Ara

Boğaz'da Bir Huzur Adası: Yahyâ Efendi Dergâhı

Boğaz'da Bir Huzur Adası: Yahyâ Efendi Dergâhı

2010 yılı idi, “Sadaka Taşları” isimli çalışmamız yayımlanalı bir yıl olmuştu. İşte o günlerin birinde telefonum çaldı. Arayan ekonomi-iktisat konulu yazıları ile tanınan ve yakın zamanda rahmet-i Rahmân'a kavuşan Güngör Uras üstâdımızdı. Kendisini tanıtıp merhabalaştıktan sonra “Sadaka Taşları-Zimem Defterleri” başlıklı bir yazı kaleme aldığını, internette bize âit bir sadaka taşı fotoğrafına rastladığını, şâyet mümkünse yazısında bunu değerlendirebileceğini, yazıda “sadaka taşları” kitabımıza da yer vereceğini ifâde etti. Memnûniyetle kullanabileceğini, herhangi bir mahzûrun bulunmadığını söyledim. 

Konuşmanın devâmında mezar taşlarıyla ilgili çalışmalarımızdan da haberdâr olduğunu, memnûniyet duyduğunu, konuyu önemsediğini, kendisinin de āile büyüklerinden bāzı kişilerin Yahya Efendi Dergâhı civârında medfun bulunduğunu söyledi. Devâmında Yahya Efendi Dergâhı Haziresi'nin durumunun içler acısı vaziyette olduğunu belirtip üzüntüsünü dile getirdi. Hattâ bu dergâh ve hazire hakkında bir yazı yazmanın, ilgilileri uyarmanın gerekliliğine işâret etti. Bu tavsiyeyi yerinde ve anlamlı buldum. Ancak evvelce bir iki kez gittiğim Yahya Efendi’ye 2017 senesine kadar, yaklaşık yedi sene bir daha gidemedim. Nasip olmadı.

Kültürümüze, medeniyetimize duyduğu muhabbeti bildiğim için ne zaman yeni bir kitabım yayınlansa Güngör Bey’e de bir adet gönderirdim. Var olsun, o da kitap eline geçer geçmez arar tebrîk ederdi, hasbihâl ederdik. Her seferinde moral verici, teşvîk edici nasîhatlerde bulunurdu. Tabii ricâsını yerine getiremediğim için içimde hep bir ukde vardı. 2017 senesi idi. Yahya Efendi’nin torunu şaire Ayşe Hubbî Hatun ile ilgili bir şeyler araştırırken aklıma yıllar önce Güngör Uras bey ile yaptığımız sohbet düştü ve üzüldüm. Artık az da olsa Yahya Efendi’ye dâir bir şeyler yazma vaktinin geldiğini düşündüm ve soluğu Yahya Efendi Dergâhı’nda aldım. 

Derin Bir Sükûnet ve Huzur İklîmi Hemen Fark Ediliyor

Mâlûm olduğu üzere İstanbul’umuzun kadîm zamandan beri Eyüp Sultan başta olmak üzere müstesnâ bāzı mānevî üsleri vardır. Koca Mustafa Paşa’da Sümbül Efendi, Zeytinburnu’nda Merkez Efendi, Üsküdar’da Aziz Mahmûd Hüdâyi gibi. Bırakın İstanbul’u, Anadolu’dan, hattâ dünyânın pek çok noktasından bu özel mekânlara ziyâretçi akını vardır. Bu ziyâretgâhların konumları ādetâ inceden inceye hesaplanmış ve ona göre karargâh kılınmış. Her biri kartal yuvası gibi. Şehrin karmaşasından, gözlerden ırak ama herkesi görüyor, gönüllere açık. Mütevâzı, lâkin câzibe merkezi… Yüzyıllardır bu milletin harcı oldular. İyiliği, fazîleti nakış nakış işlediler insanımızın gönüllerine. Buna rağmen türlü bâdirelerden geçtiler. Gözetim altında tutulup, âhenkli bir şekilde varlıklarının devâmı sağlanmadı. Yok sayıldılar, ihmâle ve talana mâruz bırakıldılar. Kapılarına kilit vuruldu. Yanından, köşesinden geçenler damgalandı, tâkibâta uğradı, hor görüldü ve dışlandılar. Ama bu zulmü insanımıza lâyık görenler başarılı olamadı. Kadir kıymet bilen vefâlı insanlar bu huzur vahalarından bir türlü vazgeçmedi. Kopamadılar buralardan. Nasıl kopabilirler ki? Ruh ve beden, bir bütünün iki parçası, ayrılabilir mi? Millete rağmen millete yapılan bütün tepeden inmeci, tek tipçi, fabrikacı dayatmalar akāmete uğramak zorundadır. Târih bunun yüzlerce örneğine şâhittir. Olmaya da devâm ediyor.

İşte o gönül mekânlarından birindeyiz. Ne ilâhî tecellidir ki yine bir kurban bayramında yāni Yahya Efendi'nin vefâtının sene-i devriyesinde onun mübârek kabri başındayım. Ne kadar plan program yaparsak yapalım vakit dolmadan, çağrı gelmeden adım dahi atamıyoruz. Ziyâretim esnâsında bir yandan da bunları düşünüyor, nefis muhasebesi yapıyordum. Hayatta tesâdüf diye bir şey yok. Bunu idrâk etmeye çalışıyorum. Şeyh Yahya Efendi'nin külliye niteliğindeki dergâhı-türbesi Beşiktaş'ta Yıldız Parkı'nın yanında, Çırağan Sarayı'nın karşısında Boğaz'a nâzır bir konumda bulunuyor. Ahmet Hamdi Tanpınar mekânı şöyle tasvîr eder: “İlâhî mağfiret Yahya Efendi Dergâhı'nda ādetâ güzel bir insan yüzü takınır. Ölüm burada, hemen iki-üç basamak merdiven ve bir-iki setle çıkılıveren bu bahçede hayatla o kadar kardeştir ki, bir nevi erme yolu yâhut aşk bahçesi sanılabilir.” 

Tanpınar’ın târif ettiği hâlet-i rûhiye içerisinde Çırağan Sarayı’nın karşısında yer alan dik eğimli yokuşu yavaş yavaş tırmanmaya başlıyoruz. Yaklaşık 150-200 metre sonra yolun sağ kolunda, hâlâ faal olan, beyaz mermerden inşâ edilmiş, küçük, zarif bir çeşme bizi karşılıyor. Çeşmenin hemen arka kısmından sağa, daracık tâlî bir yol ayrılır. Bu yoldan 30-40 metre yürüyoruz ve hemen sol kolda bulunan Yahya Efendi Külliyesi’nin dış kapısını selâmlıyoruz. Kapıdan girip üstü kapalı koridordan geçtikten sonra külliyenin asıl avlusuna vâsıl oluyoruz. Sağımız, solumuz mezar taşlarıyla dolu. Tam karşımızda külliyenin cümle kapısı bulunur. Cümle kapısını geçtikten sonra derin bir sükûnet ve huzur iklîmi hemen fark ediliyor. Bu sükûnet ve uhrevî hava insanda ister istemez büyük bir hürmet ve teslîmiyet hissi uyandırıyor. Koridorun sonundan sağa dönüyoruz. Yahya Efendi'nin türbesi buradadır. Türbe kapısının sağ ve sol tarafında altın varak yaldızlarla tezyîn edilmiş mezar taşları ve siyah zemin üzeri sim işlemeli sandukalar yer alır. Bunlar çeşitli kademeden devlet adamları, hanım sultanlar, şehzâdeler, şeyh efendiler ve yakınlarına āittir. Cümlesine bir Fâtiha üç İhlâs-ı şerîf hediye eyledikten sonra türbenin hemen solundan tevhidhâne-mescid bölümüne geçiyoruz.

Çöl Ortasındaki Vaha

Türbenin bu bölüme açılan genişçe sayılabilecek hâcet-duā penceresi vardır. İnsanlar öbek öbek toplanmış duā ediyorlar. Kimileri ise mescidin muhtelif yerlerine dağılmış, huşû içerisinde Kur’ân-ı Kerîm okuyor, tesbîh çekiyorlar. Mescidin pencerelerinden dışarıyı seyrederken bir an Boğaz'ın mavi sularına düşeceğinizi zannediyorsunuz.

Tekrar avluya çıkıyoruz. Giriş kısmında olduğu gibi külliyenin dört bir yanı târihî mezar taşlarıyla dolu. Bunlar desen desen, zarif işlemeli, envâî çeşit hat yazılarıyla süslü, farklı dönemlere āit mezar taşlarıdır. İnsanlar, mezar taşlarının arasından geçip külliyenin Boğaz yönüne bakan kısmına doğru ilerliyor. Burada da kimi duā ediyor, kimi düşüncelere dalmış tesbih çekiyor, kimisi ise Boğaz'ın o insanın içini serinleten masmavi sularını, eşsiz güzelliğini doyasıya temâşâ ediyor. Burada hayat ādetâ durmuş vaziyette. Evet, burası dünyevî ile uhrevî olanın hakîkaten cem olduğu bir yer, ādetâ çöl ortasında bir vahadır. Arkanızda “Hüvel-Bâki” sesleri, önünüzde güzellikler meşheri, yanı başınızda bu iki kutbu bünyesinde eritmiş ulu bir velî...

Kapısı Herkese Açıktı

Yahya Efendi, İbn Ömer el-Arabî ve Molla Şeyhzade olarak da bilinir. 16. yüzyılın önemli bir ulemâ ve evliyâsıdır. “Müderris” mahlasıyla yazdığı tasavvuf şiirleri de vardır. 1495 târihinde Trabzon’da doğdu. Ârif ve âlim bir zât olan babası Ömer Efendi Trabzon Kadılığı yaptığı sırada Şehzade Selim de Trabzon Valiliği yapmakta idi. I. Selim’in oğlu Kânûnî ile Yahya Efendi bu dönemde birkaç gün arayla dünyâya gelmiştir. Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan’ın sütü az olduğu için Yahya Efendi’nin annesi Afife Hatun Süleyman’ın sütannesi olmuş, böylelikle Kanuni ile Yahya Efendi de sütkardeşi olmuştur. Bu bağ daha sonraki yıllarda önemli ilişkilere ve gelişmelere de dayanak teşkîl etmiştir. Kanuni’nin aynı hafta içerisinde doğmalarına rağmen Yahya Efendi'ye hep hürmet gösterdiği, ona “Ağabeyim, hocam!”diye hitâb ettiği rivâyet edilir.

Çocukluk dönemlerinde Trabzon’da yedi yıl eğitim gören Yahya Efendi’nin yetişmesinde derin bir bilgi ve birikimi olan babasının önemli bir yeri vardır. Otuz yaşlarında geldiği İstanbul’da Şeyhülislam Zembilli Ali Cemali Efendi’ye intisâb etmiş ve kendisinden icâzet almıştır. Davud b. Kemal Efendi, Muslihiddin Mustafa Suriri Efendi ve Gürceyn Alaaddin Efendi onun eğitim hayâtında rolü olan âlimlerden bāzılarıdır. Zāhir-bâtın, dînî-dünyevî bütün ilimleri bünyesinde cem etmiş müstesnâ bir şahsiyet olan Yahya Efendi’nin herhangi bir tarîkata mensûbiyeti ve bir mürşide tâbiiyeti bilinmiyor. Bu sebeple ona “Üveysîlerin Pîri” de denirdi. Üveysîlik, doğrudan Peygamber Efendimiz’den (sav) feyz alarak olgunlaşma hâlidir. Kendisinden sonra dergâh mensupları Nakşî tarîkatına yönelmişlerdir.

İnsan iki kanatlı kuş misâli, maddî ve mānevî yönü olan bir varlık. Bu kanatlardan biri ihmâl edildiği takdirde uçamaz, mesâfe kat edemez. Biz hep ikisinden birine tercîhe zorlandık. Tek kanatla uçmaya çalıştık. Tabii bir türlü başaramadık. Bu sebeple çok süründük, böyle devâm ettiği müddetçe de sürünmeye devâm edeceğiz. Târihte ne zaman bu ilâhî terkîbi hayâta geçirmişiz o zaman ilimde, bilimde, sanatta, insanlıkta zirve yapmışız. Yahya Efendi, işte o parlak zirvelerden bir şûbe, parıltısı günümüzde hâlâ hissedilen, bizlere ilham veren bir kutup yıldızıdır.

Yahya Efendi, İstanbul’da belli bir eğitim görüp icâzetini de aldıktan sonra müderris olarak görevlendirilmiştir. Daha sonra farklı medreselerde vazîfe yaptıktan sonra devrin en yüksek seviyeli eğitim kumlarından biri olarak kabûl edilen Sahn-ı Seman medreselerinden birine atanmıştır. Bu görevindeyken bir anlaşmazlık sebebiyle sütkardeşi Kanuni ile arası bozulmuş ve müderrislikten azledilmiştir. Bu hâdiseden sonra inzivaya çekilme arzusu duyan Yahya Efendi, kendisine mekân olarak Boğaz’ı kuşbakışı seyreden Beşiktaş yamaçlarını seçmiş.

O artık Beşiktaşlı Yahya Efendi’dir. İkram ehli, müslim-gayrimüslim kapısı herkese açık, Boğaz’ın mānevî bekçisi, denizcilerin pîridir. Dergâh kısa sürede halkın yanında âlimler, her kademeden devlet adamı ve sanatkârların ādetâ uğrak yeri oldu. Bu kapı herkese açıktı. Onun saraya yakın fakat halkın içerisinde olması yāni bir nevi devletle halk arasında köprü vazîfesi görmesi en önemli özelliğidir diyebiliriz. Burada kendi imkân ve gayretleriyle yaptırdığı külliyede ilim ve irşad faaliyetlerini vefâtına kadar sürdürmüştür. 

Medreselerinde pek çok öğrenci yetişir; İslâmî ilimlerin yanında matematik, geometri ve tıp gibi bilimler de eğitim müfredâtının içindedir. Halkın ve saray çevresinin olduğu gibi askerin, özellikle de denizcilerin büyük sevgisini kazanmıştır. Osmanlı donanmasının onu selâmlamadan, duāsını almadan sefere çıkmadığı rivâyet edilir. Yine anlatılanlara göre denizciler sefere çıkmadan önce Ortaköy kıyısına yanaşır, tüm mürettebat güvertede, Yahya Efendi Dergâhı’na bakar, huşû içinde “Ey yâ molla” diye bağırır, Yahya Efendi de bu selâma mukabelede bulunur, Osmanlı donanmasının zaferle dönmesi için duā edermiş. “Ey yâ molla” sözünün zamanla değişerek günümüzde denizcilerin kullandığı “Heyamola” deyimine dönüştüğü rivâyet edilir.

Bütün Osmanlı Hükümdarları Yahya Efendi Külliyesi İle İlgilenmiş

Yahya Efendi’nin pek çok kerâmeti hikâye edilmiştir. Hz. Yûşâ’nın kabrinin keşfi, aslen bir Rum olan Derviş Ali’nin Müslüman oluşu ve Hızır ile görüşme gibi pek çok menkıbe de yine ona atfedilir. Hârikulâde sayılabilecek diyalogların yer aldığı bu anlatılanların ne kadarının doğru olduğunu bilemiyoruz. Ancak böyle hikâyeler, çok renkliliğimizin, gönül zenginliğimizin, farklı kültürlerden insanlarla birlikte yaşama tecrübemizin zarif yansımaları olarak değerlendirilebilir. 1571 senesi kurban bayramında vefât eden Yahya Efendi’nin cenâzesi Süleymaniye’den kaldırılmış, namazı ise devrin namlı şeyhülislâmı Ebussuud Efendi tarafından kıldırılmıştır. 

Her ne kadar Kanuni ile bir dönem fikir ayrılığına düşmüşse de bu iki sütkardeşin irtibatları hiç kopmamıştır. Aralarındaki muhabbet, sevgi ve saygı vefât ânına kadar sürmüştür. Kanuni’den sonra II. Selim başta olmak üzere bütün Osmanlı hükümdarları Yahya Efendi Külliyesi ile ilgilenmiş, imkânlarını bu güzîde insanın hâtırası için seferber etmişlerdir. Yahya Efendi’nin torunu Ayşe Hubbi Hatun, II. Selim ve III. Murad’ın nedîmesi olmuş, bu iki padişah Hubbi Hatun’un sanatının icrâsı ve hayâtını idâmesi noktasında gerekli koşulları oluşturmuşlardır. Buna Hubbî Hatun’un Eyüp Sultan'da hâlâ ayakta duran ihtişamlı türbesi de şâhitlik eder. Ahde vefânın, kadirşinaslığın naif bir yansıması… Yahya Efendi’nin Müderris mahlasıyla yazdığı tasavvufî şiirleri, menkıbelerinin derlemesinden oluşan “Menâkıb-ı Beşiktaşî Müderris Yahya Efendi İbn Ömer el-Arabî” (1896) isimli eserle birlikte basılmıştır.

Kanuni ve Yahya Efendi arasında cereyan eden ve Yahya Efendi’nin Saray çevresinden uzaklaşmasına sebep olan meşhur hâdise bize bāzı ibretlik dersler de veriyor. Yeri geldiğinde makam ve mevkileri terk edebilmeli insan. Hayırlı, faydalı hizmet yapamayacağını anladığı an müsaade isteyip yoluna farklı mecrâlarda devâm etmeli. İdâre-i maslahat zırhına bürünüp vaziyeti kurtarmak devlet adamlarının tâkip ettiği yegâne siyâset olmamalı. Yahya Efendi, Kanuni’nin suyunda gidip yollarını saray çevresi ile ayırmasaydı belki orta halli bir müderris olabilirdi. Ancak hiçbir zaman Beşiktaşlı Yahya Efendi olamazdı. Belki de bugün bu yazı yazılmayacaktı. Târihte yüzlerce müderris, kadı, şeyhülislam ismine rastlıyoruz. Ancak içlerinden kaç tânesi bir Yahya Efendi olabilir? 

Yahyâ Efendi Tekkesi’nin Bugünkü Şekli

Ağaçlıklar, bağlar ve rengârenk çiçek bahçeleri ortasında çok geniş bir arâzi üzerine kurulduğu bilinen Yahya Efendi Külliyesi’nin sınırları ilerleyen yıllarda bugünkü hâlini almış. Tuba Ruhengiz Azaklı’nın bildirdiğine göre bütün bu arâzinin bir kısmı Sultan Abdülmecid tarafından saltanatın sonlarında, bir kısmı da 1873'de halefi Sultan Abdülaziz tarafından Yıldız ve Çırağan saraylarının arâzisine katılmıştır. Arâzi sınırlarına son olarak geçtiğimiz yıllarda ünlü bir işadamı tarafından tecavüz edildiği, bu işadamının mezar taşlarından arındırılan 130 metrekarelik bir bölümü istinat duvarı ile kendi arâzisine kattığı basında geniş bir şekilde yer almıştı!.. 

Yahyâ Efendi’nin 1538 yılında burada mescid-tevhidhâne, medrese, hamam, çeşme ve evlerden oluşan külliye niteliğindeki ilk tekkeyi tesis ettiği biliniyor. Daha sonra Velizâde Ahmed Efendi’nin minber ilâvesiyle mekân câmi-tevhidhâneye dönüşmüş. II. Selim, Yahyâ Efendi’nin vefâtından sonra kabri üzerine tasarımı Mimar Sinan’a āit kâgir, kubbeli bir türbe inşâ ettirmiş ve tekkeyi genişleterek yeniden yaptırmıştır. Yahyâ Efendi Tekkesi’nin bugünkü şekli, M. Baha Tanman’ın verdiği bilgilere göre 1873’te Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Vâlide Sultan’ın büyük onarımı sonucunda ortaya çıkmıştır. Tekke II. Abdülhamid döneminde de önemli ölçüde elden geçirilmiştir.

Yahya Efendi Külliyesi’ne kuruluşundan günümüze kadar müteaddit zamanlarda müdahalelerde bulunulmuş ve yapı kompleksine pek çok ilâveler yapılmıştır. Bu aşamaların tamâmını bu yazıya sığdırmak ihtimâl dışıdır. Son dönemleri saymazsak bütün Osmanlı pâdişahları buraya özel ilgi göstermiştir. Yahyâ Efendi’nin büyük şöhreti vefâtından sonra da devâm etmiş, külliyenin çevresi ona yakın olmak isteyen insanların kabirleriyle dolmuştur. Buraya defnedilen pek çok tarîkat ehli, devlet ricâli, ulemâ ve saray mensubuna āit mezar taşları başlı başına bir araştırmaya konu teşkîl edecek çeşitlilik ve zenginliktedir. Bütün târihî mezarlıklarımız öyle değil mi? Tuba Ruhengiz Azaklı, “Şeyh Yahya Efendi Dergâhı” başlıklı yazısında külliyenin haziresini de incelemiş ve bāzı istatistikî bilgilere yer vermiş. Buna göre kabristanda numaralanmış olarak bulunan mezar taşı sayısı 2141'dir. Yahya Efendi Külliyesi haziresi, son yıllarda yapılan “sızmaları” saymazsak benzer târihî mezarlıklara göre nisbeten daha korunaklı görünüyor. Bununla birlikte XVI. –XVII. yüzyıllara āit mezar taşı örneklerine pek rastlanılmaması düşündürücü!.. 

Açık Hava Müzesi Gibi Mezarlık

Yahya Efendi Külliyesi’nde 13 Ocak 2014 târihi itibârıyla İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü tarafından başlatılan kapsamlı restorasyon süreci yakın zamanda tamamlandı. Restorasyon sırasında yazımızın esas konusunu teşkîl eden külliyenin haziresi de ele alınmış. Hakîkaten buraya ciddi emek ve kaynak sağlanmış. Ancak bütün hazire restorasyonlarında karşılaştığımız ve yöntemini bilemediğimiz şekilde mezar taşlarını ağartma durumuyla burada da karşılaşıyoruz. Şaşırdık mı? Hayır. Peki, bu işlerle uğraşanların, takip ve kontrol edenlerin, vatandaşın konu hakkındaki tavsiyelerini ve taleplerini de dikkate almaları gerekmez mi?!

Diğer bir mesele de restorasyon esnâsında mezar taşlarının devrildiği yerlerden toparlanıp yol güzergâhları üzerine tek sıra hâlinde dizilmesi. Bir deyim vardır: “Taş yerinde ağırdır.” Mezarlıklar biraz da salaş olur. Hepsini bir araya getirip asker gibi yan yana dikmeye ne gerek var?!

Bu iki üzücü durumu, işgüzarlığı bir kenara bırakırsak yaklaşık iki bin küsur mezar taşının yer aldığı böylesine devâsâ mezarlığın tamâmının elden geçirilmiş olması güzel bir gelişmedir. Diğer târihî hazirelere de örnek teşkîl edebilir. Zîrâ bu hâliyle bile burası ādetâ bir açık hava müzesi görünümündedir. Demek ki isteyince başarılamayacak iş yok. Tabii bunun için inanç, azim ve kararlılık lazım. Bütün târihî mezarlıklarımızın hak ettiği ilgiyi bir an önce görmesini temennî ediyoruz. 

Mayıs 2023, sayfa no: 40-41-42-43-44-45

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak