O erler ki,
O erler ki, gönül fezâsındalar, Yıldızları tesbîh tesbîh çeker de, İçine nefs sızan ibâdetlerin
Toprakta sürünme ezâsındalar. Namazda arka saf hizâsındalar. Birbiri ardınca kazâsındalar.
Bir ân yabancıya kaysa gözleri, Her rengi silici aşk ötesi renk; Ne cennet tasası ve ne cehennem;
Bir ömür gözyaşı cezâsındalar. O rengin kavuran beyzâsındalar. Sâdece Allâh'ın rızâsındalar.
Necip Fazıl Kısakürek
Hz. Câfer, Müslüman olduğu zaman yirmi yaşında; Habeş hükümdârı Necâşî’nin huzûrunda, bir önceki yazımızda metnini verdiğimiz savunmayı yaptığı zaman da yirmi altı yaşındaydı. Asr-ı saâdetteki gençlerin kendilerine güvenleri vardı. Bu güven onlara her türlü güzelliğin ve başarının kapısını açıyordu. Bu güven duygusu da kalplerindeki sağlam îmandan geliyordu. Îmanları, onları başarıdan başarıya götürüyordu. İslâm’ı başkalarına anlatmada, güzel söz söylemede, insanlarla iletişim kurmada, İslâm’ı eksiksiz yaşamada, cihâd hareketlerinde son derece başarılıydılar. Çünkü bunlar, işe başlamadan önce, o işi başaracaklarına inanıyorlardı. Sonra da o işe başlıyor ve kısa zamanda başarıyorlardı.
İşin başı îmandır. Şunu iyi biliniz ki, îmânı olanın her şeyi var, îmânı olmayanın da hiçbir şeyi yoktur. Îmânı olan, sultandır. Îmânı olmayan da her türlü güzellikten mahrumdur.
Bu, gerçekten böyledir. Îman, bir nurdur, bir ışıktır, bir aydınlıktır. Îmânı olan kişi, nûrun, aydınlığın, ışığın içindedir. Böyle birisinin, sağı, solu, önü, arkası, altı, üstü, geçmişi, geleceği aydınlıktır. O kişi, baktığı yere îmânın ışığı ile bakar ve görmek istediğini görür. Aynı zamanda îmânı, kendisine bir güç ve kuvvet verir. Kendisini kâinâtın sultānı olarak görür. Îmânı bütün bir insan, yalnız Yüce Allah’tan korkar ve yalnız O'ndan çekinir.
Günümüz gençlerine işte böyle bir îmâna sâhip olmalarını tavsiye ederim. Böyle bir îmâna sâhip olan genç, zamânımızın Câfer’i olur; İslâm’ı yaşar ve yaşatır. Bundan dolayı hem dünyâda zevk alır, hem de öldüğünde cennete girer. Dünyâda, inanmış bir kişi olarak yaşamanın insana verdiği mânevî bir haz ve lezzet vardır. Hz. Peygamber Efendimiz (sav), bu gerçeği şöyle ifâde eder: “Allâh'ı rab, İslâm’ı din, Muhammed’i peygamber olarak benimseyip onlardan râzı olan kimse îmânın tadını tatmıştır.”1
Bu tadı tatmaktan mahrum kalmamanızı tavsiye ederim. Çünkü bundan mahrûm olanlar, cenneti de kaybetmiş oluyorlar. Cenneti kaybedenler de kendilerine yazık etmiş oluyorlar. Lütfen, kendinize yazık etmeyin; kendi elinizle kendinizi ateşe atmayın.
Hz. Câfer, Habeşistan’a giderken, bu olaylarla karşılaşacağını bilmiyordu. Bu gibi gelişmelerin olacağını da tahmîn etmiyordu. Tahmîn etmiyordu ama olaylar olduğu zaman da kenarda duramazdı; çünkü Hz. Peygamber (sav) onu Müslümanların başkanı olarak tâyin etmişti. Dirâyetli ve becerikli bir genç; ânîden meydana gelen olaylar karşısında paniğe kapılmadan, soğukkanlı bir şekilde ne yapması gerektiğini hesâb eden ve onu yapandır. Unutmayınız ki, bu gibi durumlarda paniğe kapılanlar kaybederler ve başarısız olurlar. Hz. Câfer, hiçbir şekilde paniğe kapılmadı, olup bitenlerden dolayı bir korkuya düşmedi. Hele, Kureyş elçilerinden hiç çekinmedi. Halbuki bu elçiler, yıllardan beri, Kureyş kabîlesini dış dünyâda temsîl eden kimselerdi. Bugünün ifâdesi ile, diplomattı bunlar. Hele, Amr b. el-Âs, dış dünyâda ve özellikle Habeşistan’da çok iyi tanınan bir diplomattı. Kendisi, Necâşî’nin yakın dostuydu. Bu olayın olduğu sıralarda da kırk yaşlarındaydı. Olgun ve dolgun bir genç olan Hz. Câfer, hükümdârın huzûrunda işte böyle bir diplomatı yenik düşürmüştü.
Korkmayın, korkak olmayın. Geri durmayın. Cesur olun, atak olun. Olayların üstüne üstüne gidin. Yoksa olaylar sizin üstünüze gelir ve sizi altına alır, siz de altta kalır ezilirsiniz. Dış dünyâya açılmaktan, gurbete çıkmaktan, dış ülkelerde okumaktan, doğup büyüdüğünüz yerin dışında bir yerde görev yapmaktan korkmayın. Unutmayın ki, yer garbindir. Hz. Yûsuf (as)’un Mısır’daki başarısını, Hz. Câfer (ra)’in Habeşistan’daki başarısını unutmayın. Hz. Câfer, hükümdârın huzûrundaki dik duruşu ile hem dînini ve arkadaşlarını savundu hem de hükümdârın Müslüman olmasına sebep oldu.
Habeşistan’da aşağı yukarı on iki sene kalan Hz. Câfer ve eşi Esmâ, Hz. Peygamber’in Mekke’den Medîne’ye hicretinin yedinci senesi olan 628 yılında Habeşistan’dan Medîne’ye geldiler. Hz. Câfer, Hz. Peygamber’in peygamberliğinin onuncu senesi olan 620 yılında vefât eden babası Ebû Tâlib’in ölümünde başucunda bulunamadı. Mekke’den Medîne’ye hicret ettikten iki yıl sonra, yani 624 yılında Hz. Peygamber’in kızı Fâtıma ile evlenen kardeşi Ali’nin düğününde bulunamadı. İlk Müslümanlardan olan annesi Fâtıma binti Esed, Mekke’den Medîne’ye hicret etmiş, Hz. Ali ile birlikte kalıyordu. O da, 625 veya 626 yılında vefât etti. Hz. Câfer, annesinin cenâze namazında da bulunamadı. Çok sevdiği amcası Hz. Hamza’nın, şehîd edildiğinde başucunda bulunup, onun için gözyaşı dökemedi. Bütün bu olaylar olurken o, eşi ve çocukları ile birlikte Habeşistan’da bulunuyordu. Oğulları Abdullah, Muhammed ve Avn, Habeşistan’da dünyâya geldiler. 628 yılında Medîne’ye geldiğinde, yeğeni Hasan üç yaşında, diğer yeğeni Hüseyin de iki yaşındaydı. Hz. Ali’nin çocukları ile Habeşistan’dan gelen Hz. Câfer’in çocukları kısa zamanda birbirleri ile kaynaştılar. Ne yazık ki, kısa bir müddet önce vefât eden babaanneleri Fâtıma bint Esed, onların bu güzel günlerini göremedi.
Hz. Câfer ve berâberindeki Müslümanlar Medîne’ye geldiklerinde, Hz. Peygamber ordusu ile birlikte Hayber’in fethine çıkmıştı. Hz. Câfer, yanındaki Habeş muhâcirleri ile doğruca Hayber’de bulunan Hz. Peygamber’in yanına gitti. O sırada, Hayber fethedilmişti. Hayber’in fethinden hemen sonra Câfer’i karşısında gören Hz. Peygamber: “Hangisine sevineceğimi bilemiyorum. Hayber’in fethine mi, yoksa Câfer’in gelişine mi?” diyerek onu kucaklayıp alnından öptü ve elde edilen ganîmetten, Habeşistan’dan gelen on altı arkadaşı ile birlikte ona da pay ayırdı. Ayrıca, Medîne’ye döndükten sonra mescidin yanı başında bir ev ayarlayarak onu buraya yerleştirdi.2
Ben, Hz. Peygamber Efendimizin, Câfer’in alnından öpmesinin üzerinde biraz durmak istiyorum. Bilebildiğimiz kadarıyla Hz. Peygamber, karşılaştığı insanlarla musâfaha yapar, yâni tokalaşır, tokalaşmayı da tavsiye ederdi.3 Uzun zamandan beri görmediği birisi ile karşılaştığında, musâfaha yaptıktan sonra ayrıca bir de onu kucaklardı. Kucakladıkları arasında alnından öptüğü çok az kişi vardır. Bunlardan biri Zeyd b. Hârise, diğeri de Câfer b. Ebî Tâlib’dir.
Hz. Zeyd, görevlendirildiği bir seferden dönünce, tekmîl vermek için Hz. Peygamber’in huzûruna çıkmıştı. Hz. Âişe annemizin bize bildirdiğine göre Hz. Peygamber, onun boynuna sarıldı ve alnından öptü.4
Dikkat ettiyseniz, Hz. Peygamber’in alnından öptüğü bu iki şahıs, kendilerine verilen görevi en güzel şekilde yerine getiren ve yüz akı ile Hz. Peygamber’in huzûruna çıkan kişilerdir. İçinde yaşadığımız bu zamanda da dînî görevlerini yerine getirdiklerinden dolayı Zeyd ve Câfer gibi alınlarından öpülecek nice gençlerin var olduğuna inanıyorum. İnşâallah siz de onlardansınızdır, diye düşünüyorum. Yalvarırım size, bizim bu düşüncemizi boşa çıkarmayın.
Hz. Câfer, Medîne’ye geldikten yaklaşık on ay sonra, Hz. Peygamber ile birlikte kazâ umresine katılmak üzere Mekke’ye gitti. Habeşistan hicreti için Mekke’den ayrılalı yaklaşık on üç sene olmuştu. Bu kadar zaman içerisinde çok şey değişmişti. Mekkeli Müslümanlar, şehri boşaltmış Medîne’ye hicret etmişlerdi. Henüz hicret etmeyenler de vardı. Ağabeyleri Tâlib, Akîl ve amcası Abbas bunlardandı; onlarla görüştü. Kendisi gibi ilk Müslümanlardan olan ablası Ümmü Hâni ile hasret giderdi. Şehîd amcası Hz. Hamza’nın yetîm kızı Ümâme’yi, Hz. Peygamber’in izni ile alıp Medîne’ye getirdi ve kendi evinde baktı. Çünkü Hz. Câfer’in hanımı Esmâ, Ümâme’nin teyzesiydi. Bilindiği gibi Câfer, amcaları Hamza ve Abbas ile bacanaktı.
Kaza Umresi’nden Medîne’ye döndükten altı ay sonra, Hz. Peygamber tarafından hazırlanan ve Bizans üzerine gönderilen orduya katıldı. Hz. Peygamber, bu sefere bizzat katılmadığı için, ordunun başına Hz. Zeyd b. Hârise’yi komutan olarak tâyin etmişti. Orduyu, Medîne’den uğurlarken şöyle bir konuşma yapmıştı:
- “Cihâda çıkacak olan şu insanlara, Zeyd b. Hârise’yi komutan olarak tâyin ediyorum. Zeyd öldürülürse, Câfer b. Ebî Tâlib komutandır. Câfer de öldürülürse, komutan Abdullah b. Revâha’dır. Abdullah da öldürülürse, Müslümanlar, aralarından uygun birini seçsinler ve onu kendilerine komutan yapsınlar.”5
8/629 yılında Mûte’de, sayısı yüz bini aşan düşmanla karşılaşan üç bin kişilik İslâm ordusunun sırayla bu üç komutanı da şehîd olmuş, orduyu, sonradan komutan olarak seçilen Hâlid b. Velid sevk ve idâre etmiş; sonra da Medîne’ye getirmiştir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, Medîne mescidindeki minber üzerine oturmuş olduğu halde, çok uzaklardaki savaş meydanında olup bitenleri görmüş ve bu üç komutanın şehîd olmasını ânında mesciddeki cemâate haber vermiş6 ve daha sonra da Hz. Câfer’in evine giderek onun hanımını ve çocuklarını tesellî etmiştir.7
Mekke’den Habeşistan’a, Habeşistan’dan da Medîne’ye hicret eden Hz. Câfer, katıldığı Mûte savaşında, savaş meydanından uçarak cennete gitmiştir. Savaşta kesilen iki koluna karşılık, Yüce Allah tarafından kendisine verilen iki kanatla uçarak cennete gittiği için, kendisine “uçan Câfer” mânâsına gelen “Câfer-i Tayyâr” ünvânı verildi.8 Onun 590 yılında doğduğu doğruysa, şehîd edildiğinde otuz dokuz yaşında olduğu açıktır. Ayrıca, şehîd düştüğünde otuz üç yaşında olduğuna dâir rivâyetler de vardır.9 Bu rivâyetleri esas alırsak, o zaman 596 yılında doğmuş olur. Bu takdirde de Hz. Peygamber tarafından görevli olarak Habeşistan’a gönderildiğinde, henüz yirmi yaşlarında bir delikanlıydı. Şehîd edildiğinde, ister otuz dokuz yaşında olsun ister otuz üç yaşında olsun, kesin olan şu ki Hz. Câfer, gençliğini İslâm’a vakfetmiş bir delikanlıdır. Yüce Allah da bu güzel kulunun uçarak cennete gitmesini nasîb etmiş ve hem onu hem de onun gibi olmak isteyen gençleri şereflendirmiştir.
Hz. Câfer’le ilgili bölümü bitirirken, şu iki maddeye bir daha vurgu yapmak istiyorum. Bunlardan biri, Hz. Peygamber’in gençlere ağır ve zor diyebileceğimiz görevler vermesi; diğeri de, gençlerin zor gibi görünen bu görevleri zevkle yapmaları ve başarmaları netîcesinde Hz. Peygamber (sav)’in onların alınlarından öpmesidir.
Dipnotlar
1 Müslim, Îmân 56.
2 İbn Hişâm, es-Sîre,
3 Ebû Dâvûd, Edeb 153; Tirmizî, İstîzân 31.
4 Tirmizî, İstîzân 32.
5 Vâkidî, el-Meğâzi (nşr. Marsden Jones), Beyrut 1984, II, 756.
6 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 299.
7 Vâkidî, el-Meğâzi, II, 766.
8 İbn Abdilber, el-İstî’âb fî ma’rifeti’l-ashâb (el-İsâbe kenarında), Beyrut 1328, I, 242.
9 Heysemî, Mecmau’z-zevâid ve menba’u’l-fevâid, Beyrut 1967, VI, 157.
Eylül 2024, sayfa no: 26-27-28-29
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak