Ara

Çağrı

Çağrı

Allâhu Teālâ insanı yaratırken ona Kendisini tanıma ihtiyâcı vermiştir. Âdemoğlu, ilâhî şuur ihtiyâcı içerisindedir, kalp gözüyle görme, âhiretin tatlı kokusunu içine çekme, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sesini yeniden duyma, asıl yuvasına dönme ihtiyâcı içindedir. Bu, rûhun en büyük özlemidir. Bu, bizim özümüzdür. 

Dîn-i İslâm'a bir çağrı var.

Mîrac çağrısı, varoluşun çağrısı, yeni bir insan olmaya çağrı.

Fıtrata dönüş çağrısı; özümüze, rûhumuza, asıl vatanımıza, köklerimize bir ilâhî dâvettir bu.

Bir arınma çağrısı gerçekleşir. "Ey îmân edenler, îmân edin!" âyetinin tefsîri ile îmânımızı yenileriz, tâzeleniriz, yeniden can buluruz, hayat buluruz, diriliş gücü buluruz. 

Bir içselleşme gerçekleşir; iç temizliğe, iç yıkamaya, iç hicrete bir dâvettir. Mânâ hastalıklarından şifâ bulmaya bir dâvettir. Nefsimizin zulmünden kurtulmaya bir dâvettir. Kendi zulmümüzü kaldırmaya bir dâvettir. Cihâd-ı Ekber yapmaya bir dâvettir. Kalbdeki şirkleri ve putları kırmaya bir dâvettir. 

Zulümden nûra doğru, şirkten tehvîde doğru, bâtıldan hakka doğru, fânîden bâkîye doğru, esfel-i sâfilînden ahsen-i takvîme doğru bir geçiştir bu.

Ümmet-i Muhammed’in kurbiyet cennetine ilâhî bir dâvet vardır. Bu dâvet; samîmiyet kapısına, kurbiyet kapısına, âşıklar kapısına, evliyâ kapısına, hiçlik kapısına, yokluk kapısına, şefkat kapısına dâvettir. Bu dâvet, cennete kurbiyet ve ünsiyet kazanmak için bir ilâhî dâvettir. Bu, mîrac için bir dâvettir. 

Dîn-i İslâm'a bir dâvet var. Rabbimiz, kıyâmete kadar korunacak Kitâb-ı Kerîm’i ve âlemlere rahmet olan Efendimiz aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm'ı göndermiş ve kıyâmete kadar sürecek olan dâvetini kemâle erdirmiştir. Bu dâvetin adı Rabbimiz tarafından İslâm olarak belirlenmiştir. İlâhî dâvet sürekli ve kesintisizdir. Bu dâvet merhametli Rabbimizin ruhlar âleminde "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitâbı ile başlamıştır. Doğumdan evvel Kālû Belâ'da, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitâbını işiten ruh, bu çağrıya tüm yaşantısı ile icâbet edip “Evet” cevâbını vermek için dünyâya gönderilmiştir. 

Hakîkat dîni İslâm, bütün insanlığı dünyâdaki mânevî hayâtın nihâî maksadına dâvet etmektedir. İslâm dîni, en yüksek ahlâk standartlarının ve en yüksek düşünce ekolünün adıdır. Âlem, kemâl aşkından doğmuştur. Âlem, bilinmek aşkından doğmuştur. O, aşkın kemâline çağrıdır.

Hz. Mevlânâ’nın kelâm-ı mübârekleri ile: “Bizler kirli sudan öylesine memnûnuz. Oysa en sâfî kaynaktan, velîlerin sohbetinden içmeye çağrılmışız.” “Ey gāfil susuz, biz velîlerin sözlerinden Hızır’ın âb-ı hayâtını içmekteyiz, gel!” 

Kur’ân-ı Kerîm, İslâm dînine çağrıdır. Resûlullah Muhammed Mustafâ aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, yaşayan Kur’ân olmaya çağrıdır. İnsanoğlu halîfe sıfatı taşımasıyla kendi varlığına bir çağrıdır. Ezân-ı Muhammedî, Allah Teālâ ile vuslata çağrıdır. Peygamberlerin ve evliyâların nurlu sözleri muhabbete çağrıdır. Şeytan ise insanı her an ve her yerde İslâm’ın ters istikāmetine çağırmaktadır. 

Dünyâdaki herkes hayatlarının her ânında Rabbleri tarafından dâvet ediliyor. Rabbin kuluna her dâim canlı ve kesintisiz çağrısı vardır. Yüce Rabbimiz her bir mahlûka “kul” olarak hitâb eder. Rabbinin çağrısına cevap veren mü’minler, hakîkî kimliğine kavuşur ve nihâyet kulluk makāmına erişir.

Peygamber'in de “ümmet”ine, her dâim canlı ve kesintisiz bir çağrısı vardır. Tevhîd ile ümmet-i Muhammed potasında birleşen kalpler Peygamber Efendimizin çağrısına icâbet ederler. Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşu; “Ümmetim de Ümmetim!” diye çağıran Habîb-i Edîb-i Kibriyâ Efendimiz aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’ın çağrısına mukābele etmektedir. 

Şâhit oluyoruz ki, modern toplumlarda insan Rabbinin çağrısını artık duymuyor. İlâhî olana duyarsızlıktan, ilâhî olana duyulan susuzluğun ve şuurun mahrûmiyetinden acı çekiyor. 

İslâm âleminin başı dertte, Rabbinden yalnızca ümmetine yakınlık dileyen, ümmeti için hidâyet, rahmet ve mağfiret dileyen, âlemlere rahmet olarak gönderilen O zâtı örnek almıyoruz. Müslümanlar, Peygamber Muhammed Mustafâ aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’ın ahlâkını kendilerine rehber olarak görmüyor artık, O’nun ayak izlerinde yürümeye gayret etmiyorlar. Tam tersine; yozlaşmanın, suiistimâlin, sahtekârlığın, adâletsizliğin, sömürünün, zulmün, terörün olduğu bir zamâna şâhit oluyoruz. 

İlâhî çağrıya duyarsız kalmamızın ve ilâhî ilhâmı kaybetmemizin bāzı sebepleri: 

- Yüce Yaratıcımıza olan ihtiyaç ve özleyişi kaybettik. Bu da, O’na dönme, O’na niyâz etme, O’nunla söyleşme ve O’na sığınma ihtiyâcımızın korkutucu derecede eksildiği mânâsına geliyor.

- Âhirette bize şâhitlik edecek olan organlarımızı Rabbimizin emrine uygun kullanmıyoruz. Allah Teālâ her organımızın itāatini istemektedir: “Birbirinizin gıybetini yapmayın” (Hucurât, 49/12)“Mü’minlere söyle gözlerini haramdan sakınsınlar.” (Nûr, 24/30)“Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyiniz.” (Bakara, 2/188)

- Yüzeysel ibâdetlerden memnun kalıyor ve pazarlık eder gibi duā ediyoruz. Rızā aramak, şifâ bulmak yerine menfaat ve sevap kazanmanın peşindeyiz.

- Gök sofrasına katılmıyoruz. Gökyüzündeki yıldızlar Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Sümeyye, Hz. Hatice, Hz. Ayşe gibi yüce nûrânî misâllere bakmıyoruz ve bu sebeple de onlardan ibret alamıyoruz. 

Kendisiyle sürekli yüzleşmeyen, hesaplaşmayan kişi, istikāmet üzere yaşamayan, dürüstlüğe erişmeyen, iki yüzlülük, yalancılık gibi münâfıklık alâmetlerinden kurtulmayan, canlarını mallarını Allah Teālâ uğruna fedâ edemeyen, dünyâ nimetlerinin sevgisini kalbine sokan kişi, nefsin zulmünü kaldırmayan, yaklaşmak ve yükselmek derdinde olmayan, kendi eksikliklerini, düşüklüğünü, yetersizliğini, sınırlarını, başarısızlıklarını, kusurlarını idrâk edemeyen, diğer insanlara faydası dokunmayan, hizmet ve yardım edemeyen, Allâh’ın rızāsı için mücâdele edemeyen, azîz emâneti taşımayan kişi ilâhî çağrıyı duymayacaktır. 

Hz. Mevlânâ bu hususta şöyle demiştir: “Allah’tan kaçtınız ama yemekten kaçmadınız. Dinden kaçtınız ama putlardan kaçmadınız. Ey bu denli dünyâsız yapamayanlar! Onu bir halı gibi seren Zât’tan ayrı nasıl yapabiliyorsunuz? Ey lüks ve konforsuz yaşayamayanlar! Kerîm olan Rabbimizden ayrı kalmaya nasıl dayanıyorsunuz?” 

Eskiden İslâm tüm hayâtımızı kuşatmaktaydı. Oysa bugün pek çok İslâm ülkesinde tecrübe edilen şey, dünyâ hayâtının İslâm’ı kuşatmasıdır. Bugünlerde, maddî doyumsuzluklar içinde kalan, anlamsız, mekanik ve narkotize olmuş bir toplum hâline geldik. Böylece modern toplumdaki Müslümanlar âyetlere ve hadislere olan hassâsiyetini kaybetti. Halbuki Allah Teālâ biz kullarını şöyle müjdeliyor: “Artık Benim sözlerime kulak veren ve içindeki güzellikleri yaşayan kullarımı müjdele! Onlar ki, Allah tarafından hidâyete erdirilmişlerdir. Onlar idrak insanlarıdır.” (Zümer, 17-18). 

Modern çağda birbirimizi Allah rızāsı için sevmekten mahrum olduğumuzu müşâhede etmekteyiz. Aramızdaki mânevî cereyan hatları da kopmuş oldu. Peygamber Efendimiz aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’ın; “Müslüman diğer insanların elinden ve dilinden emîn olduğu kişidir” hadîsindeki Müslüman târifine uymayarak nefsimize zulmediyoruz. Allâh’ın bizlere verdiği en değerli şeyin, îmânımızı taşıdığımız gönüllerimizde olduğunu idrâk etmekten mahrum kaldık. 

İslâm âleminde müslümanlar tefekkürsüz kaldılar. Tefekkürsüz, Kur’ân-ı Kerîm’e karşı kör oluruz ve eğitimsiz, terbiyesiz kalırız. Tefekkürsüz, şeytānın vesveselerine kukla oluruz, şuursuzluğa ve cehâlete düşeriz. “Akıl Sâhibi” olamadığımız için bize gelen nimeti Rahman’dan bilmiyoruz ve böylece aynı nimet, bizi gaflete hattâ şeytāniyete sürüklüyor. 

İnsanlar, uhrevî lezzetlerin hakîkatlerini idrâk edemez hâle gelmektedir. Dünyevîlik virüsü insanın mânâ bünyesini son derece zayıflatmakta. Mü’minler ubûdiyetin sıfatlarından yoksun, teslîmiyet ve fedâkârlıktan bîhaber. Menfaat virüsü toplumumuza girmiş; sahtekârlık, münâfıklık yayılmıştır. Dîni yaşamak yerine dîni kullanmaktayız.

Modern hayat dilini yutmuş bir vaziyettedir. Düşünme, konuşma ve paylaşma kābiliyetini yitirmişiz. Samîmî dostluktan ve kardeşlikten mahrûmuz. Edeb ve tevâzu hasletlerini, gözyaşı dökme kābiliyetini, samîmî dostluk kokusunu kaybetmişiz. İnsanlık sıfatından kaynaklanan hissiyatlarımızı yitirmişiz. İnsan gibi eşref-i mahlûkāt olan bir varlığın dünyevîleşmesi felâketlerin kaynağıdır. Artık kalpleri olsa da Allâh’ı hissetmezler, kulakları olsa da hakîkatin sesini işitmezler, gözleri olsa da Hakk’ın nûrunu göremezler. 

Dünyâya duyduğumuz muhabbet gaflet yolunu seçmemize sebep oldu. Dünyevî korkulara yenik düşmek, maddeye yönelmek ve mânâyı terk etmektir. Dünyevî korkulara yenik düşmek, menfaat sağlayan işlerin peşinde koşmaktır. Dünyânın sevgisi, âlemlerin Rabbine duyulan aşkın yokluğu, duānın yokluğu, sırâtu’l-müstakîmin yokluğu, secdenin yokluğu, Resûlullâh'ın sünnetinin yokluğudur. Güzellik, aşk ve nûrun eksikliğidir. 

İlâhî zevk Cenâb-ı Hakk’ın sevdiklerinin yüce hâlidir. Peygamberler, evliyâlar, âşıklar ibâdetleri esnâsında, hizmetleri esnâsında sürekli ilâhî zevki, en yüksek muhabbeti, saf coşkuyu, huşûyu hissetmektedirler. Erhamü’r-Râhimîn olan Rabbimiz’le ilâhî kurbiyetin zevkini yaşarlar. Teslîmiyetten zevk alırlar. İrâde-i İlâhiyye’ye ve mahlûkāta hizmet etmekten, ibâdet etmekten, tefekkür ve zikretmekten zevk alırlar. 

Teslîmiyet, itāat, ibâdet ve îmanda neşe ve zevk bulmadan ilerlenemez. Arayış iştiyâkına düşmeden ilerlenemez. Eğer Allâh’ın muhteşem sonsuzluğu karşısında haşyet, merak ve hayranlık hâlinde değilsek saflık, nurlanma ve aşk seviyelerine yükselemeyiz. Eğer Allâh’ın Cemâline âşık değilsek kendi kaderimizi gerçekleştiremeyiz ve çalışan bir makine gibi yaşama tehlikesine düşeriz. 

Sâdece hayatta olanların nefeslerinin kaldığı Filistin'de her bir insanın diriliş gücüyle orada nübüvvetin nûru parlıyor. Kur’ân bütün hakîkati ile açığa çıkıyor ve gösteriyor insanlığa İslâm'ı. Gazzeli her bir mü’min, yaşayan bir Kur’ân oluyor. Filistin halkı, her yaştan insanıyla hidâyet nûrunu bütün ihtişâmıyla yansıtıyor, Asr-ı Saâdet'te yaşayan sahabeler misâli. 

Erhamü’r-Râhimîn olan Rabbimiz, bugün insanoğlunu Gazze'deki Filistin halkının durumuna şâhitlik etmeye çağırıyor! 

Zamânımızın çağrısı; garipler arasında olmaktır. Filistinli kardeşlerimiz İslâm âleminin garipleridir. Sultān-ı Enbiyâ Efendimiz aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm bir hadîs-i-şerîfinde şöyle buyurur: “İslâmiyet garip olarak başlamıştır ve bir gün gelecek yine başladığı garip hâle dönecektir. Bu yüzden garipler mübârektir.” Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’a gariplerin kim olduğu sorulduğunda şöyle cevap buyurdu: “Garipler, benim sünnetimden halkın bozduğunu doğrultan, halkın yıktığını yeniden yaşatandır.” Zamânımızda sığınabileceğimiz tek yer gariplerin arasıdır! Şifâ kaynağımız, mutlak çağrıdır, kurtuluşumuz; ehl-i sünnet olanlarla birlikte olmaktır. 

Gazze için, şu yaşadığımız zamanda Peygamberimiz aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’dan bir çağrı var; “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücûda benzerler. Vücûdun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” Kalp gözü ile Gazze'yi seyredersek “....uykusuzluk ve ateşli hastalığı..” hissedebileceğiz. Filistin'deki insanların ağrısını, sancısını hissetmek, Filistin halkı ile hemhâl olmaktır. Bir kadının dediği gibi: “Ben Filistinli değilim ama kanıyorum, çünkü her Filistinli’nin yarası benimdir!” Gazze ile hemhâl olmak, garipler, Hâbiller, şehitler ve yetimler ile birlikte olmaktır.

Hayâtımızın temel görevi, temel meselesi, temel amacı, mânevî uyanışa erişmektir. Hazret-i Mevlânâ’nın deyişiyle: “Allah gökleri yarattıysa ihtiyaçları gidersin diye yarattı. Nerede dert varsa devâ oraya gider, nerede yoksulluk varsa nimet oraya varır. İbret almayı, uyanmayı Allah’tan dile; kitaptan, sözden, harften, duraktan değil.” 

Allâh’ın ümmet-i Muhammed’e lütfettiği sınırsız ihsanları fark etme zamânı geldi. Tevhîdin nûruna muhtaç olduğumuzu fark etme zamânı geldi. Kelime-i Şehâdet’in hakîkatini yaşamanın zamânı geldi. Zaman, ‘Âmîn’ deme zamânıdır, zaman ‘İllâ’llâh’ deme zamânıdır.

Eylül 2025, sayfa no: 20-21-22-23

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak