Ara

Bireyin/Sâlikin Ulaşması ve İstikrarlı Bir Şekilde Sürdürmesi Gereken Kulluk Şuuru: İstikâmet

‘Kavl-i kâfî budur sana dilesen Olmak iki cihanda ber-hûrdâr Evvel îmân getir Resûl ü Hakk'a Sâniyen istikâmet et yürü var’1  
İstikâmet, ‘dînî ve ahlâkî hükümlere uygun bir hayat sürme, her türlü aşırılıktan sakınma, Allâh’a itâat edip Hz. Muhammed'in sünnetine uyma’2 şeklinde tanımlanmıştır. Hz. Peygamber (sav) kendisinden öğüt isteyen bir sahabeye ‘Allâh’a îman ettim de sonra dosdoğru ol’ şeklinde tavsiyede bulunmuş ve bu tavsiyeden başka bir şeye/nasihate ihtiyaç duymadan Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanabileceğini ifâde etmiştir.3 Yine Hz. Peygamber’in (sav) ‘Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı’4 şeklindeki hadîs-i şerîfinde de bu sûrenin yüz on ikinci âyet-i kerimesinde yer alan ‘Sana emredildiği şekilde istikâmet sâhibi ol!’ emrine işâretle istikâmet konusunun önemine dikkat çekmiştir. Bu ifâdelerden îman, ibâdet ve ahlâkta istikâmeti istemenin ve istikâmeti muhafaza etmenin/korumanın mü’min/sâlik açısından ne denli önemli bir husus olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Hz. Peygamber’in (sav) bu konudaki hassâsiyetini gözönünde bulunduran sûfîler, sistemlerini yâni tasavvuf yolunu ‘kitap ve sünnete sarılmak’ yâni ‘istikâmet’ şeklinde tanımlamışlardır.5 Onlara göre ‘dil, davranış ve kalp’ olmak üzere, istikâmeti tesis edebilmek için başlıca üç husûsa riâyet etmek gerekmektedir.6 Sûfîler, nefsin istikâmet sâhibi olması durumunda sâhibini doğruluk ve dürüstlüğe yönlendireceğinden bahsetmişlerdir. Onlar, bu tesbitleriyle istikâmetin önündeki en büyük engelin ‘nefs’ olduğu husûsunu vurgulamaya çalışmışlardır.7 Sûfîler, hedeflerine istikâmet sâhibi olmayı ve bu hâli devâm ettirmeyi koymuşlardır. Onlara göre istikâmet insanın bütün eylemlerinin değerini belirleyen ahlâkî bir özdür. Çünkü iyilikler onunla mükemmellik kazanmakta ve onun ortadan kalkmasıyla bütün iyilikler kötülüğe dönüşmektedir.8 Doğru Hedefe Şaşırmadan Ulaşmayı Arzulayan Ehl-İ Hâl: Keşf/Kerâmet ve İstikâmet Arasında Sûfîler ‘Kerâmet’ kavramı ‘keşf’ ile birlikte ‘velîlerden zuhûr eden olağanüstü hallere işâret’9 eden bir kavram olarak kullanılmıştır.10 Keşf ve kerâmet kavramları toplumda zamanla sûfîlerin amaç ve gâyeleriymiş gibi bir algıya dönüşmüş ve istikâmetin esas gâyeleri olmadığı gerekçesiyle sûfîler zaman zaman eleştirilmiştir. Hâlbuki sûfîler bu eleştirilerden çok önce yollarının esaslarını zikrederken keşf/kerâmeti değil istikâmet sâhibi olmayı hedeflediklerini ifâde etmişlerdir. Bu noktada ‘sûfîlerin/dervişlerin, keşf/kerâmetle ilgili bilgileri ağızdan ağza ve eserlerinde sıklıkla zikretmeleri tasavvuf ehlinin genel olarak keşf/kerâmet peşinde ömür tükettikleri yorumlarına sebep olmuştur’ tesbitinde bulunabiliriz. Ancak onların sözlü ve yazılı gelenekte naklettikleri bilgiler derinlemesine tetkîk edildiğinde bu kadar keşf/kerâmetle ilgili bilgiye rağmen bütün bu verilerin, sûfîlerin hedeflerinin olağanüstü hallere ulaşmak olduğu sonucuna bizi götürmediğini görürüz. Tam aksine sûfîler, keşf/kerâmet sevdâsından kurtulup istikâmete yâni ‘yeme, içme, akîde, ibâdet, amel, ahvâl, vâkit geçirme ve bütün yapılan işlerde ifrat ve tefrite kaçmama ve orta yolu tutma’11 hedefine ulaşmak için gayret ettiklerini ilân etmişlerdir. Özellikle tasavvuf ehli olmayan kimseler tarafından/dışarıdan sûfîlere ve yollarına yöneltilen bu tenkitlere en güzel cevâbı bu konudaki hedeflerini dile getirdikleri sözleri ile yine sûfîler vermiştir. Bu noktada sözü sûfîlere bırakmak bahsi geçen ithâmın dayanağının olup olmadığı noktasında yolumuzu büyük ölçüde aydınlatacaktır. İmam Kuşeyrî’nin (ö.465/1072) Risâle’sinde naklettiğine göre o, Ebî Ali ez-Zevcî’den (ö.?) şu ifâdelerle sâlikin istikâmet ve kerâmet karşısında takınması gereken net tavrı açıkça tesbit etmiştir: ‘İstikâmet sâhibi olmayı iste. Kerâmeti değil. Çünkü senin Rabbin senden doğruluğu bekliyor ve doğru olmanı istiyor, kerâmet göstermeni değil. Taleb-i istikâmet Rabbin rızâsıdır. Taleb-i kerâmet nefsin hevâsıdır. Ehl-i Hak olanın ise nefsin isteklerinden kaçınıp, Hakkın rızâsına sığınması gerekir. En güzel kerâmet istikâmettir.’12 İmam Sühreverdi (ö. 632/1234) ise meşhur eseri ‘Avârifu’l-Maarif’te keşf/kerâmet ve istikâmet ilişkisi hakkındaki şunları söylemiştir: ‘Tutulacak yolun en doğrusu nefsi istikâmete çağırmaktır. İşte bütün kerâmet budur. Sonra istikâmet sâhibi bir kimseden kerâmet cinsi bir şey zuhûr etse bu normal ve güzeldir. Şâyet herhangi bir şey vâki olmazsa hiçbir önemi yoktur. Bu, onun durumundan bir şey noksanlaştırmaz. Onu noksanlaştıran istikâmetin hakkını yerine getirmekteki bozukluklardır. Bu böylece bilinmelidir. Çünkü o Hakkı arayanlar için çok büyük bir esastır.13 Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö.283/896) de konu hakkında görüş bildirenlerden bir tânesidir. O şunları söylemiştir: ‘Muhakkak ki en büyük kerâmet, senin zemmedilmiş olan ahlâkını Muhammedî ahlâka tebdîl etmendir.’14 Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (ö.654/1256) bu konudaki uyarılarını çok daha net ifâdelerle şu şekilde dillendirmiştir: ‘Îman ve sünnet-i seniyyeye mutabaattan daha büyük bir kerâmet yoktur. Bunlar kime verilir de o hâlâ daha başka şeylere iştiyak duyuyorsa gerçekten o kimse dâvâsında yalancı, sözlerinde iftirâcı yahut gerçek ilmi elde edememiş hatâ sâhibidir. Böyle bir kimse sultânın huzurunda bulunma nimetine ulaşmışken ahırda hayvanların seyisliğine özenen kimse gibidir.’15 İmam Kuşeyrî ise kerâmetin istikâmet karşısındaki konumuna dikkat çekerek şu uyarılarda bulunmuştur: ‘Bil ki evliyâda zuhûr eden kerâmetlerin en büyüğü devamlı olarak ibâdet ve taat işlemeye muvaffak kılınmak, günahtan ve emre muhâlefetten korunmaktır.16 İsmail Ankaravî (ö.1041/1631), eserinde Bâyezid-i Bistamî (ö.234/850) ve İbnü’l-Arabî’nin (ö.638/1239) bu konudaki tesbitleri ile konuyu şu şekilde değerlendirmiştir: ‘Bir gün Bâyezid- Bistamî hazretlerine şöyle denildi: ‘Filanca kişi bir saatte Mekke’ye ulaşıyor, ne dersiniz?’ O da şöyle cevap verdi: ‘Ona bakarsan Şeytan göz açıp yumana kadar mağripten meşrıka gidiyor. Hâlbuki o bir lânetlidir.’ Bunun üzerine tekrar soruldu: ‘Filanca kişi hem su üzerinde yürüyor hem de havada uçuyor?’ Bâyezid hazretleri şöyle cevap verdi: ‘Suyun üzerinde bir odun parçası da yürüyor (yüzüyor). Havada dersen bir sinek dahi uçuyor. Bunda şaşacak ve büyütecek ne var ki? Siz esas o kimselerin istikâmetini ve ahlâkını bana söyleyiniz ki ben size onun ne olup olmadığını söyleyeyim.’17Esâsen kerâmet iki kısma ayrılır. Birincisi, halk arasındaki târifiyle, su üzerinde yürümek, gözden kaybolmak, istediği zamanda istediği mekâna erişebilmek v.s. gibi birtakım ameliyelerdir. Hâlbuki asıl kerâmetin târifi bu değildir. Bizce asıl kerâmet, Allâh’ın çizmiş olduğu şerîat dâiresinden dışarı çıkmamak ve Muhammedî ahlâkla ahlâklanmaktır. Kötülüklerden kaçınmaktır. Hayırda yarışmak ve farz ve vâcip olan ibâdetleri zamânında edâ etmektir. Kâlbi mâsivâdan temizlemektir. Allâh’ın çizdiği sınırlar doğrultusunda haddi aşmamaktır’. İşte Allâh’ın ve Resûlü'nün öngördüğü asıl kerâmet budur. Diğer yapılan şeyler ise istidrac ve göz boyamacılığından başka bir şey değildir. İlim talep etmek ve ilmiyle Hak yolunda amel etmek en büyük kerâmettir. Allah her şeyin en iyisini bilir.’18 İstikâmet konusuna dikkat çeken bir diğer isim Osman Bedrüddin Erzurumî (ö.1924)’dir. Ona göre de birey/sâlik için istikâmetin üstünde bir kerâmet olmamalıdır. Sâlik, Allah’la beraber huzurda olmaktan daha kıymetli bir nimetin de olamayacağını bilmelidir. O, tarîkattan maksadın bu huzûra erişmek olduğunu, kâlbin mâsivâ ve ağyârın kuruntu ve vesveselerinden ve meşgûliyetlerinden uzak olması gerektiğini vurgulamıştır. Ona göre kalp aynası kederlerden ve mâsivâ kirinden temiz ve boş olduğu zaman Hakk’ın müşâhede sırrına ulaşacaktır ki bu da mücâhede ve müşâhedeye bağlı bir durumdur.19 Netîce olarak ifâde etmemiz gerekirse sûfîler, Kur’ân-ı Kerîm’in mü’mine ifrat ve tefritten uzak bir şekilde bir başka ifâdeyle aşırılıklardan uzak durarak kulluk şuurunu istikrarlı bir şekilde sürdürmesini emrettiği kilit kavramı (istikâmeti) elde edebilmenin yolları üzerinde durmuşlardır. Bu noktadan sonra sûfîler, istikâmetin sürdürülebilir bir kıvamda son nefese kadar devamlılığının sağlanabilmesi noktasında bazı tavsiyelerde bulunmuşlardır. Buna göre nefs engeli aşılırsa istikâmete ulaşılabilir ve Hz. Peygamber’in (sav) istikâmet konusundaki tavsiyelerine uyulursa istikâmet bireyin/sâlikin hayâtında istikrarlı ve sürdürülebilir bir halde tazeliğini koruyarak kendisine bir yer edinebilir. Sûfîlerin, istikâmet konusuyla bağlantılı olarak gündeme getirdikleri bir başka konu ise kerâmet hevesinin/merâkının sâliki meşgûl edip onu istikâmet hassâsiyetinden uzaklaştırma tehlikesidir. Onlar, kerâmete aslâ prim vermeden istikâmet peşinde koşmayı tercih ederek bu konuda Kur’ân ve Sünnet’in tavsiye ettiği noktaya ulaşma gayretinde olmuşlardır. Sûfîler sâlikin, elinde olmadan meydana gelen kerâmetin/olağanüstü hâlin aslâ istikâmetin alternatifi olmadığını kabûl ederek yürüyüşüne devâm etmesi gerektiğini söylemişlerdir. Dipnotlar: [1] Hasan Aksoy, ‘Fevrî'nin Manzum Kırk Hadis Tercümesi’, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, İstanbul 1997, Sayı: 13-15, s. 121-130; Âlim Yıldız, ‘Klasik Edebiyatımızda Manzum Hadis Tercümeleri ve Necip Fazıl'ın 101 Hadis Tercümesi’, Kahramanmaraş Sempozyumu, s.224. 2 Mustafa Çağrıcı- Süleyman Uludağ, ‘İstikâmet’, DİA, c.XXIII, s.348. 3 Müslim, İman 62. 4 Tirmizi, Tefsir 56/6. 5 H. Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2007, s. 55. 6 Hz. Peygamber (sav) dil düzelmedikçe kalp ve davranışların düzelmeyeceğini ifâde etmiştir. Sûfîler bu hadis-i şeriften hareketle yukarda zikredilen tesbitte bulunmuşlardır. Bkz., Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.III, s.198. 7 Tirmizi, Hatmü’l-Evliya, nşr. Osman İsmail Yahya, Beyrut 1965, s. 68, 78. 8 Gazali. İhya, c.III, s.63-64. 9 Necmüddin Dâye, Mirsâdu’l-ibâd, Tahran 1366, s. 313. 10 Kaynaklarda ‘Keşf’, ‘açığa çıkarma ve perdenin açılması, perdenin ötesindeki gaybî hususlara ve hakikate yaşayarak ve temaşa ederek vâkıf olma’ şeklinde tanımlanırken ‘keramet’ sûfîlerin hayatlarında görülen denizde yürümek, havada uçmak, kısa bir sürede bir yerden diğer bir yere gitmek gibi harikulade olay ve davranışlar’ şeklinde târif edilmiştir. İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut Tarihsiz, c. XII, s. 510; Kuşeyrî, Risâle, Tercüme: Süleyman Uludağ, İstanbul 1978, s. 354. 11 İsmail-i Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, Hazırlayan: Saadettin Ekici, İnsan Yay., İstanbul 2005, s.253. 12 Kuşeyrî, Risâle, s.103. 13 Sühreverdî, Avârifu’l-Maarif, Tercüme: Yahya Pakiş-Dilaver Selvi, İstanbul 1988, s.43. 14 Kuşeyrî, Risâle, s.180. 15 Şaranî, Tabakâtu’l-Kübrâ, Mısır 1954, c.II, s.7. 16 Kuşeyrî, Risâle, s.475. 17 Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, s.254-255. 18 Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, s.325. 19 Osman Bedrüddin Erzurumi, Mektubat, İstanbul 2006, c.I,s.97; Geniş bilgi için bkz., İhsan Soysaldı, ‘Osman Bedrüddîn Erzurûmî (Ö. 1924)’nin Tasavvufi Şahsiyeti’, Fırat Üniversitesi Harput Uygulama ve Araştırma Merkezi Geçmişten Geleceğe Harput Sempozyumu, Elazığ 23-25 Mayıs 2013, s.405. Abdullah Sivaslı

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak