Ara

Büyük Doğu’nun Yalnız Akıncısı: Necip Fâzıl

Büyük Doğu’nun Yalnız Akıncısı: Necip Fâzıl

Ülkemizde ezanın yasaklandığı, dînî eğitimin kaldırıldığı, “Allah” demenin hor görüldüğü, dindarların cezâlandırıldığı dönemler yaşandı. 1930-1950 arasında yoğunlaşan bu yasaklar dolayısıyla binlerce ālim, fâzıl ve münevver zulüm gördü. Bāzıları hapishanelerde zehirlendi, bāzıları darağacında son nefesini verdi. Bahtlı olanları ise uzun yıllar zindanda kaldı. İskilipli Atıf Hoca, Es’ad Erbilî Hazretleri, Said Nursî Hazretleri bu ālimlerin en bilinenleridir. Tek suçları “Allah” demekti…

Öyle bir dönem ki cenâzeleri kaldıracak imam bulunamaz hâle gelmişti. Merhum Kurra Hāfız Harun Soydaş Hocaefendinin deyimiyle “Koca şehirde besmeleyi doğru düzgün çekebilen insan yoktu.” denilen bir dönem. Namaz kılanların “mürtecî” olarak damgalandığı, evinde çocuklarına Kur’ân öğretenlerin jandarma dipçiğiyle sürüklendiği bir dönem. Kitaplarında Allâh’a dâir, İslâm’a dâir en ufak bir îmâya yer veren yazarların yargılandığı, bu tür kitapların toplatıldığı bir dönem. Ucundan kıyısından olsa bile bu husūslara değinen köşe yazarlarının linç edildiği, gazetelerin kapatıldığı bir dönem. Biz bu dönemi kısaca “Tek Parti” yılları olarak hatırlıyoruz.

Hemen herkesin korkudan sindirildiği bu dönemde gizli saklı Kur’ân öğretmeye çalışan insanlarımızın hikâyelerini ibretle okuyoruz. Dağ başlarında, yaylalarda, köylerde samîmiyetle çabalayan bu insanlar her an baskın olacak endîşesiyle ömürlerini geçirdi. Dönemin gazetelerinde her gün, baskın yapılan evlerde ele geçirilen Kur’ân, Hadis ve ilmihal kitapları “suç âletleri” olarak yansıtılıyordu. Nice Hoca geçim gāilesiyle içleri kan ağlayarak 18 yıl boyunca ezanı Türkçe olarak okudu: “Tanrı uludur! Tanrı uludur!”

"İnsan, mesut körlük içinde hayâtını doldurup gidiyor..."

Allâhu Teālâ Kur’ân-ı Kerîm’de “Kuşkusuz sen istediğini hidâyete erdiremezsin. Ama Allah dilediğini hidâyete erdirir ve hidâyete erecek olanları en iyi O bilir.” buyuruyor. Milletin feryâdının arşa erdiği bu zamanlarda Allâh’ın rahmetinin bir tecellîsi olarak ülkenin en tanınmış şâirinin gönlüne İslâm aşkı düşüverdi. Bu ismin adı Necip Fâzıl Bey idi. Henüz 17 yaşında ilk şiirini yayınlayan ve 21 yaşında Türk şiirinin zirvesine tırmanan bu genç isim kitabında bahsettiği şekliyle “birden hendeğe düşer gibi” kendisini İslâm havuzunda buluverdi. 1934 yılıydı ve bu büyük şâir henüz 30 yaşındaydı. Önüne sunulan tüm şöhreti, medyanın sunduğu taltifleri, iktidârın imkânlarını elinin tersiyle iterek bu yola girmişti. O yaşa kadar dünyevîliğin tüm rezilliklerini yaşamış, Paris’te bohem hayâtına dalmış, dinden uzak çevrelerin gözbebeği olarak baş tâcı edilmişti. Tüm bu dünyevî zevklerin rûhunu tatmîn etmemesi genç şâiri derin sorgulamalara götürecektir. Necip Fâzıl Bey yaşadığı bu sıkıntılı süreci “Kafa Kâğıdı”, “O ve Ben”, “Aynadaki Yalan” ve “Bâbıâli” isimli eserlerinde ayrıntılarıyla anlatmıştır. Bu eserlerinde yaşadığı bu geçiş dönemini ve ilk sorgulamalarını şöyle anlatır: “Ben bu çırpınış hâlindeyken, bāzı ders vazīfelerimden, geçirdiğim ilk oluş ve berzah acılarımı sezinleyen hocam İbrahim Aşkî Bey, bana sınıfta şöyle hitâp etti: ‘Sana gel diyorum, dört ayağını diremiş gelmem diyorsun!.. Ve ağzını şapırdatarak ilâve etti: Kendi otladığın yerden memnunsun, ama asıl cevherli otu bulmaktan ācizsin!’ Eski Diyanet İşleri Başkanı Aksekili Hamdi, verdiği bir vazīfeye cevâbımı sınıfta birkaç kere okumuş ve demişti ki: ‘Sende istikbâlin beklediği İslâm düşünce adamından ışıklar görüyorum…’ Demek ki, bizim küt bir hassâsiyet içinde gezip dolaştığımız bu dünyâ, hassâsiyet tellerimiz gerilip de yeni bir akorda bağlanınca değişiveriyor. Geceleri erken saatte uzandığım yatakta, yatsı ezanı okunurken elimle başımı örtüyor ve duā ediyorum: Allâh’ım, bana yolumu göster!”

“Allâh’ın bende yarattığı birçok husūsiyeti, annemin yolundan verdiğine inanıyorum”

Yazdığı şiirlerle tüm tabuları yıkan Üstad Necip Fâzıl’ı başta Nûrullah Ataç olmak üzere pek çok eleştirmen bir “dehâ” olarak kabûl etmiş; Orhan Velî, Faruk Nafiz, Cahit Sıtkı, Ahmet Kutsi gibi pek çok şâir şiirlerinde Üstâdın tesiri altında kalmışlardı. Tüm gazete ve dergiler o dönemde Üstada yazılmış methiyelerle doludur. Buna rağmen, 1934 yılından itibâren İslâmî dünyâ görüşüne geçmesi üzerine kendisini “dehâ” olarak adlandıran aynı isimlerin saldırılarına mâruz kalmıştır.

Hayat hikâyesini bāzı eserlerinde gereğince yazmış olduğunu, ancak asıl ruh hayâtını, rûhunun kafa kâğıdını resimlendirmek istediğini dile getirirken, “Kafa Kâğıdı” isimli eseriyle geçmiş, özellikle çocukluk günlerinin perdesini bir daha aralar. Kafa Kâğıdı, olayların dış tezāhür çizgilerinden ziyâde, onları doğuran rûhî oluşları tesbîte yönelik bir otobiyografidir. Yarım kalmışlığı ile ayrı bir "husūsiyet" kazanan eser, Ocak 1984'de Milliyet gazetesinde tefrika edilmiş ve daha sonra kitaplaşmıştır.

“Anladım işi, sanat Allâh’ı aramakmış; Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış!”

 

“Şu veya bu miskin vesilenin hassâsiyeti içinde birini arıyordum.

BİRİNİ...

O, kim mi?

Allâh’ın Sevgilisi... Tek dava O’nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.”

O seneye kadar kimsenin önünde eğilmeyen, yeteneği ve zekâsıyla çevresindeki herkesi ādetâ ezip geçen bu genç şâir yeni bir dünyânın kapısını aralayacaktır. Bir gün tanımadığı bir şahsın Abdülhakim Arvâsî’yi (ks) dinlemek üzere Eyüp Sultan Câmii’ne yönlendirmesi Necip Fâzıl’ın hayâtını baştan ayağa değiştirecektir. İlk kez bu mübârek velînin huzūrunda baş eğecek, diz üstü çökecek, söylenenlere kulak verecek ve gözyaşı dökecektir. Hayâtını, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ni “Tanıyıncaya Kadar” ve “Tanıdıktan Sonra” diye iki ana bölüme ayıran Necip Fâzıl Bey, Efendisine doğru kendisini cezbeden hâdiseleri de mānâlandırdığı otobiyografik eseri “O ve Ben”i 1975’de şöyle takdîm etmiştir: “Bu eser, dünyâya gelişimden bugüne kadar en husūsī renkleri, çizgileri ve sesleriyle hayâtımın hikâyesi ve asıl O’nu tanıdıktan sonra mānâsını anlamaya başladığım vücut hikmetinin bende tecellî eden yakıcı ifâdesidir. Bu bakımdan, kendilerini görünceye kadar mâlik olabildiğim bir buçuk esere nisbetle bugün 60 cildi aşan ve hepsini birden o nûra borçlu bildiğim eserler arasında, şimdikini, başköşeye oturtulması lâzım ve en mahrem iç ve dış iklimlere doğru bir belirtiş olarak takdîm ederim.” Necip Fâzıl Bey bu tanışıklıktan vefâtına kadar çizgisini bozmadan ömrünü geçirmiştir.

“Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız; Rûhuma, büyük temel çivisi çaktınız!”

Necip Fâzıl Bey mürşidiyle ilgili duygularını şöyle anlatır: “Hiç incitmeden, aslâ soğutmadan, zerrece ürkütmeden, kuş kanadı kadar yumuşak ve nüvazişli bir sesle, bir temasla hep dokunuyorlardı:

— Namaz, aman namaz; mutlaka namaz... Nerede, ne şart altında olursa olsun, mutlaka namaz...

 Sonra yakınlarından birinden duydum:

— Bir vakit namazımı kaybetmektense, derlermiş; dünyâları kaybetmeyi tercîh ederim.

 Bir gün de, berâberlerinde namaza yetişememekten fevkalâde üzülen, ādetâ harap olan birine, büyük bir velîden bir beyit okumuşlar:

 O günah ki, küçüklük ve sığınma duygusunu verir,

 Büyüklük ve kibir veren ibâdetten daha hayırlıdır.

 

Mutlak Hakīkate Nasıl Ulaşılır?

— Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz... Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?”

“Her şeyi o türlü kaybettim ki, Allâh’ı kazandım”

Necip Fâzıl’ın 1943 yılında yayınlamaya başladığı “Büyük Doğu” dergisi ülke târihindeki ilklerdendir. Yukarıda bahsettiğimiz bu zor yıllarda Büyük Doğu’nun attığı manşetler büyük bir cesâret işiydi. Nitekim bu manşetleri sebebiyle İş Bankası Müfettişliği gibi maaşı oldukça dolgun işini bırakmak, yargılanmak ve cezâevinde yatmak zorunda kalmıştır. Necip Fâzıl’ın “Üstad” olarak anılmaya başlaması da Büyük Doğu sonrasında yaygınlaşmıştır. Büyük Doğu dergisi defalarca toplatılmasına, kapatılmasına rağmen yayınını aralıklarla 1978 yılına kadar sürmüş ve misyonunu îfâ etmiştir. Önceki yaşamında kendisini yere göğe sığdıramayan malum çevreler bu kez kendisine düşman kesilmiş, Necip Fâzıl’ın tesirini azaltmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Necip Fâzıl Bey tüm bu sıkıntıları yaşarken evli ve beş çocuk babasıydı. Kendisinden sonra gelen talebeleri Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil de “Üstad”larının yolunu izlemiş, kamu görevlerinden istifâ ederek mücâdelelerini sürmüşlerdir.

“Allah’tan başka her yakınlık, temelsiz bir vehimden ibâret.”

Necip Fâzıl’ın çok bilinen ve kibir olarak algılanan duruşu daha çok karakteri ve zamânın zālimlerine karşı duruşuyla ilgilidir. Bu durumu kendisi şöyle özetler: “Onlar dimdik ve küstah tavırlıdır. Sizse iki büklüm ve mahcup edâlısınız! Ensenizi dikin, yelenizi kabartın, göğsünüzü şişirin ve mukaddes Peygamberimizin ‘kibirliye kibretmek sadakadır!’ fermânına eş, küfre karşı ezici bir gurur tavrı takının!” Üstadın bu izzet ve vakarı o zor dönemde ayakta kalabilmenin yoludur. Üstad, İslâm düşmanlarına anladıkları dilden cevaplar vermiştir. Hiç kimsenin “Allah” diyemediği bir ortamda Üstad sessiz çoğunluğun sesi olmuş, bu yolda hapis hayâtı dâhil çok ağır bedeller ödemiştir. Bu sebeple biz Üstad için “hiç kimse yokken o vardı” diyebiliyoruz. Ben ve Ötesi(1932), Tohum(1935), Beklenen(1937), Bir Adam Yaratmak(1938), Büyük Doğu Dergisi(1943) bu ilklerden sâdece birkaçıdır. Osmanlı, Türklük, İnkılaplar, Kur’ân eğitimi, Türkçe ezan, Masonluk, Sultan Abdülhamid, Sultan Vahdettin, İskilipli Atıf, Said Nursi gibi konularda ezberleri bozan ilk eserler de Üstâda āittir. Üstad ömrünün 1934’ten sonraki kısmında Allah’tan başka mābud, Resûlullah’tan (sav) başka önder, Abdulhakim Arvasi’den (ks) başka mürşit tanımamış ve başka hiç kimsenin önünde boyun eğmemiştir.

“Lafımın dostusunuz, çilemin yabancısı.”

İslâmî câmiada “Üstad” sıfatı sâdece üç isme lâyık görülür. Bunlardan ilki Üstad Necip Fâzıl diğerleri ise Üstâdın aziz talebeleri Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil’dir. Bu durum, milletimizin değer verdiği isimleri baş tâcı etme şeklidir. Üstad Necip Fâzıl aynı zamanda “Sultanu’ş-Şuarâ/Şâirler Sultānı” olarak da anılır. Üstâdın isminin bunca bilinirliğine rağmen eserlerini hakkıyla okuyup sindirenlerin sayısı çok azdır. Bu da ister istemez Üstâdı klişelere/kalıplara hapsetmiştir. Oysa Üstad hakkıyla anlaşılmak ister. O’nu sembolleştirmek yerine dediklerine kulak vermek zamânıdır. Üstâdın Büyük Doğu Yayınlarından çıkan kitaplarının sayısı 100’ü geçmiş durumdadır. Şiir, edebiyat, târih, siyâset, hātırat, tasavvuf, biyografi, felsefe, makāle, oyun, roman ve hikâye gibi pek çok alanda yazılan bu eserler alanındaki en idealist çalışmalar olarak anılmaya devâm ediyor. Çünkü Üstad hangi alana el atmışsa o alanın zirve eserini vermek üzere yola çıkmıştır. Bu durum Üstâdın karakteriyle de uyumludur. Milyonları harekete geçirmesine ve yüz binlere ilham vermesine rağmen Üstad kendisini yalnız hisseder. Bu sebeple O sırtını sâdece Allâh’a dayamış Büyük Doğu dāvâsının yalnız akıncısıdır. Açtığı yoldan gidenlerin sayısı ise rakamlarla ifâde edilemeyecek kadar çoktur. Büyük Doğu’nun Üstâdı 25 Mayıs 1983’te evinde Sevgiliye kavuştu. Cenâzesi, yüzbinlerin eşliğinde Eyüp Sultan Mezarlığı'nda toprağa verildi. Mekânı cennet olsun.

Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber...

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?...

Mayıs 2022, sayfa no: 50-51-52-53-54

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak