâdişah ülkeden gönderilir. Her şey, iç ve dış şartlar ülkenin tüm idâre yetkisini Ankara’ya verir. Artık çok ciddi bir problem kalmamıştır. Sıra gelir bu ülkenin idâre şeklinin belirlenmesine. Millî mücâdele döneminin bel kemiği sayılacak olan bütün paşalar gibi Kâzım Karabekir Paşa da bu günlerde yâni Ekim 1923’de Ankara’da değil Erzurum’da askerî birliğinin başındadır.

Mecliste ciddî bir problem yaşanmaktadır, bütün gözler Mustafa Kemal Paşa’ya ve onun çevresine çevrilmiştir. Mevcut hükûmet ansızın istifâ etmiş ve yerine hükümet seçilememektedir. Bu sûni hükümet bunalımında Mustafa Kemal Paşa’nın parmağının olduğunu herkes bilmekte ve bu yüzden ciddî kaygılar duyulmaktadır. Ali Fethi Bey’in başbakanlığında bulunan ve ülkeyi idâre eden hükümetin hiçbir sebep yokken neden ansızın istifâ ettiği ancak seneler sonra anlaşılacaktır. Dilerseniz o günleri, bizzat o günlerin baş aktörlerinden biri olan İsmet İnönü’den dinleyelim.

İnönü konuyu şöyle anlatır:

"Ali Fethi Bey hükümeti henüz yeni olduğu halde, mecliste bir buhrâna yol açacak tenkitlerle karşı karşıyadır. Söylediklerimden başka benim bilgim ve tertibim içinde bunun bir izahı yok. Fakat Atatürk’ün kafasında var. Bu hükümeti, başından beri bir geçiş hükümeti telakki etmiş olabilir. Atatürk, Nutuk’ta anlatıyor. Mecliste her gün birtakım sebeplerle hükümetin tenkitlere mâruz kalmasından ve güç çalışılır bir duruma sokulmasından faydalanarak cumhuriyetin ilânı için yürütülecek bir istikâmeti tâyin etmişti. Atatürk’ün telkini ile hükümet istifâ etti ve bu hükümetten tekrar vekilliğe seçilenler olursa, vazife almamaları kararlaştırıldı. Bütün vekillerin imzaladıkları istifânâmede de devletin karşısında bulunduğu iç ve dış vazifelerin ehemmiyeti ve güçlüğü karşısında daha kuvvetli ve meclisin tam itimat ve müzâheretine dayanacak bir hükümet kurulmasına imkân vermek maksadıyla istifâya zarûret hâsıl olduğu ifâde ediliyordu. Cumhuriyetin i’lânından önceki günlere rastlayan hükümet buhrânı bundan ibârettir. Görülüyor ki, Fethi Bey’in karşısında hallolunmaz bir hükümet buhrânı bulunması ve bunun bir cumhuriyet ilânına varması Atatürk’ün tasavvuru içindedir. Binaenaleyh cumhuriyetin ilânı için o tertip yürüyor. Bu telakkîye göre, devlet için, memleket için lâzım olan bir açık durum temin edilmiş ve esaslı bir adım atılmış oluyor. Bu telakkîyi benimserim. Ben netîceye bakıyorum.”1

 Cumhuriyetin ilânından ya da ilân edileceğinden hiç kimsenin haberi yoktu. Yâni bir oldubitti biçiminde ilân ve kabûl edildi. Ve bu oldubitti 29 Ekim 1923 Pazartesi günü akşam 20.30’da Anadolu Ajansı ile tüm dünyâya duyuruldu. Neden kimseye haber verilmeden dar bir kadro tarafından bu şekil belirlendi diye kendisine sorulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk atanmış başbakanı İsmet İnönü seneler sonra şunları söyleyecektir;

“Fesada yer verilmemek için bundan bahsedilmedi. Esâsen duyuruya da ihtiyaç yoktu. Millet Meclisi bütün kuvvetlere sâhip olarak vazîfesinin başında idi. Atatürk de meclisin başında olarak bütün kuvvete sâhipti. Dış ülkeler de bizden bir sistem ilân etmemizi bekliyordu. Biz de o günlerde geçerli olan Cumhuriyeti ilân ettik. Yâni olmuş bitmiş bir şeyi ilân etmek gibi birşey…”2

 Koskoca bir milletin rejimi en yetkili ağızların da itirâfı ile bir oldubitti ile belirlendi. Üstelik bu durum o günleri ve yapılanları savunan insanların dahi reddetmediği bir durumdu. Ömrünün bir döneminde Mustafa Kemal ile anlaşamayan ama bu ülkenin resmî dîninin Hristiyanlık olmasının şart olduğunu savunan Ali Fuat Paşa şöyle der;

“…Hayır, ben asla saltanattan yana değildim. O zamanki direnişim Mustafa Kemal’in sâdece bir diktatör olmasından endişe duymamdı. Ama Cumhuriyeti bir olupbitti ile ilân etmiş olan Atatürk’e hak vermek gerekir.”3

 Milli Mücâdele târihine isminin ve şânının altın harflerle yazılması gereken Doğu Cephesi Kumandanı efsâne isim Kâzım Karabekir Paşa hâtıralarında bu oldubitti ilândan asla haberdâr edilmediğini, hiçbir şekilde fikrinin sorulmadığını, bir akşam vakti üçbeş kişilik dar bir kadronun irâdesi ile Cumhuriyetin ilân edildiğini Erzurum’da herkes gibi gazetelerden öğrendiğini üzülerek ifâde eder.4

Kâzım Karabekir için bu yaşadıkları ve kenara itilmişlik psikolojisi ne kadar acı bir durumdur. Oysa daha önce Karabekir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın en kötü, en savunmasız, en âciz ânında, yâni hakkında yakalama emri çıktığı bir anda ona bu istiklâl yolunda yalnız olmadığını, kendisinin de yanında olduğunu belirterek Erzurum’da bir gövde gösterisi yapar ve herkesin gözü önünde, “Kumandamda bulunan zâbitân ve efrâdın hürmet ve tâzimlerini arza geldim. Siz bundan evvel olduğu gibi bundan böyle de muhterem kumandanımsınız. Kolordu komutanına mahsus araba ile mâiyyetinize bir takım süvâri getirdim. Ben, askerlerim, ordum hepimiz emrinizdeyiz..”5

Diyerek Mustafa Kemal Paşa’yı yüreklendirir ve sönmek üzere olan kurtuluş ateşini yeniden harlandırır. Oysa o an için Mustafa Kemal Paşa tutuklanmayı ve İstanbul’a gönderilmeyi beklemektedir. Bu beklenmeyen durum karşısında gözleri dolan Mustafa Kemal, Karabekir’in boynuna sarılarak bu eski arkadaşını birkaç kez öper. Kurtuluşun yıldızı o gün Erzurum’daki târihî konakta parlamıştır. Bu olaydan sonra da Kâzım Karabekir ile Mustafa Kemal arasındaki haberleşme düzenli olarak devâm etmiştir.

 İşte 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyetin ilân edildiğini gazetelerden öğrenen Kazım Karabekir, millî mücâdelede böylesine bir noktadadır.

İlân edenler tarafından da bir “oldu bitti” şeklinde yapıldığı inkâr edilmeyen cumhuriyet kendinden önce var olan her şeyi reddederek ve silerek işe başladı. Bu hızlı kabuk değişimine ayak uyduramayanlar ise rejim tarafından çok sert bir biçimde uyarıldı, cezâlandırıldı. Neler yapıldı cumhuriyetin ilânından sonra sâdece başlıkları bile incelense bu kabuk değişimine gözle şâhitlik yapılabilir;

Cumhuriyet’in ilânından sonra;

1- 3 Mart 1924’de Halîfelik kaldırıldı, Osmanlı Hânedânının tümü yâni 155 kişi yurt dışına sürüldü. Şeriat Bakanlığı kaldırıldı, yerine Diyânet İşleri Başkanlığı getirildi.

2- 2 Ocak 1924’de İslâm dîni gereği olan haftasonu tâtili Cumâ’dan, dünyâya entegre olabilmek için Pazar’a çevrildi.

3- 25 Şubat 1925’de daha önce var olan Hıyânet-i Vataniye kanununa din maddesi eklendi ve kanunlara, devrimlere karşı çıkanlar sonu idâma kadar giden cezâlara çarptırıldı.

4- 3 Haziran 1925’te Türkiye çapında Karabekir Paşa önderliğinde girdiği her seçimden zaferle çıkan ilk muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kapatıldı.

5- 25 Kasım 1925’te sarık, takke, fes gibi başlıkların giyilmesi yasaklandı ve şapka giyme mecbûriyetini getiren şapka yasası çıkartıldı.

6- 30 Kasım 1925’te Tekke ve türbeler kapatıldı. Dînî kıyâfet giymek yasaklandı. Bey, ağa, paşa, beyefendi, hanımefendi, mürit, mürşit, şeyh gibi sıfatların kullanılması yasaklandı.

7- 16 Aralık 1925’te Lozan’da halledilemeyen bir mesele olan Musul Irak’a yani İngiltere’ye bağlanarak halledildi.

8- 26 Aralık 1925’te İslâmî usûlde kullanılan ezanî saat düzeni ve hicrî-rûmî takvim kaldırılarak Avrupaî tarzda takvime geçildi.

9- 17 Şubat 1926’da Osmanlı Medenî Kanunu olan Mecelle kaldırıldı yerine İsviçre Medenî Kanunu kabul edildi.

10-Osmanlı İslâmî Cezâ Kanunu kaldırıldı, İtalyan Cezâ Kanunu kabûl edildi.

11-28 Mayıs 1927’de Osmanlı Pâdişahlarının simgesi olan Tuğra sembolünün resmî dairelerin kapılarından kazınmasına dâir yasa çıkartıldı.

12- Şubat 1928’de İstanbul Cağaloğlu’nda Yerebatan Câmii’nde İlk Türkçe hutbe okutuldu.

13- 10 Nisan 1928’de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan Türkiye bir İslâm devletidir ibâresi kaldırıldı.

14- 21 Mayıs 1928’de uluslararası rakamlar kullanılmaya başlandı.

15- 1 Kasım 1928’de bin küsur senedir kullanılan Arap alfabesi kaldırıldı, yerine Latin harfleri kullanılmaya başlandı.

16- 22 Ocak 1932’de İstanbul Yerebatan Câmii’nde hâfız Yaşar Okur tarafından ilk defa Türkçe ezan okundu.

17- 26 Kasım 1934’de daha önce taslağı hazırlanan Efendi, bey, paşa, ağa, hacı, hafız, hoca, beyefendi, hanımefendi, hanım, hazret gibi sıfatların kullanılması çıkarılan bir yasa ile yasaklandı.

18- 1 Şubat 1935’de Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın fethin nişânesi olarak câmiye çevirdiği Ayasofya Câmii, altında Mustafa Kemal Paşa’nın imzâsının bulunduğu bir Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrildi.

18- 27 Mayıs 1935’de çıkartılan bir yasa ile daha önce uygulanmaya başlanan hafta sonu tâtilinin cumadan pazara çevrilmesi hakkındaki yasa yürürlüğe girdi.

20- 5 Şubat 1937’de CHP’nin altı oku Anayasaya girdi. Böylelikle dokunulmazlık kazandı.6

 Cumhuriyetin ilânından itibâren 15 sene içerisinde herşey, her kavram, her inanç dogması ışık hızıyla değişti. O kadar değişti ki Türkün îmân ettiği “Âmentüsü” bile değişti. Devlet gözünde mûteber bir yeri olan Yahudi Moiz Kohen Türkün Yeni Âmentüsünü yazdı. Şöyle der bu Yahudi tarafından hazırlanan Türkün Âmentüsü;

"Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden eden Mustafa Kemal'e, o'nun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, savaşçı analarına ve Türkiye için âhiret günü olmadığına îman ederim.

 İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medenî cihanda en büyük mevkiyi kazanacağına, hamâset destanlarıyla târihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve gazi’nin Allah’ın en sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulûsu ile şehadet ederim"[1]

Akıl sağlığınızı korumanız dileği ile…

Dipnotlar:

[1] İsmet İnönü, Hatıralar, Haz.: Sabahattin Selek, Bilgi Yayınevi, s.440-441

2 Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, Dünya Kitap s. 15

3 Hikmet Bil, Atatürk’ün Sofrası, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, s. 55

4 Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, Emre Yayınları,

5 Mustafa Armağan, Kâzım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz, Timaş Yayınevi, Mayıs 2011

6 Bahir Mazhar Erüreten, Türkiye Cumhuriyeti Devrim Yasaları, Cumhuriyet Gazetesinin yayını, s.119

[1] Cumhuriyetin Şeref Kitabı, İşaret Yayınları, s.6

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak