Ara

Bir Duruş Olarak Kudüs Rûhu

Bir Duruş Olarak Kudüs Rûhu

Târihten günümüze Filistin toprakları pek çok kez vahye tanıklık etmiş ve tevhîd dîninin merkezi konumunda olmuştur. Bu durum o topraklara maddî anlamlardan ziyâde mânevî anlamların yüklenmesinde etkili olmuştur. İnsanlık târihi bakımından kutsal kabûl edilmesi ve geçmişi insanlığın başlangıcı ile anılan bir derinliğe sâhip olması onu aynı zamanda tansiyonu oldukça yüksek bir hayâtın merkezi hâline getirmiştir. Bu yüksek tansiyondan en olumsuz etkilenen hiç şüphesiz Kudüs ve Mescid-i Aksâ olmuştur. Bu durumun sonucu olarak Kudüs ve Aksâ’nın koruyucuları olan Filistin halkı târihte eşine az rastlanan mücâdele ve kıyıma şâhitlik etmiş ve etmektedir.

Bugün ne yazık ki İslâm coğrafyası hüzün ve gözyaşı içindedir. Filistin topraklarının işgâliyle başlayan süreçte Müslümanlar, işkencelere, katliamlara mâruz kalmışlardır. Hak ve özgürlükleri ellerinden alınmıştır. Tüm imkânları gasp edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm ile kudsiyeti tescîl edilen dostluk şehri Kudüs, çığlıkları arşa dayanan bir yetim gibidir.

Kudüs Ribat ve Cihad Yurdudur

Kudüs, Müslümanlara göre ribat ve cihad yurdudur. Kur'ân'ın Mescid-i Aksâ hakkındaki âyeti ile Peygamberimizin, bu mescidde kılınacak namazın fazîletini belirten hadîsi; bizlere Kudüs'ün, İslâm tarafından fethedileceğini, Müslümanların eline geçeceğini ve Müslümanların ibâdet için buraya akın edeceklerini müjdelemektedir.

Bu müjde gerçekleşmiş ve eski adı 'İlya' olan Kudüs, ikinci halîfe Ömer b. Hattab (ra) döneminde fethedilmiştir. Kudüs Baş Patriği Sophronius, şehrin anahtarlarını komutanlardan birine değil, bizzat halîfenin kendisine teslîm edeceğini söyleyince Hz. Ömer (ra) Medîne'den Kudüs'e doğru duygu yüklü bir yolculuk gerçekleştirmiş ve şehrin anahtarlarını patrikten kendi eliyle teslîm almıştır.

Hz. Ömer, şehirde yaşayan Hristiyanlarla, târihe 'Ömer Sözleşmesi’ olarak geçecek bir antlaşma imzâlamıştır. Hz. Ömer (ra), onlara, İslâm'ın öngördüğü can, mal, inanç ve ibâdet gibi haklarını koruyacağına dâir teminat vermiştir. Bu önemli vesika, Halid b. Velid, Amr b. As, Abdurrahman b. Avf ve Muaviye b. Ebi Süfyan gibi İslâm komutanlarının şâhitliğinde imzâlanmıştır.

Yüce Allah, Peygamberi Muhammed'e (sav) bu kutsal şehrin düşmanlar tarafından işgâl edileceğini ya da işgâl yoluyla büyük bir tehdîde mâruz kalacağını haber vermiş olmalı ki, Peygamber (sav), sürekli olarak ümmetine burayı korumalarını, düşman eline esir düşmemesi için uğrunda cihâd etmelerini ve esir düşmesi hâlinde ise savaşıp onu özgürlüğüne kavuşturmalarını söylemiştir.1

Yine Hz. Peygamber (sav), Müslümanlarla Yahudiler arasında gerçekleşecek savaşı da haber vermiştir. Zaferin, sonunda Müslümanlara âit olacağını, öyle ki ağaç ve taşların bile Müslümanların safında durup onlara, düşmanın saklandığı yeri söyleyeceğini müjdelemiştir.2 Bu haber târihte ve günümüzde Filistin topraklarında Müslümanların Yahudilerle giriştikleri mücâdelenin en büyük motivasyonu durumundadır. Bu müjdeye îmân eden mücâhitler kendilerinin maddî anlamda düşmanla denk olup olmadıklarıyla pek ilgilenmemiş, en ulvî hedef olan Kudüs’ü ve onun ev sâhibi olan Filistin topraklarını canla başla korumanın yollarını aramışlardır.

Kudüs’ü elde tutmanın geçmişten beri mutlaka bir bedeli olmuştur. Bu bedel çoğu zaman kan ve gözyaşıyla verilmiştir. İlk haçlı seferinde Kudüs’ü korumaya çalışan yüz bin civârında Müslümanın kanının akıtılmış olması bedelin ne kadar ağır olduğunun göstergesidir. Buna benzer olaylar pek çok kez tekrarlanmış, bugün bile tekrarlanmaktadır. Kutsal beldenin muhafızlığını üstlenmiş Filistin halkı hâlâ bu bedeli ağır şekilde vermektedirler. Buna rağmen yürekleri îmanla dolu bu insanlar ev-bark şöyle dursun canlarından ve ciğerpâreleri çocuklarından olma pahasına dimdik ayakta durmanın gayreti içerisindeler. En acısı ise tüm bu katliamlar bütün dünyânın gözü önünde yapılırken ülkemiz ve bir-iki ülke hâriç kimsenin ses çıkarmıyor olmasıdır.

Mücâhit Filistin halkının yüreğini, direniş azmini ve fedâkârlık rûhunu taşımaya devâm eden bu yiğitler, kutsal toprakları ve Mescid-i Aksâ'yı özgürlüğüne kavuşturmak için hayâtını, sâhip oldukları en değerli varlıklarını fedâ eden mü'min kimselerdir. Bunlar İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS)'a mensup yiğitler ve onların yanında durup bu şanlı cihâda destek veren halkın onurlu evlatlarıdır. Bunlar, cennet karşılığında canlarını Allâh'a satan, Allah yolunda tüm belâ ve musîbetleri göğüsleyen, zindanlara atılan, işkencelere mâruz kalan fakat sabır, azim ve kararlılığından hiçbir şey yitirmeyen yiğitlerdir.3 "Onlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı ne gevşeklik gösterdiler ne boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever. Onların tek söyledikleri şuydu: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla; ayaklarımızı sâbit kıl, kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et."4 

Durduğumuz Yer Şahsiyetimizi Yansıtır

Zulmü icrâ etmek kadar zulme sessiz kalmak da kabûl edilebilir bir durum değildir. Müslüman bir zulme denk geldiğinde Peygamberimizin şu ihtârı zihninde canlanmalıdır: “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şâyet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu îmânın en zayıf derecesidir.”5 Hadis bize hiç olmazsa zulüm karşısında bir tavrımızın bulunması gerektiğini bildirmektedir. İslâm âlimleri, genel anlamda olmak üzere, kötülükleri el ile değiştirmenin yöneticilerin, dil ile değiştirmenin âlimlerin; kalb ile değiştirmenin de bunlara güç yetiremeyen zayıfların, avâmın görevi olduğunu söylerler. Böylece, her seviyedeki Müslümana düşen bir vazîfenin bulunduğu ortaya çıkmış olur. Bununla berâber, 'her seviyedeki insan, bunların hangisine güç yetirirse onu yerine getirir' de denilmiştir. Kişi bu sayılan üç durumdan hangisi kendi pozisyonuna uygunsa o minvâl üzere tavrını almalıdır. Aksi takdirde mesûliyetten kurtulamayacaktır. 

Bugün Gazze’de yaşanan soykırıma, değil herhangi bir Müslüman vicdan sâhibi hangi insan kayıtsız kalabilir? Kadın, yaşlı, çocuk demeden hunharca yapılan katliâma hiç olmazsa kalben buğzetmek gerekmez mi? Böylesine bir fecaat karşısında kör, sağır ve dilsiz olmak ancak insânî vasıflarını kaybetmiş kimselerin yapabileceği bir durumdur. Vatanları işgâle uğramış insanların bu işgâle dur demek için ortaya koydukları mücâdeleden daha doğal ne olabilir? Şunu da idrâk etmek gerekir ki Gazze’nin topyekûn işgâlinin akabinde benzer saldırının Kudüs’e yapılacağı muhakkaktır. Her zaman söylendiği gibi Mekke, Medîne ve İstanbul’un güvenliği Kudüs’ün güvenliğine bağlıdır. Kudüs dâvâsı sâdece Arap-İsrail meselesi değildir. Ben Müslümanım diyen her bir ferdin husûsî dâvâsıdır. Kudüs, Kutlu Peygamberin mukaddes emâneti, ilk kıble, yeryüzünün inşâ edilmiş ikinci mescidinin ve üçüncü harem bölgesinin ev sâhibidir. Böylesine mühim bir meselede duruşumuz şahsiyetimizi yansıtmaktadır. Durduğumuz yer Hakk’ın ve haklının yanı olmalı. Kutlu dâvâya sâhip çıkacak kutlu bir duruş ancak Kudüs rûhunu içselleştirmekle mümkün olabilecektir. Ne diyordu Kudüs şâiri Nuri Pakdil (ö.2019)?: 

"Tûr Dağını yaşa/ Ki bilesin nerde Kudüs/ Ben Kudüs'ü kol saati gibi taşıyorum/ Ayarlanmadan Kudüs'e/ Boşuna vakit geçirirsin/ Buz tutar/ Gözün görmez olur/ Gel / Anne ol / Çünkü anne / Bir çocuktan bir Kudüs yapar / Adam baba olunca / İçinde bir Kudüs canlanır / Yürü kardeşim / Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin"

Dipnotlar

1 Yusuf Karadâvî, Her Müslümanın Ortak Davası Kudüs, (çev, İzzet Marangozoğlu) Nida Yay. İstanbul 2009, s. 20.

2 Sahihu'l-Camii's-Sağir, Hadis No:7414, 7427, 2977.

3 Karadâvî, a.g.e., s. 31.

4 Âl-i İmran, 3/146-147.

5 Müslim, Îmân 78. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, Îmân 17.

Aralık 2023, sayfa no:32-33-34

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak