Ara

Cefâ İkliminden Sefâ İklimine

Cefâ İkliminden Sefâ İklimine

Macid Arsan Geylânî adlı müellif, ‘Hakeza Zahare Cilu Salahaddin Hekeza Adet el Kuds’ adlı eserinde mühim noktalara temâs eder. Bu da gönül ikliminin duruluğudur. Gönül ikliminde duruluğa eremeyen yâni kalpleri ve gönülleri fethedemeyen, ülkeleri ve diyarları fethedemez. Ederse de bu zorbalıkla ve zâlimâne olur ki, kalıcılığından şüphe edilir. Zulüm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur demişlerdir. Macid Arsan Geylânî bu kıymetli ve nâdide eserinde gayretini Salahaddin Eyyûbî’nin fütûhâtının sırlarını keşfetmeye adamış, çalışmış ve şu netîceye ulaşmıştır: Fütûhâtın gerisinde mânevî sefâ/duruluk hâli yatmaktadır. Bunu kazanmadıkça ilerleme olmaz. Gönlün sefâ, cefâ ve hava makamları vardır. Sefâ makâmı gönül berraklığı ve duruluğudur. Bu gönle ve kalb-i selîme sâhip olan mânevî iklimi yeşertir ve insanlar arasında tatlı meltemler esmesini sağlar. Hayatlara tatlılık ve revnak katar. Bu sebeple de ‘huz ma sefâ da ma keder’ denmiştir. Duruluğu al bulanıklığı at! Bulanıklık elbette hem fizikî hem de metafizikî bulanıklıktır. Gönül kirliliğidir. Gönlün cefâ hâli ise istenilmeyen haller cümlesindendir. Cefâ gönül ıraklığı, uzaklığı demektir. Âfâk dâiresinde değil de enfüs veya metafizik dâiresinde birbirinden uzaklaşma ve yabancılaşma veya öteki ifâdesiyle gönül gurbetidir. Başkalarına yer bulundurmayan gönül fakirdir. Beden berâberliğindense ‘gönüller bir olsun’ denilmiştir. Gönül hem alıcı hem verici olmalıdır. Bu sebeple de hadislerde mü’min şöyle târif edilmiştir: Kaynaşan ve kaynaşılan kişidir. Günümüzde gönüllerin sefâ değil cefâ hâlinde olduğunu görüyoruz. Kaynaşmıyorlar. Birbiri karşısında kaskatı kesiliyorlar. Bundan dolayı da hayâtımızda lezzet ve tad kalmadı. Hayâtın tadı varlıkta değil dostluktadır. Hayâtı tatlandıran şey veya haz insanlar arasında güzel ilişkilerdir. Bu güzel ilişkiyi temin eden, sağlayan iksir de güzel ahlâktır. Güzel ahlâkın cem olduğu nokta veya kap ise gönül evidir. Sefâu’l kulûb yâni gönül duruluğu geldiğinde cefâlar kalkacaktır. Gönül duruluğuna varmak için de güzel ahlâk ile bezenmemiz şarttır.

Sefâ ve cefâ makamlarının yanında bir de hava (yumuşak he ile değil noktalı he ile) dediğimiz başka bir makam vardır. Bu da hava er-rûhî terkibiyle anılmaktadır. Rûhî boşluk. Bu tâbir gönlün kimliksizliğinden kinâyedir. Gönlün bir şeyle meşbû olmamasıdır, kendisine de yabancılaşmasıdır. Rûhî boşluk bir şekilde insanlar arasında da müsbet ilişkileri keser ve cefâya, uzaklığa yol açar. Günümüzde gönül duruluğu yâni sefâ hâli kalmamıştır. Bunun için âfâkta da fütûhâta nâil olamıyoruz. Macid Arsan Geylânî Salahaddin Eyyûbî’nin fütûhâtını iç dokuların fütûhâtına bağlar. Nureddin Zengi ve Salahaddini Eyyûbî mânevî âlemde Gazâliyye ve Geylâniyye ekollerinin çığırı üzerine gitmiştir. Bu ekollerin açtıkları mânevî fütûhât çığır mecrâsında ilerlemiş, sonuçta siyâsî ve âfâki fütûhâta nâil olmuşlardır. Bu itibarla Müslümanlar yeniden sefâ, berraklık hâlini kazanmalı ve birbiriyle sağlam bağlara sâhip olmalıdırlar. Birbirlerine yabancılaşan sîneler hem maddî hem de mânevî düşman karşısında nasıl yekpâre olabilir ve cansiperâne mücâdele edebilir ki? Yusuf Karadavi’nin ‘Övenleri ve Yerenleri Arasında Gazâlî’ adlı eserinde de tartıştığı gibi kimileri Haçlı Savaşlarının öncesinde Gazâlî’nin inzivâya çekilmesini eleştirirler. Kitaplarında kital mânâsındaki âfâkî cihâdı yazmamasını, daha ziyâde cihâd-ı mânevî (mücâhede-i nefs) üzerine yoğunlaşmasını, odaklanmasını hayretle karşılarlar. Bu, Gazâlî’nin önce içten tâmir ve fethin lüzûmuna kâil olmasındandır. Nitekim bu tez, Macid Arsan Geylânî’nin Salahaddin Neslinin Zuhûru ve Kudüs’ün Geri Alınışı kitabında tafsilatlı olarak yer almakta ve ispatlanmaktadır. Demek ki mânevî fütûhât fizikî fütûhâta mukaddemdir, onun mukaddimesi ve peşrevidir. İkisi birbirine bağlıdır. Bugün de Filistinliler mastabalarda ve ilim meclislerinde Gazâlî geleneğiyle Siyonizme karşı tutunmaya çalışıyorlar. Gazâlî’nin Kudüs’teki mânevî mirâsından güç alıyorlar. Bu da Gazâlî’yi suçlayanlara vâkıanın somut tekzîbidir.

Mânevî dünyâmızda sefâ iklimine ulaşmak maddî fütûhâtların başlangıcını teşkîl eder. Bunun için de öncelikli olarak birbirimizle uyumlu olmalıyız. Gönül dilini bulmamız lâzım. Gönülden çıkan gönle girer denilmiştir. Ağızdan çıkan ise kulağa gider lâkin bu bakıp da görmemek gibidir. Duyarsınız ama işitmezsiniz, anlamazsınız. Bakmak ve görmek arasında fark, mesâfe olduğu gibi duymak ve işitmek arasında da mesâfe vardır. Bu sebeple olsa gerek Mevlânâ Celâleddin Rûmî de “Aynı dili konuşan değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler” demiştir. Bu sebeple de Batı’da vücut dili (body language) denilen bir ifâde gelişmiştir. Fizikî dilin yanında metafizikî dili yâni gönül dilini de kullanmalıyız. Vücut sarayının iki kapısından birisi dil öteki de gönüldür. Hazreti Peygamber (sav) de bedende ve vücutta bir et parçasının olduğunu ve bunun iyiliğinin bedeni iyileştireceğini, kötülüğünün de bedene sirâyet edeceğini haber vermektedir.  

Öyle ise kalb-i selîmi kazanmanın peşinde olmalıyız. Enfüs dâiresi gülistanlık olursa âfâk dâiresi de olacaktır. İnsanın mutluluğu âlemin mutluluğuna köprüdür ve tersinden de âlemin mutluluğu insanın mutluğuyla kâimdir. İnsan kendisiyle, çevresiyle ve Allah ile uyumlu ve barışık olmak zorundadır. Bunlardan birisine yabancılaştığında ötekine de yabancılaşacaktır. Bu sebeple de ‘men arefe nefsehu arefe rabbehu’ denilmiştir. Bugün ise bu iç ve âfâki barış düzeni bozulmuştur. Fitneler kol gezmektedir. Kalbimiz âfâkın aynası olduğundan dolayı kendi ikliminde de gerilim hâlini yaşıyor. Uyumun ve barış ikliminin bozulması bizi kendimizle barışık olmaktan çıkartıyor, can evimizden vuruyor. Çevremizde yaşanan olayların akislerini iliklerimize kadar hissediyoruz.  

Hem âfâkta ve hem de enfüs dâiresinde âsûde iklime ihtiyâcımız var. Bu da ancak mânevî iklimin yeşermesiyle ve kaybettiğimiz değerlere yeniden kavuşmakla mümkündür. 

Ma-i zülal gibi gönül berraklığını kazanmamız gerekir. Aksi takdirde fitneler en has dâirede bizi bulacak, yoklamaya devâm edecektir. Abdullah İbni Ömer Efendimizden (sav) insanların hangisinin daha fazîletli olduğunu soruyor. Peygamberimiz ‘her mahmur gönül ve dili sâdık olandır’ buyuruyor. Dilin sâdık olması mâlûm lâkin mahmur gönlü anlayamıyor ve bunun üzerine Peygamberimiz ona mahmur gönlü şöyle târif ediyor: Tâki ve nâki gönüldür. Günah barındırmaz, isyan, kin ve çekememezlik taşımaz. Bugün duru gönüller azaldığından dolayı toplumda sâlih insan nisbetinde de azalma göze çarpmaktadır. Enfüsün âfâka yansıması böyle olmaktadır. Bu yüzden mutluluğumuz karardı ve kendimizi Tih çıkmazında veya Babil Kulesinde ayarsız bulduk. Kötü ahlâkla birlikte dillerimiz çatallaştı ve ayrıştı. Bu ise sui-i zan ve güvensizliği getirdi. Enkiyâ ve etkiyâ zümresi (temizler ve muttakîler) kin ve öç gütmezler. Hilyeleri af ile safhdır. Hakkı ve adâleti tutar, kaldırırlar. Gönül iklimi yumuşadıkça göz pınarları coşar ve göz pınarları kurudukça da gönül iklimi çoraklaşır. 

Bu sebeple de nefsin zaferlerini değil gönlün zaferlerini arıyoruz. Aksi halde, mağluptur bu yolda gâlip kişi. Nefse arka çıkarak ancak gönülleri yıkarız. Gönül yanlış işlerle ve kötü ahlâkla meşgûl ve bezeli olursa oraya güzel ahlâkın mertebeleri ve menzilleri yol bulamaz. Sefih ve sefil duygulardan arınmadan iyi duygulara yer bulunamaz. Mutasavvıflar buna tehalli (noktalı ha ile kötü huyları elemek) ve tehalli (noktasız ha ile iyi huylarla bezenmek) mertebeleri derler. Bu sebeple de başta gönlümüz olmak üzere bütün âzâlarımızı meâliye’l umur denilen yüce işlerle meşgûl etmeliyiz. Yoksa sefâsifi’l umur denilen ayak işleriyle veya ayak takımının işleriyle başbaşa kalırız.

Bu hususta büyük adamların himmetiyle küçük adamların nefis düşkünlüğünü kıyasladığımız bir yazıda meseleye ayna tutmuştuk: 

İki câsusun hikâyesi!

Endülüs'ün düşüşünde bizler için ibretler ve dersler vardır. Hangi milletin himmeti âlî ise o millet pâyidardır ve başkalarını boyunduruğu altına alır. Vaktiyle Portekizliler Endülüs'ün komşularıdırlar. Sürekli zayıf noktalarını kollarlar ve zayıf noktalarını yoklamak için de peşpeşe câsuslar gönderirler. Bu câsuslardan ikisinin hikâyesi ibretâmîz ve öğreticidir. Câsuslardan birisi bir zaman Endülüslüler’in zâfiyetini öğrenmek için ülke içlerine kadar sızar ve halkla temâs eder. Ağlamaklı olan bir oğlanla karşılaşır. Derdini dinler ve neden ağladığını sorar. Çocuğun verdiği cevap da Endülüs'ün niçin ayakta kaldığının canlı işâreti sayılır. Çocuk, Arapların 'furusiyye' dedikleri cenk oyunlarını öğrenmektedir. Çocuk nişangâha doğru 10 ok fırlattığını lâkin içlerinden birisini tutturamadığını ve bundan dolayı kederli olduğunu, ağladığını söyler. Câsus irkilir ve ülkesine döner ve 'bu milletle savaşılmaz' der. Gerçekten de böyle bir milletle savaşmak 10 oktan dokuzuna mâruz kalmak anlamına gelir. Aksine, fazîlet hissinin yerini pespâyelik ve rezâlet; şehâmet, kahramanlık anlayış ve destanlarının yerini şehvet almışsa o millet çöküntü hâlindedir. Portekizliler başka bir seferinde ise yine Endülüs'ü yoklamak için başka bir câsus sevkederler. Bu câsus da ülkeyi baştan sona dolaşır ve kolaçan eder. Ne hikmetse bu câsus da yine ağlayan bir oğlanla karşılaşır. Ve durumunu merâk eder. Bir kenara çekerek çocuğa niye ağladığını sorar. Çocuk ağlamaklı bir biçimde sevgilisinden ayrıldığını ve bundan dolayı ağlamaklı olduğunu söyler. Câsus böylece murâdına ermiştir, Endülüs'ün düşmek için olgunlaştığını ve olgun bir meyve kıvamına geldiğini görür ve üstlerine haber verir. Endülüs'ün kaybı böyle gerçekleşir ve Endülüs böyle düşer. Bunun sebebi himmetsizliktir. Himmetini herkesin şehvetine hasretmesidir. Endülüs'te kolektif şuurun yerini ferdiyetçilik, fedâkârlığın yerini tüketim, hedonizm ve rantiye almıştır. Sultanlar cihâd değil saltanat ve kese doldurma peşindedir. 'Cihad partileri' yerine av partileri düzenlemektedirler. 

Şimdi gençlerimiz Filistin için gözyaşı dökmüyor. Belki tuttuğu takım yenilirse gözyaşı döküyor ve zafer kazanırsa çığlık atıyor. Dolayısıyla eskilerin ifâdesiyle incir kabuğunu doldurmayan sefâsifi'l umurla/düşük meşgaleler ile tesellî buluyor ve gönül eğlendiriyoruz. Meâliye'l umur denilen yüce hasletler ise semtimize uğramıyor. Bu açıdan da günümüzde devlerin değil cücelerin cirit attığı bir evrende yaşıyoruz.

Öyleyse âfâk ülkesinden önce gönül ülkesini tâmir edeceğiz. Seyr-i âfâkiden önce seyr-i enfüsî ve seyr-i sülûkte gönül çölünü geçecek, yeşertecek ve göz pınarlarını akıtacağız. Gönüldeki iyilik kademe kademe çevreye yayılacaktır. Selîm gönle sâhip olan kişi yer ve gök ehlinin aradığı kâmil insandır. Bu ise umut eden ve umut veren kimsedir. Kalp genişledikçe dostluk dâiresi büyüyecektir. Hafız-ı Şirazi ne güzel demiş: “Dünyâ öyle bir metâ değil ki, nizâa değsin. İki cihânın rahat ve selâmetini iki harf tefsîr eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.” 

“İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 34.)

Amacımız, enfüs ve âfâk dâirelerinde sefâ hâlini yakalamak olmalıdır.

Ağustos 2015

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak