Ara

Celâlî ve Cemâlî Tecellîler

Celâlî ve Cemâlî Tecellîler

Tasavvuf bir tecrübe ilmidir. Tatmayanın bilmeyeceği, yaşamayanın hissedemeyeceği bir gerçekliktir. Gerçekleşen keşf ve tecellî hâlleri tasavvufî tecrübe yaşanırken dervişin iç dünyâsında zuhûr eden bir tür his ve tecrübedir. Keşfi olmayanın bilgisi de olmaz diyen tasavvuf erbâbı, zevkten kaynaklanmayan bilginin de ellullâhın bilgisi olamayacağını belirtmiştir. Yaşanan tecellî hallerinin başlangıcı “zevk”, ortası “şürb” ve sonu ise kanma anlamında “riyyün” olarak isimlendirilmektedir. (Çakmaklıoğlu, 2007:211)

Bizzat Allâh’ın kendini bildirmesi anlamında tecellî, mârifetullâha ulaşmanın en yüce, en mükemmel ve en şerefli yoludur. İlâhî tecellî ile Allah (cc), gayb âlemine âit nurları kulunun kalbine açar, onları kuluna âdetâ âşikâr kılar. Kulun kalbine tecellî eden bu nurlar, maddeden mücerred mânâların nurları, nûru’l-envâr, meleklerinin nurları, tabîî nurlar, ilâhî isimlerin nurları gibi farklı makamlara göre farklı isimler alır. İşte bütün bu nurlar kulun kalbine ışıdığı zaman, basîret gözü kirlilik, pas ve kötülük gibi hatâlardan sâlim olur. Sonunda insan basîret gözü ile her bir nurda ne tür bir tecellînin olduğunu; bu nurlardaki mânâları ve bu mânâlara delâlet eden lafız ve kelimelerin bunlarla olan irtibâtını idrâk eder. (Çakmaklıoğlu, 2007:207)

Gerçekleşen tecellî hallerinin hem epistemolojik hem de ontolojik boyutu bulunmaktadır. Epistemolojik boyutuyla tecellî; “gayb nurlarından kalbe intikāl eden gerçekliktir.” Ontolojik boyutuyla gerçekleşen tecellî ise “zuhûr” ve “feyz” anlamındadır. Ontolojik boyutuyla tecellî, eşyânın varlık sahnesine çıkması ve hâl-i hazırdaki varlıkların devâmının sağlanmasıdır. Eşyânın varlık sahnesine çıkması bağlamında değerlendirdiğimizde tecellî ile kastedilen Allâh’ın kendisi dışındaki her şeye tecellî etmesi, eşyânın da bu tecellî ile varlık alanında zuhûr etmesidir. “Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona sözümüz sâdece ‘ol’ dememizdir. O da hemen oluverir.” (Nahl 16/40) meâlindeki âyette “istediğimiz” kısmı Allâh’ın “eşyâ”ya teveccühünü gösterirken, “ol dememizdir” kısmı eşyânın tekevvünü anlamına gelmektedir. Âyette belirtilen o şey “hemen oluverir” ifâdesi ise mevcûdâtın varlığını sürdürebilmesi için Allâh’ın sürekli tecellîsine ne denli ihtiyaç duyduğunu ifâde etmektedir. Âyette de belirtildiği üzere, âlem ve içindekilerin her biri varlıklarını sürdürebilmek için Allâh’ın zuhûr ve tecellîsine muhtaçtır. Bu durumu kelâm ulemâsı, “arazlar sürekli değildir, yenilenme ile devamlılıklarını sağlamaktadırlar” şeklinde dile getirmişlerdir. Buna göre mümkün varlıklar için varlık özelliği, aslî değil ârızî bir sıfattır. (Karadaş, 1997:154-155)

Hakīkatte tek mutlak vücûda sâhip olan Hakk’ın bu ontolojik ve epistemolojik tecellîlerini kesin hatlarla birbirinden ayırmamız mümkün değildir. Bu gerçekten hareketle “ontolojisini epistemolojisinden ayırmamız mümkün değildir” denilmektedir. Vücûd kelimesi, hem “var olma” hem de “bulma” anlamlarına gelmektedir. Dolayısıyla “vücûd”, objektif bir oluşu ifâde ettiği kadar, sübjektif ve psikolojik bir tecrübeyi de ifâde etmektedir. Bu sebeple, Hakk’ın varlığını dile getirmek üzere kullanılan “Vâcibü’l-Vücûd” kavramı, bulunuşu ve farkında oluşu zorunlu olan varlık şeklinde de yorumlanmaktadır. Allâh’ın vücûdu zorunlu olduğu gibi kendini bilmesi de zorunludur. Varlığı zorunlu olmayan mümkün varlıkların ise kendilerini ya da Rabblerini bilmeleri zorunlu değildir. Onların bilmeleri, ancak Allâh’ın bir vergisi olarak vücûdun (olmak/bulmak) yokluğa/cehle üstün gelmesiyle mümkün olur. İşte bu sebeple eşyânın hakīkati kendilerine açıldığı ve Allâh’ı hem kendi nefislerinde hem de kâinatta buldukları için; vücûdu hem bulmak hem de olmak anlamında gerçekleştirdikleri için, Allah dostlarına “ehlü’l-keşf ve’l-vücûd” denilmiştir. Hakk’ın “kün: ol” ezelî hitâbını işiten insan ontolojik olarak varlık kazandığı gibi, Hakk’ın hitâbını içinde hissetmek sûretiyle de bir vecd hâli yaşamıştır. Dolayısıyla kendisinden vecd, bu vecdden de vücûd kaynaklanmayan semâ’ gerçek anlamda bir işitme değildir. (Çakmaklıoğlu, 2007:138-139)

Kâinatta gerçekleşen oluşların hepsi birer ilâhî feyz ve tecellîden ibârettir. Ezelî ve ebedî olan ilâhî tecellî ise Allâh’ın isim ve sıfatlarının âlemdeki zuhûru ile gerçekleşmektedir. Eşyânın hepsi ilâhî tecellîler ve kudsî sıfatlardan ibârettir. (Medkûr, “İbn Arabî ve Spinoza’da Vahdet-i Vücûd”, İbn Arabi Ansına (Makaleler), 2002:160)

Mutlak Varlık’ın eşyânın bütün sûretlerinde gerçekleşen tecellîsi, “Hak” kelimesiyle ifâde edilmektedir. Dolayısıyla tecellî de aslında Hakk’ın kendi kendini ızhâr etme faaliyetinden ibârettir. Bir perdenin ardındaki gizli bir şeyi ifşâ etmeye tecellî adı verilmektedir. Tasavvufî irfanda varoluş süreci, ilâhî perdelerin kaldırılmasından ibârettir. Bu anlamda tasavvuf psikolojisi bir tür psikokozmolojidir. (Sayar, 2000:9)

İbnü’l-Arabî’ye göre mutlak varlık sâdece Allah’tır. Âlem ise Hakk’ın isim ve sıfatlarının birer tecellîsinden ibârettir. Hakk Teâlâ güzel ve kâmil olduğu gibi, tecellî ve zuhûrlarından ibâret olan âlem güzelliklerin adresidir. Rabbimiz, âlemi ilâhî isimlerinin sûretinde yaratmıştır. O güzel olunca âlem de güzel olmaktadır. Güzelliği ve güzeli seven Hak Teâlâ, el-Cemîl ismiyle tecellî edince bu âlem güzel bir şekilde vücûda gelmiş, onun güzelliği her şeye yansımıştır. Hak Teâlâ hiçbir zaman mutlak sûrette el-Celâl ismiyle tecellî etmez. “Sâdece Celâl’de Cemâl ile tecellî eder.” O’nun Celâl’inde de bir cemâl vardır. Cemâl’den soyut bir Celâl tecellîsi söz konusu değildir. O halde kâinât bütünüyle güzeldir. (Uludağ, Dört Kapı Kırk Eşik, 2010:100)

Sînesinde celâlî tecellîlerin vuku bulduğunu söyleyen Melâ-yi Cizirîbu durum karşısında âşık-ı mübtelâ-yı zülfün sabır ve karârının artık kalmadığını söyler. Vefâsız olan siyah zülüflerin zulmetinden hiç sefâ gör­mediğini ve bu zülüflerin kendisini yüzlerce cefâ ile öldürdüğünü belirterek zülüflerin karanlığından şikâyetini dile getirir. Nice güçlü, zayıf, fakir, zâhid, sûfî ve mollanın yüzlerce belâ ve musîbet ile zülüf­ler tarafından katledildiğini belirten Melâ-yı Cizirî insanların farklı hâdiseler ile uğraşarak hakīkatten uzak kaldığına vurgu yapar. Bundan dolayı; “aman kimseler bu zülüflerin belâsına düşmesin” der. (Alkış, Melaye Cızîrî’nin Dîvânında 2014:89)

İlâhî nûr, Cemâl isminin göründüğü yerdir. Âhirette Cemâlî tecellîlerin mahal­li cennettir. Cemâli tecellîler lezzeti gerektirir. Âhîret oluşumunda bunların mahalli ayrı olduğu halde, dünyevî oluşumda bir aradadır. Bundan dolayı gerek mü’minlerin gerekse kâfirlerin bu âlemde Cemâlî ve Celâlî tecellîlerden nasîbleri vardır. İşte insân-ı kâmil, dünyâ hazînesi üzerine geçici mühür ile ve âhiret hazînesi üzerinde de ebedî mühür ile mühürlenir. Çünkü onun mühürlenme­si, oluşumun geçiciliğine ve ebedîliğine tâbîdir. (Konuk, 1994:I/135)

Çerkeşiyye meşâyıhından Yozgatlı Şeyh Ahmed-i Velȋ Efendi (ö. 1129/1814), aşkla elde edilen aşk ve vahdet bilgisine hikmet adını vermekte ve hikmetin kaynağının ise ‘celâl ve cemâl’ isimleri olduğunu belirtmektedir.

Gözün cümle tekden ‘ayân tâ ki ‘aynından

Celâlinle cemâlinden bütün hikmet peydâ 

TERKİYA ağlayub güldü nâr-ı aşkla yandı

Hakk cemâlin ayân gördü bi-hamdillah ki aşka 

Ahmed Efendi bir başka şiirinde, kendi gönlüne seslenir ve varlıkta tecrübe ve temâşâ ettiği güzelliğe yer verir. Allâh’ın Zâtı birdir ama O’nun yüz bin görünür zülfü vardır. Bu bakımdan Şeyh Efendi, cevher ve araz güzelliğini sevgilinin güzelliğine benzetir. Bu güzellik varlıkta tecellî etmekte, gönlü parlatmakta, gönle haz ve mutluluk vermektedir.

Cümle görünen kim ey dil, hep rû-yi Mevla’dır sanâ 

Görüb her cânibde cânânın bu lütfu a’lâdır sanâ

Gerçi zâtı birdir amma nice yüz bin zülfü var

Tâ ki zülfü içinde ‘ayân dil ruyı esrâdır sanâ

Bu nâr-ı hicrinle ey dost, yanub bi-lâ rehnüma TERKİ

Cemâlin vaslına erdi ki dili temannâdır sanâ

Şeyh varlıkta birliği, güzelliği seyretmektedir ve bu ulaştığı halden mutludur. 

Aşk ile didâr gözler gözlerim gülzârda

Bahr-ı vahdet gösderüb nûr veçhini seyrâneyem

beytinde Şeyh Efendi kendisini, ‘aşk ile bakan gözlerle gül bahçesinde sevgilisini gözleyen, vahdet denizinde yansıyan ışığı seyreden’ kimse olarak belirtmektedir. Bu hal, onun için, vahdet illerinde dostla olmak, vahdet şarabından içip mest olmak, “Küntü kenz”in sırrını bilip söylemektir. (Görkaş, “Ahmet Efendi’de Aşk Kavramı”, 2016:IV/451-452)

Sûfîler olup biten olayları bütünüyle Allâh’a bağlarken, gönül açıcı olaylara cemâlî, can sıkıcı olanlarına da celâlî adını verirler. Celâlî ve cemâlî tecellîlerin iç içe olduğunu Niyâzî-i Mısrî "gül ve diken" benzetmesiyle özetlemiştir:

Cemâli zâhir olsa tiz celâli yakalar anı, 

Nerde bir gül açılsa yanında har olur peyda. (Kara, 2004:56-57)

Bütün büyük oluşlar, sonsuzluk va’deden doğumlar, çile ve ıstıraplara bağlıdır. İlâhî kudret, büyük oluşları mayalandırmak ve onların zorunlu doğumlarını vücûda getirmek üzere insan hayâtında esrârengiz göçlere, istîlâlara, harp ve darplara vücûd vermektedir. Bu kahır ve ızdırap perdesinin arkasında saklı ilâhî niyeti, nîmet ve gelişmeyi fark etmekse, varlığın özü ile temas imkânına ermiş büyük ruhların işidir. Tablonun kahır tarafı büyük kitleleri isyân ettirirken, bu ruhlar her kahrın arkasında bir lütuf, her celâlin ardında bir cemâl ve nîmet olduğunu çok iyi bildikleri için sâkin ve endîşesiz durabilmekte, bunun da ötesinde, kıvranan ve feryâd eden kitlelere umut ve mutluluk va’d edebilmekte, onların yaralarını sarabilmektedirler. (Gündoğdu, 2007:105)

Celâl tecellîsinin en önemli özelliği muzlime ve muhrika boyutunda olmasıdır. Celâl tecellîsi, müşâhede nurlarını karartıp yok edici özelliğe sâhip olduğu için nefiste, insanı kendinden geçiren bir vecd ve bir şuursuzluk hâli meydana getirir. Bu şuursuzluk hâli meydana getiren Celâl müşâhedesi, konusu îtibârıyla Cemâl müşâhedesinden daha yücedir, ama mârifet ve müşâhede açısından daha az mükemmeldir. Çünkü Cemâl müşâhedesinin müşrika adıyla bilinen parlayan nurları sâlikin şuurunu ortadan kaldırmaz. Allâh’ın (cc) Mutlak Celâl’inde bize değil kendisine dönen bir mânâ varken, Cemâl’inde O’ndan bize yönelik bir mânâ vardır. Bu sebeple Mutlak Celâl mertebesinin müşâhede edilip tanınmasına imkân yokken, Cemâl mertebesi hakkında bir mârifete ulaşmak mümkündür. Dolayısıyla Mutlak Celâl mertebesi hakkında kulun bir şeyden bahsetmesi söz konusu değildir. Sûfîlere sık sık Celâl müşâhedesiyle alâkalı görünen heybet hâlinin Mutlak Celâl’le değil, Cemâl’in farklı mertebesi olan Celâlü’l-Cemâl ile alâkalı olduğu görülmektedir. Kendisinden bahsedilen, mârifete ve ifâdeye sığan ancak bu Celâlü’l-Cemâl makamıdır, Mutlak Celâl’den aslâ bahsedilemez. Celâl mertebesi, Allâh’ın (cc) mutlak mânâda izzetini ifâde eder; Cemâl mertebesi ise bize doğru zuhûr edip âşikâr oluşunu ifâde eder. Buna göre, Celâlü’l-Cemâl’den bahsetmek mümkünken, Mutlak Celâl’in müşâhede ve mârifetine hiçbir mahlûkâtın tâkati yetmez. Hakk Teâlâ bu mertebede tektir, bu mertebeyi kendisinden başkası göremez. Celâl üzere aslâ tecellî etmez; ancak Celâlü’l-Cemâl üzere tecellî eder. (Çakmaklıoğlu, 2007:363-364)

Ekim 2021, sayfa no: 15-16-17-18-19

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak