Ara

Bir Yûnus Emre Üniversitemiz Neden Yok?

Bir Yûnus Emre Üniversitemiz Neden Yok?

Tanzimat’la taşları yerinden oynayan ve böylece kimliği, birliği, dirliği konusunda sancılar yaşayan Türkiye’nin bu problemi bugün için de devâm ediyor. Böyle bir süreçte hemen hepimiz millet olarak biz kimiz, kim olmalıyız, varlığımızı nasıl sürdürebiliriz sorularına sürekli olarak cevap aramaktayız. Fakat iki asırdır etkisi altında kaldığımız pozitivist anlayış bu konuda da bizi yanlış adreslere sürüklüyor ve bir türlü ortak bir anlayışa ulaşamıyoruz.

 

Yiğit düştüğü yerden kalkar derler. Öyleyse neden düştüğümüzü bilemezsek nasıl ayağa kalkacağımızı ve bunun imkânlarının neler olabileceğini bilmekte de zorluk çekeriz. Meselâ kimliğimizi sâdece aynı vatanda yaşayan insanlar olarak yâni vatandaş sıfatıyla tanımlarsak meseleyi çözemeyiz. Bu sıfat bizi birleştirici bir kavram olamaz. Örnekler çoğaltılabilirse de biz meseleye şöyle bakma taraftârıyız: Millet olmak, sâdece aynı vatanda yaşayan bir topluluk anlamı taşımıyor. Kalabalıkları millet yapan asıl özellik taşıdıkları ortak değerlerdir. İşte biz bunu kaybettiğimizi anlarsak ortak değerlerimiz neler/kimler olabilir sorusunu da yeniden sağlıklı cevaplandırmış oluruz.

 

Biz bu ortak değerler bahsinde Yûnus Emre’nin önemli bir imkân olduğunu düşünüyoruz. Onun dilinin Türkçe olması, güçlü şâirliğiyle yedi asırdır bu vatanda aramızda bir duygudaşlık inşâ etmesi, bir mutasavvıf olarak kesret içinde vahdet anlayışını dillendirmesi ve böylece herkesi kucaklayıcı tavrı son derece önem arz etmektedir. Ama giderek büyüyen bir problem var. Yûnus Emre ve benzeri birleştirici şahsiyetleri hayâtımızdan çıkarmış bir görüntü sergiliyoruz. Tamam, adı/adları söylendiğinde sevdiğimizi, değer verdiğimizi söylemekteyiz lâkin hayâtımıza katamıyoruz. Değerli bir hâtıra gibi saklıyoruz ama bulunduğu yerden çıkarıp bu çağda nasıl güncel bir imkâna dönüştürebiliriz meselesine zihin yoramıyoruz. Bu problemin aşılması için bâzı önerilerde bulunmak gerektiğini düşünüyorum. 

 

Bunlardan ilki şudur: Meselâ Yûnus Emre adını taşıyan bir üniversitemiz yok. Bunun ciddî bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Bu noktada, başka büyüklerimizin ismini taşıyan üniversitelerin o isimler adına ne yaptıkları da elbette haklı bir sorudur. Elbette yapmadıklarını biz de görmekteyiz. Mesele de bu zâten. Bir üniversiteye bir ortak değerin adını vermek sâdece o adı tabelaya yazmaktan öteye geçemiyor. Bize göre, gerek o üniversitelerin gerekse eğer kurulacaksa Yûnus Emre üniversitesinin her şeyden önce bu isimleri tanıtmak, anlatmak, haklarında yayınlar yapmak sûretiyle bir hizmet görmeleri gerekir. Bunu başardığımızda ve meselâ adı Yûnus Emre olan üniversitenin özellikle edebiyat, tarih, ilahiyat, sosyoloji, psikoloji gibi bölümlerinde Yûnus Emre merkezli bir araştırma faaliyeti ve bunu kamuoyuna duyuracak yayınlar yapılması hâlinde; Yûnus Emre ya da başka bir büyüğümüz bugün de güncelliği olan bir isme pekâlâ dönüşebilir. Eğer özetlemeye çalıştığımız bu hedeflere varılabilirse Yûnus Emre düşüncesi yeniden hepimiz için benimsenen ve bizi birleştiren bir değer haline gelir.

 

Şimdiki zamanda konu ile ilgili gördüğümüz fotoğraf şudur: Yûnus Emre, makâmının/kabrinin olduğu düşünülen şehirlerde çeşitli törenlerle anılmaktadır. Sözü edilecek tek kitlesel faaliyet budur. Fakat bu etkinliklerin içeriğine bakıldığında bunlar hakkında çok da olumlu şeyler söylemek mümkün olmuyor. Yûnus Emre bunun dışında sâdece kültür adamlarının ve akademisyenlerin bâzılarının ilgi duydukları ve çalışmalar yaptıkları bir isim durumundadır. Şüphesiz bu kişilerin yaptıkları çalışmalar değerlidir ama bu çalışmalarda Yûnus Emre’yi anlama konusundaki bilgi ve bilinç genel bir tutuma dönüşememektedir. Hele özellikle öğretmenliği bir meslek ideali olarak değil de bir iş kapısı olarak gördüğümüz bu dönemde öğretmelerimizin de bu konuya duyarlı olmadıklarını müşâhede etmekteyiz. Çeşitli programlar vesîlesiyle gittiğimiz okullarda Yûnus Emre’den bırakın bir şiiri, bir dörtlük okuyacak öğrenciyle karşılaşmak neredeyse imkânsız hâle gelmiştir.

 

Bu noktada bugün neler yapmamız gerektiği üzerinde düşünürken gelenekte neler yapıldığını hatırlamakta da fayda vardır. Her şeyden önce Yûnus Emre gelenekte tekkelerin, câmilerin, dînî ve tasavvufî muhitlerin ilgi alanı içindeydi. İlâhileri okunur, üzerlerine şerhler, yorumlar yapılırdı. Bu sohbet kültürü dalga dalga bu mekânlardan ve muhitlerden millete yayılır ve herkeste Yûnus’a, daha doğrusu onun söylediklerine dâir bir anlayış oluşurdu. Böylece bir hastaya varıp bir yudum su vermek Yûnusça bir davranıştı. Bir çiçeği koparırken “Sordum sarı çiçeğe” ilâhisini hatırlamak bizi bu davranıştan vazgeçirirdi. İnsan ilişkilerinde en büyük günah olarak gönül incitmeyi görürdük. Sözün güzel ve hayırlı olanını söylemek esastı. Dindarlık sâdece zâhirî bir davranış değil içsel bir kimlikti.

 

Zîrâ Yûnus Emre dîni bize sâdece kitâbî bilgiler olarak değil bir bilinç çerçevesinde, yaşantı içinde öğreten bir rehberdi. İnanmayı sevgi ile birlikte ele alıyor olması söylediklerinin tesir gücünü artırıyordu. Sevgi bu coğrafyanın hayat felsefesi olmuştu. Ve asırlarca bu böyle oldu. Bu coğrafyada bu kadar zaman var olmuşsak böyle bir anlayış sebebiyle idi. Sonra Yûnus’un öğrettiği din, dil, ahlâk, davranış tarzından uzak kalınca hakîkatle bağımız zayıfladı ve samîmiyetimiz azaldı. Kısacası biz Yûnus’tan; Yûnus bizden ayrı düştük. Öyleyse ayağa kalkmak onunla tekrar buluşmaktan, bilişmekten, onu bu çağda da konuşan bir bilge olarak görmekten geçiyor.

 

Yûnus Emre için bilge vasfını kullanmamız boşuna değildir. Meselâ modernizmin, sekülerliğin bizi nasıl bir noktaya getirdiğini görmek için onun Risâlet’ün-Nushiyye’sinden okumak yeterlidir. Yûnus, orada problemlerin görünen kısmıyla değil onlara yol açan içsel sebeplerle ilgilenmekte ve dikkatimizi bunlara çekmektedir. Yâni yarayı dıştan dağlamak yerine içeride ona yol açan probleme dikkat çekilmektedir. Kezâ Dîvân’ı da insan tekâmülünün bütün aşamalarının hikâyesini anlatarak bize bir yol rehberliği yapmaktadır. Birileri bizim önerimizi gerçekçi bulmayabilir. Bizi siyâsî, ekonomik vs. bir sürü meselenin bu şekilde mi çözülebileceği konusunda eleştirebilir. Yûnus’u tanımazsak bütün bunlara hak verebiliriz. Ama eğer onu tanırsak anlarız ki her şey insan meselesidir. İyilik de kötülük de, nefret de sevgi de onunla ilgilidir. İnsan iyi ise bu iyilik er geç hayâta da yansıyacaktır. Ama bunun için zihnimizi pozitivist kirlerden arındırarak insan tanımını fıtrata uygun şekilde yeniden yapmamız gerekir.

 

Bütün bu sebeplerle bir Yûnus Emre üniversitesi derken; bu üniversitenin yeni bir anlayışla, yöntemle inşâ edilmesi gerekir. Meselâ böyle bir üniversitenin, bugün örneklerini gördüğümüz gibi şehirlerin 30-40 km. uzağında değil şehirde bir câminin, dergâhın yanında inşâsı gerekir. Aksi takdirde orada üretilen ilim ve anlayış yerleşke sınırları içinde kalır ve kimseye ulaşamaz. Bir diğer konu, burada ders verecek hocaların sâdece edebiyatçılarla sınırlı olmamasıdır. Çünkü o zaman Yûnus Emre’yi sâdece şâir olarak tanımış oluruz. Oysa onda psikolojik bir derinlik, sosyolojik bir genişlik de var. Yine dînî açıdan da ele alınması gereken bir isim. Bu yüzden psikologlar, sosyologlar, ilâhiyatçılar da ders vermelidirler. Dahası bu eğitim sâdece dersliklerde değil bizâtihî hayâtın içinde de verilmelidir.

 

Aslında mesele sâdece bu adı taşıyan bir üniversite de değil. İlkokuldan üniversiteye Yûnus Emre merkezli bir eğitim anlayışına sâhip olmak gerekiyor. Zîrâ yetişme çağlarında insanlara bir kimlik kazandırmazsak sonraki yaşlarında bunu sağlamak kolay olmayacaktır. Evet, mesele insan yetiştirmek. Hem de ortak değerler etrâfında el ele gönül gönüle, ortak ilke ve ülkü çerçevesinde yetiştirerek millet olmak. Zîrâ millet olmayı başaramayan, ümmet bilinci de kazanamıyor. 

 

İşte bu noktada tekrar söylemek gerekirse Yûnus Emre büyük bir imkândır. Biz onda sâdece Türkçe söylenmiş şiirler bulmuş olmayız. Bu şiirlerdeki hayat ve insan görüşüdür esas olan. Bunun için pozitivist zihniyetin bize vereceği, katacağı bir değer yoktur. Hazîne elimizin altındadır. Yeter ki onu bugüne kazandıralım. Bu yapıldığı takdirde tıpkı 13. Asır’da olduğu gibi yıkımlardan dirilişe imkân bulmuş oluruz. Değilse ayağımızın altındaki toprak gitgide kayacak ve bizi bir gün taşıyamaz hâle gelecektir. O zaman bizi bekleyen âkıbeti tahmin etmek hiç de zor olmayacaktır.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak