İmkânlar elverdiği ölçüde her yıl doğduğum, büyüdüğüm, kendimi bildiğim yere, Erzincan ili, Kemah ilçesine bağlı Bozoğlak köyüme gidiyorum. Bunun adına ister tâtil deyin ister sıla-i rahim. Hakîkaten akrabâlarımızla, komşularımızla buluşmanın, yaşlılarımızı ziyâret etmenin târif edilmez mutluluğunu, huzûrunu yaşıyorum. Tabii mis gibi havası, gözelerinden süzülen buz gibi soğuk suları da cabası. Ömrüm yettiği, imkânların elverdiği müddetçe bu ziyâretlerimiz hep devâm edecek inşâallah. “Şu yalan dünyâda en büyük lüksüm budur” diyebilirim. Huzur bulduğum, feyiz aldığım bu ziyâretleri her fırsatta dile getiriyorum. Etrâfımdakilere farkında olduğum bu nîmetin önemini ve gerekliliğini telkîn ederim. Bu sene de Rabbim nasîp etti, bir haftalığına da olsa memleketime gittim. Her gittiğimde farklı ve yepyeni duygularla geri dönüyorum. 1200 kilometrelik bir yol, hakîkaten az bir mesâfe değil. Ancak insan bir şeye, bir yere gönül vermesin, on bin kilometrelik yol da olsa, o yol, o insana vız gelir tırıs gider. Memlekete yaklaşık otuz yıldır gidip gelirim. Otobüsle, trenle, özel araçla, uçakla, hattâ otostop yaparak gittiğim bile olmuştur. Nasıl gidip geldiğimi anlamıyorum. Ne zaman memleketime gitsem, dönüş yolunda gelecek senenin hesâbını yaparım. Şükür ki memleket sevgisini çocuklarıma da aşıladım. Mâşâallah onlar da aylar öncesinden köye gitmek için hazırlıklarını, planlarını yapmaya başlarlar.
Stratejik-müstahkem kalesi, tulum peyniri, balı, üzümü ve tuzu ile bilinen, dışarıdan bakıldığında şirin bir Anadolu kasabası izlenimi veren Kemah’ımızın târihine kısaca bir göz atalım. Arkeolojik çalışmalardan anlaşıldığına göre bilinen târihi mîlattan önce 4000’e kadar uzanır. Zapt edilemez konumdaki kalesi sebebiyle Persler, Partlar Arsaklılar ve Romalılar arasında el değiştiren Kemah ve çevresi, Mîlattan sonraki 6.-8. yüzyıllarda da Bizans, Sasani ve İslâm Devletlerinin nüfuz alanına girmiş. 12.-13. yüzyıllarda bölgedeki güçlü atabeyliklerden birini kurmuş olan Mengücekler'e merkez olmuş ve onların hâkimiyetinde en parlak devirlerinden birini yaşamış. Kemah Boğazı'nda yer alan Melik Mengücek Gâzi’nin Selçuklu mîmârî izlerini taşıyan kümbet tarzındaki türbesi o günlerin yaşayan şâhidi. 12.-15. yüzyıllarda farklı devletlerin egemenliğine giren Sancak Şehri Kemah, 15 Mayıs 1515 târihinde kesin olarak Osmanlı cihân devleti hâkimiyetine girmiştir.
Kemah’ımızın geçmişteki askeri-stratejik önemini modern çağda kısmî olarak yitirmesi, çevresinin çok sarp ve arâzinin parçalı oluşu, tarım alanlarının kıtlığı, bağ-bahçe tarımına elverişli arâzinin yetersiz olması sebebiyle nüfûsu günden güne azalmakta, kadîm zamandan beri nüfûsu üç bini geçemeyen ilçenin köylerinde kış aylarında hâne sayısı 5’e 10’a kadar düşmektedir. Sancak şehri Kemah’ımız, ilk çağlara âit açık hava tapınakları, kült merkezleri, ortaçağa âit manastır, kilise, ayazma, şapel, gözetleme kuleleri, Selçuklular'a âit kümbetleri, Osmanlı dönemine âit câmi, mescit, medrese, han, hamam, türbe, çeşme, mezar taşları, yöreye has evler gibi dünyâ ölçeğindeki kültürel varlıkları, temiz havası, soğuk suları ve doğal güzellikleriyle keşfedileceği günleri bekliyor. Bu minvalde Erzurum Atatürk Üniversitesi tarafından hazırlanan ve 2010 yılında yayımlanan “Kültür Varlıklarıyla Kemah” isimli çalışmayı önemli bir başlangıç olarak görüyoruz. Yine aynı üniversite tarafından târihî Kemah Kalesi'nde birkaç seneden beri sürdürülen kazı çalışmaları ve ortaya çıkarılan târihî ve kültürel mîras ise geleceğe dönük beklentilerimizi hayli güçlendirmektedir.
Şimdi köyümüze devâm edelim. Bozoğlak köyümüz Erzincan ilimize 85, Sancak Şehri Kemah ilçemize 35 km. mesâfededir. Etrâfı tepelerle çevrili bir vâdiye kurulmuş tipik bir Anadolu köyü. Refahiye sınırları içinde kalan Gülen Ormanları ile Fırat Nehri (Kara Su) arasında, dört mevsimin bir arada yaşandığı doğa hârikası bir yer. Arâzisi engebeli olduğundan tarıma fazla elverişli değil. Bu da ekonomiyi olumsuz yönde etkileyip, bölgenin sürekli göç vermesine sebep oldu. Daha doğrusu yöre halkı böyle inandı. Oysa geldiğimiz noktada gördük ki durum hiç de öyle değilmiş. Arıcılık başta olmak üzere bölgede pek çok alternatif üretim olanakları bulunuyor. Bunun için altyapı, rehberlik, devlet politikası-desteği, her şeyden önemlisi inanç ve azim gerekli. Göçlerden önce uzun yıllar gurbet hayâtımız var. Gurbetçilik bizde derin izler bırakmıştı. 1970’li yıllarda pek çok arkadaşımız babasını İstanbul’a geldiği zaman tanırdı. Avrupa’ya çalışmaya giden köylülerimizin ve âilelerinin çilesi daha da bir ağırdı. Parça parça, çoğu susuz tarlalarda daha ziyâde sığır ve davarları kış aylarında beslemek için arpa ve buğday ekilirdi. Köylüler kendi ihtiyâcını karşılayacak miktarda, köye yakın yerlerde meyve-sebze yetiştirirdi. Geçim genellikle hayvancılıkla sağlanırdı. Son yıllarda buğday, arpa yerine arâzi ve iklîme en uygun olan ceviz fidanı dikimine hız verildi. Sulamanın güç olduğu arâzide ağaçlık alan dere kenarları ve küçük bahçelerdir. Civardaki tepeler, bir zamanlar hayvan yemi ve yakacak olarak istifâde ettiğimiz “Geven”lerle kaplıdır. Hiçbir işe yaramaz diye bildiğimiz “Geven” bitkisinin geleneksel sanatlarımızdan Ebru sanatının icrâsında “Kitre” adıyla kullanılan bir hammadde olduğunu yıllar sonra öğrendim.
İki yaylamız bulunuyor. Biri baharlık, diğeri ise yazlık. Baharlık olan yaylamıza “Şikâr/Av yeri” diyoruz. Fırat havzasına çok yakın olduğu için sıcaklık oranı burada daha yüksektir. Baharın şikarda otlar erkenden biter. Her taraf yemyeşil olur. Köyde yem sıkıntısı başladığında hemen davarları buraya indirirdik. Mayıs ayına kadar bekler köye öyle çıkardık. Temmuzdan sonra ise bu sefer Refahiye, Gülen Ormanları'na yakın mesâfede bulunan, yüksek konumdaki dağ yaylamıza karargâh kurardık. Her yerin yeşile boyandığı, kuzu melemeleri ile kuş cıvıltılarının birbirine karıştığı bahar aylarında, efsunlu belde “Şikâr” yaylamız âdetâ cennetten bir köşe gibi olurdu. Pembe, mor ve beyaz karışımı kayısı çiçekleri tomur tomur açtığında, etrâfı târifi mümkün olmayan bir koku sarar, uzaktan bakıldığında pamuk tarlalarını hatırlatırdı. İki heybetli dağın birleştiği boğazın bir yakasında bizim, diğer yakasında Kardere köyünün yayla evleri vardı. Köylerimiz olduğu gibi yaylalarımız da Kardere köyü ile komşu idi. Bu komşu köyümüzle evlilikler vesîlesiyle akrabâ olmuştuk. Bu sebeple çevremizdeki diğer köylere nazaran Kardere köyü ile daha bir içli dışlıydık. Tarlalarımızın da hatırı sayılır bir bölümü birbirinin içine girmiş durumdaydı. Bir köyün iki mahallesi gibi. Zâten daha eski zamanlarda köylerimizin isimleri “Aşağı İhtik”, “Yukarı İhtik” şeklinde idi. Yaşlılarımız hâlâ bu isimleri kullanırlar.
Yaylamız, heybetli bir dağın eteğindeki konumu, kırmızıya çalan bakır rengi kesme taşlarla örülmüş davar ahırı ve çobanlıklarıyla eski zaman medeniyetlerinden kalmış yapı topluluğunu hatırlatır. Yaylada her âilenin davar miktârına göre bir ahırı bir de çobanlığı bulunurdu. Çobanlıklarımız 15-20 metrekare çapında tek gözden ibâretti. Biz bu yayla evlerine “Kom” diyoruz. Komların içerisinde yemek pişirmek ve soğuk havalarda ısınmak için şömine tarzında bir ocaklık bir de tahtadan yapılmış basit ranza mutlaka bulunurdu. Yemek için kap-kacak, çaydanlık, su bidonları, süt külekleri, bakır asmalar, kazma, kürek, balta, çuval gibi âlet edevâtlarımız da yine bu çobanlıkların demirbaşları arasındaydı. Geceleri aydınlatma idâre lambası ile yapılırdı. Bu lamba kapalı metal bir huniye benzer. İçinde gaz yağı vardır. Metal kabın içinden çıkan fitilin yakılması ile etrâfa ışık verirdi. Işık verirdi vermesine lâkin ertesi gün burunlarımız gaz isiyle dolup taşardı. Yayla evlerimizin hemen aşağısında, etrâfını kayısı ve badem ağaçlarının süslediği ekili alanlar vardı. Tropikal iklîmin hâkim olduğu bu topraklar alabildiğine verimlidir. Fırat Nehri'ne kadar uzanan büyük bir alan, susuz olmasına rağmen eskiden ekilip biçilirdi. Günümüzde yaylamızın önünden geçip, İliç ve Kemaliye’ye kadar uzanan Nato yolu, bir zamanların meşhur "İpek Yolu" imiş. Bütün heybetiyle karşımızda duran, sıcağın en şiddetli olduğu yaz aylarında dahi tepelerinden karları hiç eksilmeyen Munzur Dağları'nı seyretmek insanın içini ferahlatır, huzûr verir.
Köye gitmek için Temmuz-Ağustos aylarını tercîh etmemin sebebi artık bu vakitlerde meyve-sebzeler olgunlaşır, akrabâlarımızın işi gücü epey bir rahatlar ve sohbet etme, birlikte vakit geçirme imkânı buluruz. Fırat kenarına inip sazan balığı tutmanın, kara demlikte çay demlemenin, fırsatını bulabilirsek daha yukarılarda bulunan iki bin rakımlı yaylamıza çıkmanın bu mevsimlerde tadı daha bir başka olur. Gerçi köyümüze 500 metrelik bir mesâfede bulunan Çayırbaşı’ndaki bahçemiz için bile her sene köye gitmeye değer diye düşünüyorum. Sağ olsun babam gücü yettiğince îmâr etmeye çalışıyor bahçeyi. Birkaç sene evvel ısrarlarımıza daha fazla dayanamayıp bahçenin tamâmına ceviz fidanı dikti. Yakında meyve vermeye başlarlar. Allah hayırlı ömürler nasîp etsin, zaman zaman: “Yâhu bunlara uyduk şu koskoca tarlayı cevizlik yaptık. Olacak şey mi bu?” diye de sesli sesli düşündüğü olur. Zîrâ belki elli yıl ekin ekilmiş, buğday hasat edilmiş, çoluk çocuğun, davarın, malın istihkâkı bu tarladan çıkarılmıştı. Heyhat ki devir o devir değildi. Tarlayı sürmek için öküz yok. Traktörün arâziye girmesi bir dert, çıkması ayrı bir dert! Patosunu, öğütmek için değirmenini, nakliyesini hiç hesap etmiyorum bile. Tesellî olmak için cevizlerden arta kalan yerlerde domates, salatalık, fasulye, kavun, karpuz gibi sebzeler yetiştiriyor. Buna da şükür.
Gün içinde nerede olursam olayım, eve hangi saatte gelirsem geleyim mutlaka Çayırbaşı’na uğrarım. Âdet hâline getirmişim. Sekilerde çayırların arasında çilek ararım. Körpecik salatalık tevenklerini yoklarım. Hani tüyleri üzerinde, ortadan ikiye bölündüğü zaman etrâfa târifi mümkün olmayan râyiha yayan, ısırıldığı zaman dudakları buruşturan salatalıklardan bahsediyorum. Mevsimine göre elma, armut, kayısı aloça, karaerik gibi meyveleri de kolaçan ederim. Tabii kavun-karpuzların yerinde olup olmadıklarını da bu arada kontrol ettiğimiz olur. Zîrâ bağ-bahçe haşarılıklarıyla ilgili hepimizin birer anısı vardır. O günler de geride kaldı. Demek ki yokluk insana her şeyi yaptırıyormuş. Bahçede hiçbir şey yapmasam dahi biraz ileride söğütlerin arasına gizlenmiş Alıskomgilin güldür güldür akan çifte oluklu gözeden bir avuç buz gibi sudan içer öyle dönerim.
Birkaç seneden beridir köyde sâdece bir komşumuzun ineği var. Süt ihtiyâcımızı bununla karşılıyoruz. Allah eksikliğini vermesin. Köye gidip sanâyi ürünü süt içmek, makine tavuğu eti yemek! Bir zamanlar köyde 400’den fazla inek, 200’ün üzerinde öküz-katır vardı ve iki sürü hâlinde otlatılırdı. Otlatma için ayrıca çoban tutulmazdı. Her komşunun sırası vardı. Davar sürüleri de aynıydı. Fakat davar sürüleri daha kalabalık olduğu için 8-10 komşu bir araya gelir sıralarını öyle belirlerdi. Şimdi onlar da azaldı hepi topu 100-150 koyun ve keçi kalmış. Bu rakam 30-40 yıl önce 4.000-5.000 civârındaydı.
Sığırdan davardan söz etmişken biraz da o günün temel geçim kaynağı olan ekin ekimine, tarla sürümüne değinelim. Babam çift süreceği zaman sabah ezanıyla birlikte kalkıp öküzleri otlattığım çok olmuştur. Epey sonraları babam sabanları katıra yükler çift sürülecek yere gelirdi. Orada buluşurduk. Hafta içinde, vakit kaybetmeden hemen okula dönerdim. Şâyet tâtil günü ise babamın yanında kalırdım. Eğer öküzlerden biri haylazlık yaparsa ben de mecbûren onların önünde tarlanın bir ucundan öteki ucuna gider gelirdim. Durum normale döndükten sonra köyün yolunu tutardım. Çünkü öğlene babama azık getirmem gerekiyordu. Derken tekrar akşamüzeri öküzler salındıktan sonra akşam otlatmasına kalırdım. Bu ortamın en çok sevdiğim tarafı çift sürümü yapılıp tohum serpme işi bittikten sonra yapılan tapanlama faslıdır. Saban demirinin önüne kalın ağaçtan yapılmış bir aparat takılır tarla bununla düzeltilirdi. Tohumların üstünü örtmek için. İşte bu esnâda babam beni bu aparatın/tapanın üzerine çıkarırdı, ağırlık olsun diye. Tabii biz araba sürmüş gibi olurduk. Keyfimize diyecek yoktu. Bizim eğlencelerimiz işte böyle olurdu.
Köylerde iki öküzünüz, bir katırınız, 40-50 davarınız varsa zengin sayılırdınız. Bazı komşuların öküzü tekti. Başka komşulardan çift yaparlardı. Tabii katırı olmayanların sayısı da az değildi. Durumu daha kötü olanlar da vardı. Tavuk beslemek bile lüks sayılırdı. Hattâ rahmetli anam anlatırdı, bir komşumuzun sâdece bir eşeği varmış. Nasıl olmuşsa dağa oduna gidildiğinde bu eşek kazâ geçirip telef olmuş, dağda kalmış. Köyde ev ahâlisi bir hafta yas tutmuş. İçli içli mâniler dizilmiş eşek için. Hele bir de rahmetli Cemal dedemin Karayel isimli eşeğimizin ağzından yazdığı bir mâni var ki o günün koşullarını, imkânların kıtlığını gâyet iyi özetler mâhiyette. Mânisi şöyle:
Kendirdendir kolanı,
Hiç söylemez yalanı,
Dişime arpa değmedi,
Cemal beni alalı...
Şâirin dediği gibi: "Şimdi düşünüyorum da gardaş nerden nereye". Uzun lafın kısası köyler artık o eski köyler değil. Hayvancılık bitme noktasına gelmiş. Tarım da öyle. Köyün iç kesimlerinde birkaç bahçe ekiliyor. Onlar da zerzevat dediğimiz sebzelerden oluşuyor. Süt, yumurta, yoğurt, tereyağı gibi köye mahsus gıdâ maddeleri artık şehirden geliyor. Oysa eskiden böyle miydi? Tereyağıyla iki yumurta kırılıp pişirildiğinde kokusu üç ev öteye giderdi. Hele tandır ekmeği pişirildiği zaman o târif edilemez tâze ekmek kokusu köyün en alt başından en üst başına kadar yayılır, insanın aklını başından alırdı. Şimdi artık lavaş tandır ekmeğimiz de yok. Ekmeğimiz şehirden geliyor diğer gıdâ maddeleri gibi. Allah eksikliğini vermesin. Çeşitli katkı maddeleriyle şişirilmiş süngerimsi bir şey. Oysa bırakınız köyü, Kemah’tan gelen fırın ekmeğinin tadı bile bir başka olurdu eskiden. Hattâ ben o dönemlere yetiştim. Tandır ekmeğinin içerisine somun ekmeği koyar öyle yerdik. Kuzuları otlatmaya gittiğimizde eğer bir arkadaşımızın bohçasında fırın/somun ekmeği varsa o ayrıca bir katıklık getirmezdi. Zîrâ biz bu ekmeği zâten katıklık olarak bilirdik. Kısa köy gezisi sizi alıp götürüyor, geçmişle geleceğin hesâbını yaptırıyor. Sırf bu sebeple, ibret nazarıyla düşünebilmek için insanın doğduğu büyüdüğü toprakları ara sıra da olsa ziyâret etmesi gerekmez mi?!
Evet, modern şehir hayâtı alışkanlıklarımızı değiştirdi. Bize dayatılan tercihlere boyun eğiyoruz. Bizim kültürümüzde yazın sıcak aylarında yaylalara çıkmak vardır. Serinlemek için. Koyunlar ve sığırlar bile bu yaylalarda birkaç ay içinde semizleşir, gürbüzleşir tanınamaz halde köye dönerlerdi. Hiç ot, yeşillik olmasa bile temiz ve serin hava bütün canlılara iyi gelirdi. Oysa şimdi bize diyorlar ki 35 derecelik İstanbul sıcağından çıkın Antalya’nın, bilmem nerenin 45 derecelik sıcağına gidin. Bir saat denize girin, sonra köşe bucak klimalı bir mekân arayın. Bulabilirseniz! Turizmciler kızmasın ama bu kabûl edilebilir bir şey değil. İnsan kendi parasıyla, hattâ fâizle kredi kullanıp kendine eziyet çektirir mi? Çekiyoruz! Çünkü her şeyimiz taklit. Tâtil ve dinlenme kültürümüz de değişti. Batı normlarına göre düzenliyoruz hayâtımızın her alanını. Doğru-yanlış fark etmez. Vücûdumuzun gereksinimlerinden bile haberimiz yok. Helâli, harâmı zâten çoktan gündemimizden çıkardık. Bu bağlamda gidecek yeri yurdu olmayan, uzun yıllar şehirlerde yaşayan insanlara elbette bir sözümüz yok. Onlar da tabii ki alternatif tâtil olanaklarını araştırmalı. Kabağın ağaçta mı yoksa bir bitkide mi oluştuğunu, yetiştiğini kaç şehirli çocuğumuz bilir? Ders kitaplarından bunları ne kadar öğrenebilirler? Çocuklarımız meyve-sebzeleri dalında görsün, kuzu melemesini, kuş cıvıltılarını duysun. Gökyüzüne baksın. Ayakları toprağa değsin. Doğa ile barışık bir hayat sürsünler. Bunu onlara çok görmeyelim.
Ana-babası hayatta olup tâtil için memleketi yerine akla hayâle gelmeyecek yerleri tercîh edenleri, hızını alamayıp bayramlarını yurt dışında geçirmeye çalışanları anlamakta zorluk çekiyorum. Daha doğrusu anlamak da istemiyorum. Aziz Anadolu insanını aşağılamaya yönelik “köylülükten kurtulun” söylemini geliştirenler sömürge zihniyetli zavallılardır. Onlara acıyorum. Köylümüz bu toprakların kılcal damarları, hayat suyudur. Varlığımızın da temînâtıdırlar. Kim ne derse desin biz karınca misâli bize özgü, fıtratımıza uygun hayat biçimini tercîh edeceğiz. Çalışma hayâtımızda da dinlenme hayâtımızda da. Şâyet bunu başarabilirsek yukarıda kısaca dile getirmeye çalıştığımız acı tablo kendiliğinden düzelecektir. Arz-talep meselesidir bu. İnanıyoruz ki bir gün herkes ata yurduna, ana-baba ocağına, aslına dönecek. Aksi takdirde topraklarımızın işgâl edilmesine gerek kalmayacak. Çünkü biz onları zâten terk etmiş, kendi elimizle teslîm etmiş olacağız!
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak