Ara

Bir Namazlık Saltanat...

Bir Namazlık Saltanat...

Târih boyunca insanlar taş ile haşır-neşir olmuş. Dağları oymakla işe koyulan insanoğlu, sonraları yol, köprü, han, hamam, ev, saray inşâ etmiş. Daha sonraları sanat eserleri oluşturulmuş taştan. Medeniyetler birbirini kovalamış. Derken bu dünyâ hayâtından ebedî âleme göçerken yine bir taş dikilmiş insanoğlunun başucuna… Taş, insanoğlunun hayâtında hep var olmuş, kıyâmete kadar da var olmaya devâm edecek gibi. Deyimler söz konusu olduğunda sağlamlığın, dayanıklılığının yanında taşın katı, sert, soğuk ve donuk yönü de vurgulanmış. Taş gibi sert, taş gibi soğuk, taş gibi donuk deyimleri bunlardan bâzıları...

Taşlardan bir taş var ki bu taş hakîkaten bütün taşlardan daha katı, daha soğuk ve daha ürkütücü gelir bize. Sağlığımızda yüzleşmek istemediğimiz, görmezden geldiğimiz, lâkin eninde sonunda yolumuzun kesişeceği o mâlûm taş… Bunun adı hepimizin bildiği gibi musallâ taşıdır. Bu taşın yanında mezar taşları dahî insana sıcak ve sevimli gelir. Sanırım bu durum mezar taşlarının sanatsal, edebî ve estetik özelliklerinden kaynaklanır…

Ölüm En Büyük Nasîhat

İnsan iki kundak arasında bir hayat sürüp sonra fânî âlemden bekâ âlemine göç ediyor. Doğduğu zaman nasıl bîçâre, savunmasız ve başkalarının yardımına muhtaç idi ise ebedî âleme göçtüğü zaman da tıpkı kundaktaki bebek gibi sarılıp sarmalanır, yine bir bebek gibi musallâ taşına yatırılır. Buradayken anne-babasının şefkat kanatlarına sığındığı gibi âhiret hayâtında da şefkat kanatlarına muhtaçtır. Oradaki kanat dünyâ hayâtında yapıp ettiklerinin karşılığıdır. Ya rahmet melekleri ya da gazap meleklerinin kanatları! Cenâzeye iştirâk edenler bilir. Hoca efendi cenâze namazını kıldırdıktan sonra kısa bir sohbet yapar. Daha doğrusu genellikle şöyle der: “Bugün artık bizim için söz ve nasîhat bitmiştir. Bugün söz, şu musallâ taşının üstünde yatan mevtânındır. Dün bizim gibi hayatta idi. Bugün ebedî âleme yolcu ediyoruz. ‘Dünyâ fânî, âhiret bâkîdir.’ Lisân-ı hâl ile mevtâ bize bunu söylüyor. Bundan daha ibret verici ne olabilir?!”

Hakîkaten ölüm en büyük nasîhattir. Şüphesiz, apaçık gerçekle yüzleşiriz bu anlarda. Ancak tekrar dünyâ işlerine daldığımızda, aradan bir müddet geçtikten sonra ölüm tekrar gündemimizden çıkar ve biz yine bildiğimizi okuruz. Bu sebeple olmalı ki dedelerimiz bir sembol, bir uyarı özelliği taşısın diye câmi önlerine musallâ taşlarını dikmiş. Evet, yaşayan ölüler dirilsin, ibret alsınlar diye! İlk uygulamalarının hangi târihlere denk geldiğini bilemiyoruz. Musallâ taşı da diğer mîmârî öğeler gibi İslâm mîmârîsinde sonradan ortaya çıkmıştır. Ancak bununla murâd edilen şeyin ölüm gerçeğinin sürekli hatırda tutulması, tefekkür edilmesi ve hayâtın bu gerçeğe göre tanzîm edilmesi olduğu âşikârdır. Hakîkaten hâlen ayakta kalanları câmi giriş ve çıkışlarında insanlara bir an bile olsa ölüm gerçeğini fısıldar, tıpkı “Medeniyetimizin Sessiz Tanıkları” mezar taşları gibi. Mezar taşlarının da en önemli özellikleri zâten budur. Fânî olandan bâkî olana yöneltmek. Osmanlı/İslâm mîmârîsini, medeniyetini diğer medeniyetlerden ayıran, farklı kılan en ince, en belirgin nokta sanırım burasıdır. Madde ile mânâyı buluşturan, barıştıran, insanları ebediyete hazırlayan bir bakış açısı ve düşünce yapısı...

Namazgâhlar da Gündemimizden Çıktı

Sözlükte “namaz kılınan yer” mânâsına gelen musallâ kelimesi, cemâatle kılınması gereken cuma ve bayram namazlarının edası için ayrılmış üstü açık geniş mekânları ifade eder. Bakara Sûresi 125. ayet-i kerimesinde bu mânâda yer alır: “Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin.”  Asr-ı Saadet döneminde bayram ve cenâze namazları açık alanlarda kılınırdı. Medine-i Münevvere dışında, Beni Salim arazisinde belli bir yerin bu amaçla kullanıldığı çeşitli kaynaklarda zikredilir. Daha sonraları diğer İslâm beldelerinde de aynı amaçla açık alanlar düzenlendi. Bunların bir bölümünde mihraplı bir duvar ve imamın üzerinde hutbe okuyabileceği, minber amacıyla kullanılan yüksekçe bir taş bulunuyordu. Selçuklular ve Osmanlı cihan devleti döneminde, Anadolu’da da namazgâh adı verilen musallâlar oluşturuldu. İbadetin kapalı mekânlara sığdırılamayacağının en açık ifadesi ve şahididir namazgâhlar.

İbâdeti vicdanlarımıza hapsettiğimizden beri namazgâhlar da gündemimizden çıktı. Şimdilerde herkesin görebileceği bir ortamda ibâdet edenler gösteriş yapmakla, riyâ ile suçlanıyor. Evet, gözlerden uzak, huzurlu ve sakin bir ortamda, huşu içinde namaz kılmak makbuldür. Ruh dinginliği için en iyi yöntemdir. Lakin, zorunlu, olağanüstü durumlar her zaman mümkündür. O zaman ne olacak? Bunun yanında ibâdetin, temsil, örneklik teşkil etme, etkileşim içinde bulunma, çoğalma ve yayılma gibi bir yönü de vardır. Hatta bu gereklidir de. Günümüzde pek çok sosyal etkileşim bu şekilde olmuyor mu? Sadaka ve diğer hayır-hasenat işlerinde de durum böyledir. Her türlü iyilik, yardımseverlik övülmüş, teşvik edilmiş, bunu yapanlara ise mükâfat vaad edilmiştir. İyilik yaparken insanların rencide edilmemesi, riyâ ve gösterişten uzak durulması da tembihlenmiştir. Öte yandan iyiliğin yaygınlaştırılması ve insanlar arasında örneklik teşkil edilmesi maksadıyla bunun alenen yapılabileceği de vurgulanmıştır.

Seng-i Musallâ

Açık alanlarda ibâdet kültürümüz yavaş yavaş kaybolurken musallâ olarak şehirlerde câmi avluları, köylerde belli bir alan kullanılmaya başlanmıştır. Musallâ’nın târihî arka planına kısaca değindikten sonra tekrar musallâ taşına dönebiliriz. Musallâ taşı, câmi avlularında bulunan, cenâze namazı kılınırken tabutun üzerine konulduğu taştır. Câmilerde bâzan kıble istikâmetindeki avlularda, bâzan da yan avlularda ya da son cemâat yeri önünde yer alır. Taşın bulunduğu yerin üstü açıktır. Kıbleye paralel yerleştirilmiş bu taşların ölçüleri eldeki malzemeye ve yerin konumuna göre değişiklik göstermiştir. Bununla berâber yükseklikleri çoğunlukla bel hizâsı kadardır. Burada amaçlanan şey tabutun herkesin göreceği, sağlam bir yerde durmasıdır.

Daha ziyâde dikdörtgen ve kare şeklinde tasarlanan musallâ taşlarının özellikle Anadolu’da yekpâre olanlarına sık sık rastlanılmaktadır. Masa görünümündeki bu taşlar mermer, taş, tuğla ve benzeri malzemelerden yapılmıştır. Sırf musallâ taşı niyetiyle kireç taşından yekpâre olarak yontulmuş özgün bir örnek Erzincan ili Kemah kazâsına bağlı Bozoğlak köyünde bulunmaktadır. Son yıllarda beton, demir, ahşap gibi malzemeler de kullanılmıştır. Musallâ taşı olmayan bâzı yerlerde bu amaca yönelik portatif uygulamalara yer verilmektedir. Osmanlı’da “seng-i musallâ” diye adlandırılan musallâ taşları mekânın özelliklerine göre sâde veya süslemeli olabiliyordu. Ancak bu süsleme, ölümün ciddiyetine uygun, abartıya kaçmayan, sâde ve hafif bir tezyînattır.

Musallâ taşlarında da tıpkı sadaka taşlarında olduğu gibi farklı medeniyetlere âit devşirme malzemelerden yararlanılmıştır. Hüsamettin Aksu, “Musallâ Taşı” başlıklı makalesinde musallâ taşlarının malzeme kaynaklarıyla ilgili şu bilgileri verir: “Bâzı örneklerde çok eski dönemlere âit yapılardan toplanmış sütun ayak ve başlıkları, eski lahit blokları gibi devşirme taş malzeme musallâ taşı olarak kullanılmıştır. Ayasofya Câmii’ndeki musallâ taşı, üzeri nebâtî motiflerle süslü iri bir Bizans sütun başlığıdır. Dekoratif bezemeler taşıyan veya sâde taş bloklardan ibâret örnekler arasında Manisa-Alaşehir’deki Şeyh Sinan Câmii’nin son cemâat yeri önünde duran musallâ taşı zikredilebilir. Bizans dönemine âit iki kırık sütun gövdesinin üstüne oturtulmuş olan, üzeri son derece güzel bezemelere sâhip bu lahit parçası yakın bir târihte yerinden sökülerek açık hava müzesine taşınmıştır. Üsküdar’da Bulgurlu Câmii’nin avlusunda kenarları yumurta frizleriyle süslenmiş kalın mermer blok halindeki musallâ taşı da yerinden sökülüp yeni yapılmış bir düz taşla değiştirilmiştir.” Çanakkale'nin Biga ilçesine bağlı Dikmen köyünde de Roma dönemine âit bir lahidin kapağı günümüzde hâlâ musallâ taşı olarak kullanılmaktadır. Benzer örneklere Anadolu'nun pek çok noktasında rastlayabilirsiniz.

Yaz-kış açık alanda bulunduklarından olmalı, musallâ taşlarının sağlamlıklarına özen gösterilmiştir. Tek eser kategorisine giren ve belirgin bir mîmârî özelliği bulunmayan musallâ taşlarını bâzı mezarlık girişlerinde de görebiliyoruz. Eyüp Sultan merkezinde yaklaşık on civârında câmi üzerinde yaptığımız incelemede yalnız üç câmide musallâ taşının varlığına şâhid olduk. Bu da gösteriyor ki musallâ taşları da tıpkı sadaka taşları, mola taşları ve namazgâh/kıble taşları gibi yavaş yavaş hayâtımızdan çıkıp gidiyor!

“Şu Musallâ Taşında Bir Namaz Yatacağım.”

Musallâ taşları, edebîyat târihimize de konu olmuş, şâirlerimiz, yazarlarımız bu kavramı eserlerinde severek işlemişlerdir. Dîvân şâiri Bâkî’nin: “Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî / Durup el bağlayalar karşına yâran saf saf” beyti bir vecîze değeri kazanmıştır. Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” adlı şiirindeki “Bir namazlık saltanâtın olacak / Taht misâli o musallâ taşında” beyti ve Ziyâ Osman Saba’nın “Toprağım” adlı şiirindeki, “Ahret dolsun içime kumruların ‘Hû...’sundan / Diyeyim, câminin geçerken avlusundan / Şu musallâ taşında bir namaz yatacağım” dizeleri de aynı değerde bir örnektir.

Eskilerinin çevresini kale duvarı gibi çevreleyip yenilerini şehrin çok ötelerine taşıdıktan sonra mezarlıklarla irtibâtımız maalesef kesildi. Bu sebeple bâzılarımız mezarlık girişlerinde yer alan "Küllu nefsin zâikatul mevti summe ileynâ turceûn”, “Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebut, 57.) âyet-i kerîmesinden bile rahatsız olmaya başladı.  Musallâ taşlarının da birer birer ortadan kaybolmasının, gözlerden uzak tutulmasının arka planında böyle bir zihniyetin yönlendirmesini düşünmüyor değiliz. Ezandan, salâdan, câmiden ve cemâatten rahatsız olanlar bilmelidir ki bu ülkenin kaderi bir "salâ" ile değişmiştir. Birbirinden incelikli nice geleneğimiz, yüzlerce yıllık birikimimiz zihnimize âdetâ kodlanmıştır. Bunlar üstü kül ile kaplanmış köze benzer. Bizler farkında bile değilizdir. Lâkin hafif bir üfleme ile kül uçar, ateş meydana çıkar ve bu ateşin önünde de hiçbir güç duramaz. Bu sebeple örfümüze, kültürümüze, geleneğimize burun bükmek, onları tanımazlıktan gelmek şöyle dursun, bunlara sıkı sıkıya bağlanmalıyız. Şu saatten sonra zâten başka çâremiz de kalmadı!..

Yazımızı üstad Necip Fazıl Kısakürek'in dizeleri ile nihâyete erdirelim:

“Sultan olmak istersen, tâcı, sorgucu unut!  Zafer araban senin, gıcırtılı bir tabut!..”

Ağustos 2019, sayfa no: 44-45-46-47

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak