Mü’min kulun en büyük arzusu, Cennet’e kavuşmaktır. Kulu Cennet’e kavuşturacak ibâdet ve tâat ise; Allah katında makbul olan yani Allâh’ın rızasını kazanmaya vesile olan ibâdet ve tâattir.
Burada şu inceliğe de işâret etmekte yarar vardır. Kul, Cennet’e ameli karşılığında değil; Allâh’ın rahmetiyle girer. Kulun ameli, Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nimetlerinden en basit olan nimeti bile karşılayamaz. Kulun işlediği amel, Cennet’e girmesi için sadece bir vesileden ibârettir. Mü’min kul, ameliyle Allâh’ın rızasını kazanmaya gayret edecek, Cenâb-ı Hakk da rahmetinin gereği olarak kulunu Cennet ve Cemalullah ile mükâfatlandıracaktır.
“Ve-min tâatike…” ifâdesi, duânın ilk cümlesindeki “Allahümm’aksim lenâ; Allâh’ım!... Bize bir hisse ayır,” cümlesine atıf olup, bizi Cennet’e ulaştıracak ibâdet ve tâati işlemenin Allâh’ın bir lütfü ve ihsânı olduğuna, bizi Cennet’e ulaştıracak makbul ibâdeti işleme hususunda bize güç vermesi için, ya da bizi böyle bir ameli işlemeye muvaffak kılması için Cenâb-ı Hakkâ iltica etmemiz gerektiğine işâret etmektedir.
Hadîsimizde “amel, ibâdet ve duâ” kelimeleri yerine tâat kelimesinin kullanılmasının amacı, mü’mini Cennet’e ulaştıracak husûsun sadece namaz, oruç gibi ibâdetler olmadığına, Allah rızası için yapılan her çeşit hayırlı davranışın da Cennet’e giden yolu açacağına işâret etmek olmalıdır. Hadîste geçen “Senin için yapılan tâat” ve “Senin Cennet’in” ifâdelerinde tâatin ve Cennet’in Cenâb-ı Hakk’a nisbet edilmesi tâatin ve Cennet’in değerini göstermektedir.
“Allah’ım!.. Bizimle günahlar arasında engel olacak tarzda Allah korkusundan… ve bizi Cennet’ine ulaştıracak tâatinden, bize bir hisse ayır…”1 duâsıyla Rabbimizden, ilk olarak takvâyı, haşyetullahı – Allah korkusunu, O’nun azameti karşısında ürperme duygusunu, kendisinin hassas ve titiz bir kulu kırmasını – niyâz ettikten sonra; ikinci olarak da bizi Cennet’ine eriştirecek ve huzurunda reddedilmeyecek makbul ibâdetler ihsân etmesini niyâz ediyoruz.
Efendimiz (sav), bu duâsında önce takvâ niyâzında bulunmuş, ardından makbul ibâdete nâil olma dileğini arz etmiştir. İbâdetin makbul olması ile takvâ arasındaki ilişki gayet açıktır. “Allah, ancak takvâ sahiplerinin ibâdetini kabul eder.”2, âyeti bu noktayı açık bir şekilde belirtmektedir. Bu âyet, her ibâdetin kabul edilmeyeceğine, ibâdetin ancak özel bir şekilde olduğu takdirde kabul edileceğine dikkat çekmektedir.3
Yapılan ibâdetin makbul olması çok önemlidir. Allah tarafından yüzümüze çarpılacak, reddedilecek ibâdeti işlemenin hiçbir anlamı yoktur. Bunun için her ibâdet işlendiğinde Cenâb-ı Hakk’ın bu ibâdeti kabul etmesi niyâz edilir.
Mü’min, ibâdet ve tâatinin Allah tarafından kabul edilip edilmeyeceği konusunda korku ile ümit arasında olmalıdır. Yaptığı ameli Cenâb-ı Hakk’ın kabul edeceği ümidini taşımalı; aynı zamanda amelinin kabul edilmemesi korkusu ve endişesini taşıyarak amelini lekeleyecek, gölgeleyecek ve bulandıracak söz ve davranışlardan sakınmalıdır.
Kur’ân-ı Kerîm Hz. İbrâhim (as) ile Hz. İsmail’in (as) Kâbe’yi inşâ ettiklerinde “Allahumme Tekabbel minna; Allâh’ım!.. Bizden kabul eyle.”4 diyerek duâ ettiklerini bildirmektedir.
Peygamberimiz’in (sav); “Ey Rabbim!.. Tövbemi kabul eyle!.”5 “Ey Rabbim!.. Duâmı kabul eyle!.”6 diye duâ ettiği, kurban keserken; “Allâh’ım!.. Muhammed’den ve Muhammed ailesinden kabul eyle.”7 şeklinde duâ ettiği nakledilmektedir.
Özellikle hac ve umre için ihrama girerken; “Allâh’ım!.. Bunu kolay eyle ve kabul eyle,” diye duâ edilmektedir. Mü’minlerin namaz ve benzeri ibâdetler sonrasında birbirleri için yaptıkları güzel duâlardan biri “Tekabbelallah (Allah kabul etsin)” duâsıdır.
Bütün bunlar ibâdet ve tâatlerin makbul olmasının ne derece önemli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Duâlarımızın, tevbelerimizin, ibâdet ve tâatlerimizin Allah nezdinde kabulü için hadîs-i şeriflerde çeşitli kriterler belirtilmiştir. Bu makalemizde bunların en önemli ölçülerini belirtmekle yetineceğiz.
İbâdetlerin Kabulünde Sünnete Uymanın Rolü
İbâdetlerimizin makbul olması için öncelikle yapılan ibâdetin sahih olması yani şartlarına ve usûlüne uygun olarak edâ edilmesi; ibâdetteki farz, vacip, sünnet ve edeblere riâyet edilmesi gerekir. Hadîs-i şerîflerde şartlarına uygun olmadan kılınan namazın kulun yüzüne çarpılacağı bildirilmektedir. Yalanı terk etmeyen oruçlunun yeme-içmeyi terk etmesine Allâh’ın ihtiyacı olmadığı ifâde edilmektedir. İslâm âlimleri tarafından ilmî metotlarla Kur’ân ve sünnetten süzülerek tesbit edilen fıkhî hükümler, bütün ibâdet ve tâatlerde aynen uygulanmalıdır.
Mü’min, yaptığı ibâdet ve tâati Kur’ân’ın emrine ve Rasûlullah’ın (sav) sünnetine uygun olarak edâ etmelidir. Sünnete aykırı bid’atlerle dolu bir ibâdet reddedilmeye mahkûmdur. Zîrâ “Kim, dînimizde olmayan bir şey -bid’at- icad ederse, o reddedilir.”8 buyurulmuştur.
İbâdetlerin Kabulünde İhlâsın Rolü
Bir ibâdetin makbul olabilmesi için; şartlarına ve usulüne uygun olarak edâ edilmesi yanında ihlâsla –yani Allah rızası için – yapılması gerekir. Gösteriş ve desinler duygusundan, şan ve şöhretten uzak, sadece Allah emrettiği için, yalnız O’nun rızasını kazanmak için yapılan ibâdet ve tâatler ilâhî kabule nâil olacaktır. Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: “Allah, amellerden ancak ihlâsla yapılanı kabul eder.”9
Kendisini Cennet’e eriştirecek tâatte bulunma arzusunu taşıyan mü’min kul, ihlâs erbabı sahâbe-i kirâmın hayatını kendisine rehber alacak, ihlâslı mü’minlerle beraber olacak, ihlâsı zedeleyen aç gözlülük, nefsî arzulara aşırı düşkünlük, insanların tenkîd ve övgüsüne gereğinden fazla değer verme gibi ahlâkî zaaflardan kendisini kontrol edecek, ihlâs termometresinin düşmemesi için devamlı nefis muhasebesi yapacaktır. Bunun yanında Cenâb-ı Hakk’ın yardımını niyâz edecektir.
İbâdetlerin Kabulünde Helâl Lokmanın Rolü
Duâ, ibâdet ve tâatlerin Allah tarafından kabul edilmesi için belirtilen şartlardan biri, lokmanın helâl olmasıdır. Haram yiyen bir kimsenin duâ ve ibâdeti, Allah Teâlâ tarafından kabul edilmez. Dolayısıyla böyle bir kimsenin ibâdeti kendisini Cennet’e ulaştıracak bir ibâdet olmaz.
Bu konuyla ilgili olarak Rasûlullah (sav) şöyle buyurmaktadır: “Kul, şaçı-sakalı karmakarışık halde toz-toprak içerisinde, (ilim, cihâd, hac yolcuğu gibi) uzun yolculuklar yapar. Bu yolculuklar esnasında; Ya Rabbi!.. Ya Rabbi!.. diyerek duâ eder. Halbûki yiyeceği haramdır… Giyeceği haramdır… Vücudu haramla beslenmiştir. Böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir?!.”10
Sadaka verirken mutlaka helâl mal tercih edilmelidir. Zira sadakada gâye, Allah rızasıdır. Allah için verilen mal, temiz ve helâl olmalıdır. Vakıf Medeniyeti’ni kuran İslâm, mü’minlerin İslâm Toplumu için en temiz ve en helâl maldan ilim, kültür, hayır ve iyilik müesseseleri kurmalarını emrediyordu. Zirâ “Kul, sadakayı helâl maldan verdiği takdirde Allah bunu kabul edecektir.”11
Abdullah b. Abbas (ra) anlatıyor: “Rasûlullah’ın (sav) yanında; “Ey insanlar!.. Yeryüzünde olan temiz ve helâl olan nimetlerden yiyin.” (Bakara, 168.) âyeti okundu. Sa’d b. Ebî Vakkas (ra) ayağa kalktı. Efendimiz’e (sav) hitaben;
- Yâ Rasûlallah!.. Beni duâsı kabul olan kimse kılması için Allâh’a duâ et, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu:
- “Yâ Sa’d!.. Yiyeceğini helâl kıl. Duâsı makbul kişi olasın. Muhammed’in nefsi elinde olan Allâh’a yemin ederim ki; kul haram lokmayı karnına atarsa, Allah onun kırk gün hiçbir amelini kabul etmez. Hangi kulun eti haramla beslenmişse, Cehennem ateşi ona daha layıktır..”12
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak