“Her şeyi Hakk yaratır işbu cihân içinde
Cümle anı zikreder kevn ü mekân içinde”
Yûnus Emre
Göz, görme; kulak ise işitme organıdır. Buna göre diyelim karşımızdaki bir ağacı görme mesâfesindeysek görürüz, geçen bir arabanın sesini ise frekansı kulağın duyacağı yükseklikte ise işitiriz. Bu elbette zâhirî bir gerçeklikle ilgilidir yâni fizikî bir konudur. Ama şunu biliriz ki görünenin ötesinde görmediklerimiz, işitilenin ötesinde işitmediklerimiz de vardır. Bunu söylerken fizik gerçekliğini kastetmiyorum, metafizikî olarak düşünüyorum.
Böyle düşünmemizin sebebi ise Yûnus Emre Dîvânı’nda geçen “can gözü”, “can kulağı” kavramlarıdır. Çünkü mutasavvıflara göre insan fizikî mânâda bedenden ibârettir ama mânevî mânâda insan gönül demektir. Bedenin gözü kulağı olduğu gibi gönlün de gözü kulağı vardır. İşte derûnî hakîkate, mârifet bilgisine böyle ulaşılabilir. Fakat, beden gözü ve beden kulağı ile hakîkat arasında bir perde vardır. Bu perde ancak kalbin arınması/dirilmesi/uyanması ile ve buna bağlı olarak can gözünün ve kulağının açık olmasıyla kalkabilir.
Durum böyle olunca da meydana gelecek en büyük değişiklik kâinâtta var olan her sesi işitmek, her varlığı mânâ ve tecellî olarak görmek olacaktır. O zaman Allah dilerse Hz. Süleymân’a bahşedilen özellikler/nîmetler, kalbini arındırmayı başaranlara da nasîb olacaktır. Böylece tıpkı Yûnus Emre gibi çiçeklerle konuşacak, kuşların dilini anlayacak hâle gelinir. Netîcesinde ise kâinattaki âhenge, birliğe insan da katılmış olur.
Bütün Varlıklar O’nu Över
Yûnus Emre’nin bu mânâdaki şiirlerinden biri de o çok bilinen “Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâm Seni” ilâhîsidir. Şâir, bu şiirde seherde kuşlarla, sudaki balıklarla, çöllerde ceylanlarla, gökyüzünde Îsâ, Tûr dağında Mûsâ, elindeki asâ, derdi çok Eyyûb peygamber, Yûsuf’un hasretiyle bağrı yanan Ya’kûb peygamber, Hakk’ın Habîbim dediği Hz. Muhammed ile, hamd ve şükür, kulhüvallah ve dâimâ zikrullâh ile, başı açık ayak yalın halde, bülbüllerle, kumrularla ve Hakk’ı seven kullarla Mevlâ’yı çağırmak istediğini söyler.
Burada şiirin mânâ coğrafyasında yol alabilmek için işe “çağırmak” filinden başlamak gerekir. Çağırmak kelimesi “Bir kimseye seslenmek” anlamıyla birlikte “Biriyle veya herhangi bir araçla bir kimseye gelmesinin istendiğini bildirmek, dâvet etmek” mânâsına gelir. Daha derinlikli bir etimolojik ve semantik incelemede bu anlam coğrafyası genişleyecek olsa bile biz bu ikinci anlamdan giderek şunu söyleyelim ki şâir, çağırmak dediğimiz seslenme fiiliyle birini dâvet ediyor. Bunun “Çağırayım Mevlâm seni” ifâdesinden Cenâb-ı Hakk olduğunu anlıyoruz.. Bu çağrıda O’nun kudreti, muhabbeti, hikmeti velhâsıl bütün esmâlarıyla kendisinde tecellî etmesi niyâzı görülmektedir. Bu bir uzaklık değil bir yakınlık niyâzıdır. Her an her şekilde her durumda Hakk’la birlikte olmak arzusudur. Burada elbette fizikî bir yakınlık olmayacağına göre bu birliktelik tecellî yoluyla, görme ve gönülde hissetme şeklinde olabilecek bir durumdur.
Bu şiirde ilgi çekici olan asıl durum ise şâirin bu çağırma esnâsında bunu birileriyle birlikte yapmayı istemesidir. Bu birileri en başta Hakk’a en yakın olan peygamber efendilerimizdir. Bu mânâda onlardan Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ, Hz. Ya’kûb, Hz. Eyyûb ve Hz. Muhammed’in (sav) adlarını zikretmektedir. Bu isimler Hakk’ın vahyine muhâtab olmuş ve O’na en yakın kişiler oldukları için Allâh’ı neden onlarla çağırmak istediği anlaşılabilir bir durumdur. Oysa şâir bunların yanında kuşlar, balıklar, ceylanlar, kumrular, bülbüller hattâ cansız sanılanlardan mesela asâ ile çağırmayı istemektedir. Onlar Kur’ân’ın ifâdesiyle kendi dillerince zikir, tesbîhât hâli üzere olduklarına göre şâirin onlarla iletişimi ve yakınlığı için bu dili bilmesi gerekmektedir. İşte can gözü, can kulağı meselesi burada anlamını bulur. Demek ki şâir, bütün bir kâinâttaki varlıkların Allâh’ı anma fiillerine onlarla birlikte katılmak ve kulluğu bütün bir varlık topluğu içerisinde hissetmek yaşamak istiyor.
Can Gözü Açık Gerek
Bu arzu modernist bakış açısında şâirce bir tutum, şâirâne bir hayâl, tasavvur gibi görülebilir. Fakat bunun gerçek olduğunu bize Kur’ân söylüyor: “Kâinâtta hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allâh'ı tesbîh etmesin, O’nu anmasın, O’na duâ etmesin. Fakat siz onların bu tesbihlerini, zikirlerini, duâlarını fark etmiyorsunuz.” (İsrâ, 17/44) Demek ki mesele “fark etmek”te düğümlenmektedir. İşte bu fark “Can gözünün ve can kulağının” açık hâle getirilmesiyle mümkün olabilecektir. Çünkü “Dostu görmez baş gözü/Ayrıksı basar gerek.” Ya da “Gönül gözi görmeyince bu baş gözi görmeyiser” ifâdeleri bize başka bir göze sâhip olmamız gerektiğini söylemektedir ki o da can/gönül gözüdür. Bu durum kulak için de böyledir. Buna göre Hakk’ı, hakîkati görür, sesini işitebilirsek bir gözümüz ve kulağımız olduğundan bahsedebiliriz. Değilse kör ve sağır ve görüp işitmediğimiz için de dilsiz yaşıyoruz demektir.
Gözün ve kulağın Hakk sesiyle ve tecellîleriyle dolması isteği ise bu şiirde daha mânidâr bir ifâdedir. Çünkü zikirle arınan gönüldeki tecellî ile göz can gözüne, kulak can kulağına dönüşürse Hakk’ın nazarı ve basarı bu göze kulağa sâhip olanlarda, gözül aynasını pâk edenlerde tecellî edecektir. Bu da insanın bütün varlık algısını, sözünü, fiilini her şeyi değiştirecek başka bir boyuta taşıyacaktır. İşte böyle husûsî bir iklimde insan kuşların da balıkların da sesini duyacaktır. Duyunca da “Her bir çiçek bin naz ile öğer Hakkı niyâz ile/Bu kuşlar hoş âvâz ile ol Pâdişâhı zikr eder” diyebilmek zor olmayacaktır. Yâni her varlığın Kur’ân’da ifâdesini bulan tesbîhâtı duyulabilecektir. Yûnus Emre bu beytin geçtiği şiirinde bize bir şey daha söylemektedir. Ona göre bu tesbîhâtın öncesinde bir nazara(bakışa) ihtiyacımız vardır: “Ey aşk eri aç gözünü, yeryüzüne eyle nazar/Gör bu latîf çiçekleri, bezenüben geldi geçer”. Buna göre işte gönül gözü açılıp yeryüzüne nazar edilmedikçe o ses duyulmaz, o renk görülmez.
Çağırmak, Zikir Demektir
“Çağırayım Mevlâm Seni” şiirinde bu çağırmanın başka bir usûlüne de dikkat çekiliyor. Bu çağırma “Hamd ü şükrullâh ile, vasf-ı kulhüvallâh ile ve dâimâ zikrullâh ile” olmalıdır. İşte bu ifâde yazının başından beri mânâsını çözmeye çalıştığımız “çağırma” filinin daha çok “zikir” anlamında kullanıldığını gösteriyor. Ama Yûnus Emre bu zikri tek başına değil bütün bir kâinatla yapmayı istiyor. Bu durum aslında bir farkındalığa işâret ediyor. Zîrâ mâdem ki her varlık kendi dilince bu zikri yapıyor, Yûnus Emre de işte bu zikir dilini anlayacak hâle gelmeyi niyâz ediyor. Bu ise kâinâtta Allah’tan başka bir varlığın olmadığını/olamayacağını, her yerde hazır ve nâzır oluşunun her varlıkta tecellîleri ile bize kendini gösterdiğini, sesini işittirdiğini ifâde etmek, tevhîd ehli olmak mânâsına geliyor.
Yûnus Emre’ye âit olduğu düşünülen ve literatürde “Kuşlar ilâhîsi” olarak bilinen uzun bir şiiri daha vardır. Orada kuşların adları tek tek sayılarak hangi esmâyı zikrettikleri söylenir. Meselâ şiirin bir bölümü şöyledir: “Durrac eydür yâ Hannân/Öredek eydür yâ Mennân/Hem kaz eydür yâ Sübhân/Âb-ı revân içinde” yâni durraç “yâ Hannân”, ördek “yâ Mennân”, kaz “yâ Sübhân” ism-i latîfini zikretmektedir. Şiirin diğer bölümlerinde de aynı şekilde tavusun “yâ Rahmân”, karganın “yâ Azîz”, üveyikin “yâ Hû”, hüdhüdün “yâ Sabûr”, çaylağın “yâ Hayy”, serçenin “Yâ Rahîm”…. esmâsını zikrettiklerini öğreniyoruz. İnsan bu yorumlamayı okuyunca kuş seslerinin kendini ne kadar etkilediğini sanırım daha farklı düşünmek durumunda kalıyor. O zaman, benzer bir duyarlığı dile getiren evliyâ menkîbelerinin sırlı dünyâsı aydınlanıyor. Mâdem menkîbeden söz ettik bunun örneğini de Yûnus’tan verelim. Zîrâ onun yazının başında sözünü ettiğimiz beytinin de bir açıklaması mâhiyetindedir. Sûfî menâkıblarında bu tür pek çok nakil yer alır. Bunlardan biri de Cüneyd el-Bağdâdî’ye âittir. “Cüneyd el-Bağdâdî’ye bir kuş hediye ettiler. O da bir müddet sonra onu salıverdi. Sebebini soranlara şu cevâbı verdi: “-Kuş bana dedi ki: -Ey Cüneyd! Sen sevgililerle konuşmaktan zevk alıyorsun bana sıra gelince kapıyı yüzüme kapatıyorsun. Olur mu böyle şey?” Ben de salıverdim. Salıverdikten sonra kuş yine dedi ki: “-Kuşlar Allâh’ı zikrettikleri müddetçe kapana düşmez yakalanmazlar. Ben hayâtımda bir kerecik Allâh’ı zikirden gaflet ettim hemen yakalandım.”
Sarıçiçekle Konuşabilmek
Buna göre tekrar söyleyecek olursak her varlık, kendi diliyle Allâh’ı zikrediyor. Bütün mesele îmân dilinin şifrelerini çözmekten geçiyor. Bir kez daha hatırlayalım ki kâinâttaki her şey tecellî ve zuhûrattır. Esmâ-i Hüsnâ, hem kâinâta hem de insana tecellî etmiştir. Bu yüzden taşa taş, toprağa toprak demekten önce beş fizikî duyumuzu, aynı zamanda gönül (can) gözümüzü, gönül (can) kulağımızı da açmak gerekiyor ki tüm varlıkların bu hallerini anlayabilelim. O zaman, yine Yûnus’un “sarıçiçek”le nasıl konuşabildiğini daha iyi fikredebileceğiz demektir. Dolayısıyla yine Yûnus’un “Gül Muhammed teridir” gibi söyleyişlerini sâdece şâirâne ifâdeler olarak görmemek gerekecektir.
Sözün sonunu bahsini ettiğimiz şiirin son dörtlüğüyle bitirelim: “Yûnus bildi hâlinden/Söyledi kuş dilinden/Söylenecek söz budur/Bu âşıklar içinde”. Demek ki sâdece kuşların dili değil onların dilini anlayan Yûnus’un dili de “kuş dili”dir. Bu dili anlamak ise, Yûnus’la hemhâl olmaktan geçiyor. O zaman algımız, tasavvurumuz, fikrimiz ve kabûllerimiz mutlakâ değişecek ve bütün varlıklar Hakk’ın esmâsının tecellîleri olarak bütün renkleriyle zâhir olacaklar, görünür, duyulur hâle geleceklerdir.
Haziran 2020, sayfa no: 50-53
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak