Arapça “sonradan ortaya çıkan şey” anlamına gelen bid’at kavramı, tasavvufta tarîkata sonradan giren âdetleri ifâde etmek için kullanılır. Orijinalliği ve saflığı bozduğu için bid’at uygulamaları dinde de tasavvufta da hoş görülmemiştir. (Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri & Deyimleri Sözlüğü, 2004:102) Kitap ve sünnette aslı ve esâsı olmadığı için sûfîler bid’ata hayyiz-i zemm ve inkâr adını verip onu tamâmen reddetmişlerdir. Kitap ve sünnete uymayan, ashâb-ı kirâmın uygulamalarıyla bağdaşmayan davranışlar bid’at-ı mezmûmedir. Dolayısıyla bid’at uygulamaları aslı ve esâsı olmayan yaklaşımlardır. (Rasim Efendi, Tasavvuf Sözlüğü, 2008:273-274)
Bid’at uygulamaların ne denli bir felâket olduğunu Peygamber Efendimiz (sav) şu şekilde açıklığa kavuşturmuştur: “Her kim, şu işimizde (dînimizde) olmayan yeni bir şey uydurursa o reddedilir, kabûl edilmez." (Buhârî, Sulh 5; Müslim, Akzıye 17; Ebû Davud, Sünnet 6)
Dinde olmayan yollara tevessülün felâketini bir başka hadîs-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (sav) şöyle izah etmektedir: “Sözlerin en hayırlısı Allâh’ın kitâbıdır. Yolların en hayırlısı da Muhammed'in (sav) yoludur. İşlerin en şerlisi sonradan olanlarıdır. Her sonradan olan bid‘attır ve her bid‘at sapıklıktır.” (Müslim, Cuma 178)
Bid’atlerin nüksetmesi durumunda ümmetin nasıl bir çizgi izlemesi gerektiğine dâir Peygamber Efendimiz (sav) şu şekilde hatırlatmada bulunmaktadır: “Sizlere Allah Teâlâ'ya karşı takvâ sâhibi olmanızı, başınıza bir köle bile tâyin edilmiş olsa dinleyip itâat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra yaşayanlarınız gerçekten pek çok ihtilaf görecek. (Bu ihtilaflar karşısında) siz benim sünnetime ve râşid halîfelerimin sünnetine uyun; buna azı dişlerinizle sımsıkı sarılın! Sonradan çıkma işlerden kaçının. Çünkü sonradan çıkma her iş bid‘at ve her bid‘at sapıklıktır.” (Tirmizî, İlim 16; Ebû Davud, Sünnet 6)
Bahsi geçenhadislerden anlaşıldığı üzere her bid'at bir sünneti yok etmektedir. Bu yok etme işi bid'atın sâdece bir kısmıyla ilgili değildir. Bu durumun vahâmetinden Hz. Peygamber (sav) şu şekilde bahsetmektedir: “Bir topluluk ne zaman bir bid‘at ortaya çıkarırsa, ona karşılık mutlaka bir sünnet ortadan kaldırılmış olur. Bu durumda sünnete sarılmak bid‘at çıkarmaktan daha hayırlıdır.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV/105)
Bid’atlerin ne gibi felâketler doğurduğu şu haberde daha da açık bir uyarı ile dile getirilmektedir: “Bir topluluk dinlerinde bir bid'at çıkardıklarında, Allah onların sünnetlerinden birini o bid'ata karşılık çekip alır ve kıyâmete kadar onu geri döndürmez.” (Dârimî, es-Sünen, Mukaddime, nr. 98)
Bid’atlerle mücâdelede ne kadar kararlı ve azimli olduğunu bildiğimiz İmâm-ı Rabbânî, bid’atçılarla dost olmanın kâfirlerle dost olmaktan daha zararlı olduğuna dikkat çekmektedir. Onun hatırlattığı bir diğer gerçek ise bid'atçıların en çirkin ve bayağısının Peygamber Efendimiz’in ashâbına nefret duyguları taşıyanlar olduğudur. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/116; Mektûbât-ı Rabbânî Tercümesi, 2018:I/280)
Dönemin seçkin müftülerinden Hâce Abdurrahman Kâbilî’ye gönderdiği mektûbuna İmâm-ı Rabbânî özlü duâlarla başlar. Mektûbunda hem kendisini ve yanında toplananları hem de yönetim kademesinde bulunan herkesi bid'at işlemekten, Peygamber Efendimiz ve hulefâ-i râşidîn döneminde olmayan şeyleri dîne ekleyerek bid'at işleyen kişiler ile imtihân edilmekten Allâh’ın korumasını dilemektedir. Bid’atlerin allanıp pullanarak güzel gösterilmesinden duyduğu rahatsızlığı belirtir ve Allah’tan bid'atlerin güzel gibi gözüken sahte görünümüyle kendilerini sınamamasını dilemektedir.
“Bid’at, güzel ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Peygamber Efendimiz’in (sav) ve râşid halîfelerin döneminden sonra ortaya çıkan ve bir sünneti ortadan kaldırmayan her sâlih amele güzel bid'at/bid'at-ı hasene denir. Kötü bid’at/bid’at-ı seyyie ise bir sünneti ortadan kaldıran bid’at demektir.” şeklinde gerçekleşen tasnîfi İmâm-ı Rabbânî kabûl etmez. O, bid'at olan hiçbir şeyde güzellik ve nurdan bir iz görmemektedir; bid’atlerin her birinde karanlık ve bulanıklıktan başka bir şey hissetmemektedir. Bid'atlerde tatlılık veya hoşluk görenleri basîretten yoksun kişiler olarak tanımlamaktadır. Basîreti keskin olanların bid’atlerde pişmanlık ve hüsrandan başka bir sonucun bulunmadığını bileceklerini belirtmektedir. İmâm-ı Rabbânî “dînin reddettiği bir uygulamanın neresinde güzellik bulunur?” diyerek bid’atlere karşı neden bu kadar tavır sergilediğini ortaya koymaktadır. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/277-278; Mektûbât-ı Rabbânî Tercümesi, 2018:I/596-598)
Bid’at uygulamalarının bid’at-ı seyyie ve bid’at-ı hasene diye ikiye ayrılmasını uygun bulmayan İmâm-ı Rabbânî, sünnetin ihyâsını bid'atın imhâsına, bid'atın ihyâsını da sünnetin imhâsına sebep olarak görmektedir. Her bid’at bir sünnetin imhâsı demek olduğu için onun bid'at-ı hasene olarak nitelendirilemeyeceğini belirtmektedir. İmâm-ı Rabbânî’nin ifâdesiyle söyleyecek olursak: “Bütün sünnetler Allâh’ın rızâsına uygundur. Sünnetlerin tersine olan şeyler de şeytânın râzı olduğu şeylerdir.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/403; Mektûbât-ı Rabbânî Tercümesi, 2018:II/19)
Konuyu örneklendirme bağlamında, İmâm-ı Rabbânî, kimilerinin vefât eden kişinin başına sarık sarmayı bid'at-ı hasene olarak gördüklerinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmektedir. İmâm-ı Rabbânî böylesi bir uygulamanın bir sünneti yok ettiğini hatırlatmaktadır. O bu uygulamayı, kefende sünnet olan sayıya ekleme yapmak olarak görmektedir.Sünnet olan sayıyı kefenin üç parçası olarak gören İmâm-ı Rabbânî, buradaki eklemenin hükmü değiştirdiğini, dolayısıyla bir hükmü değiştirmenin onu yok etmekle eşdeğer olduğunu dile getirmektedir.
İmâm-ı Rabbânî konuyla ilgili şu iki örneğe de dikkatlerimizi çekmektedir:
“Şeyhlerden bâzıları sarığın ucunu sol taraftan sarkıtmayı güzel bulmuştur. Halbuki sünnet olan, iki omuz arasından sarkıtmaktır. Buradaki bid'atın sünneti ortadan kaldırdığı açıktır. Bunda hiçbir kapalılık yoktur. Yine bâzı âlimler namaza niyet ederken kalp ile düşünmekle berâber dil ile de telaffuz etmeyi tercîh etmiştir. Halbuki ne Peygamber Efendimiz’den (sav) ne ashâbından ne de tâbiînin büyüklerinden niyeti dil ile söyledikleri bize bildirilmiştir. Buna delâlet eden sahih veya zayıf herhangi bir rivâyet yoktur. Aksine onlar namaz için ayağa kalkar kalkmaz hemen iftitah tekbirini alırlardı. O halde niyeti dil ile söylemeyi şart koşmak bid'attır. Onlar bunun bid'at-ı hasene olduğunu söylüyorlar. Bu fakir der ki, bu bid'at, sünnet bir tarafa farzı ortadan kaldırmaktadır. Çünkü insanların çoğu bu durumda niyet ederken yalnızca dil ile söylemekle yetinip niyeti kalpte hazır tutmamakta ve bu durumda kalpteki gaflete aldırmamaktadır. İşte bu durumda namazın farzlarından biri olan kalp ile niyet tamâmen terk edilmiş olmakta ve bu durum namazın fâsid yâni geçersiz olmasına sebep olmaktadır. Diğer tüm bid'atlar ve yenilikleri bu şekilde değerlendirmek gerekir. Çünkü onlar, ne şekilde olursa olsun sünnet üzerine yapılan eklemelerdir. Ekleme ise önceki hükmü değiştirmektir. Bir hükmü değiştirmek ise onu ortadan kaldırmaktır.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/278; Mektûbât-ı Rabbânî Tercümesi, 2018:I/599)
İmâm-ı Rabbânî konuyu daha özele taşımakta ve mektuplarında özellikle mensup olduğu Nakşbendiyye tarîkatına sirâyet eden bid’at uygulamalarından yakınmaktadır. İmâm-ı Rabbânî Nakşbendîliğe mensup olmayı Anka-yı Muğrib’e kavuşmakla eşdeğer görmektedir. Nakşîliğin merâsim ve gösterişi kabûl etmediğini, Nakşî zümrelerin kendi hakîkatlerini perdelemeye çalıştıklarını ve kendilerinde herhangi bir pâye görmemeyi şiâr edindiklerini söylemektedir. Nakşî geleneğinde bu yolun büyüklerinin böylesi önemli bir bahtiyarlığa ve nisbete erebilmek için azîmet yolunu seçtiklerini ve her türlü mücâhedeye giriştiklerini söylemektedir. Sözlerinin devâmında İmâm-ı Rabbânî, kendilerini Nakşî zanneden kimi gâfil zümrelerin ise değerli cevherler yerine çömlek parçalarına ulaşmakla sevindiklerine dikkatleri çekmektedir. Onların kalplerinin çocuklar gibi basit nesnelerle tatmin olduğunu belirtmektedir. İmâm-ı Rabbânî nisbetten öteye gitmeyen ve Nakşî geçinen bu gâfil zümrelerin hâlet-i pür melâllerini şu şekilde açıklamaktadır: Hattâ onlar sıkıntı ve şaşkınlığın son noktasında olduklarından dolayı bâzan büyüklerinin yolunu terk ederek sesli zikirle tesellî bulmak istemektedirler. Bâzen de raks, semâ ve dönmekle tatmin olmayı arzulamaktadırlar. Halk içinde halvet mümkün olmayınca da kırk günlük halvetleri tercîh etmektedirler. Bunlardan daha tuhaf olanı da, bu çirkin bid'atların bu değerli nisbetin tamamlayıcısı ve olgunlaştırıcısı olduğunu öne sürmeleri ve bu tahrîbâtı, tâmir saymalarıdır. Allah Sübhânehû ve Teâlâ onlara insaf versin. Onların ruhlarına bu tarîkatın büyüklerinin üstün vasıflarından bir koku versin ki Hz. Peygamber'in, şerefli ehlibeyti’nin, nûn ve sâdın (Nûn ve Sâd âyetlerinin) hürmetine sapıtmaya bir son versinler. Bu yenilikler oralarda yaygın hâle geldi. Yaygınlığı o noktaya ulaştı ki büyüklerin asıl yolu üzerine âdetâ bir örtü çekildi. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/257; Mektûbât-ı Rabbânî Tercümesi, 2018:I/558-559)
Nakşbendîliğe sirâyet eden bid’at uygulamaları noktasında İmâm-ı Rabbânî özellikle konuyu teheccüd namazı bağlamında ele almaktadır. Nakşîlikte îcâd edilen başlıca bid’atın, teheccüd namazını cemâatle kılma bid’ati olduğunu söylemektedir. Nakşî zümrelerin kendi bölgelerinde gece vakti toplanıp cemâatle teheccüd namazı kıldıklarına dikkat çeken İmâm-ı Rabbânî, bu uygulamanın tahrîmen mekruh olduğunu vurgulamaktadır. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/216; Mektûbât-ı Rabbânî Tercümesi, 2018:I/476) Bir başka mektûbunda İmâm-ı Rabbânî tesbitlerini şu şekilde ortaya koymaktadır: Onlar teheccüd namazını tam bir cemâat düzeninde kılıyorlar. Terâvih sünneti gibi onu mescidde edâ ederek halkın gözünde süslüyorlar ve bu bid'atı yaygınlaştırıyorlar. Yaptıkları bu işin makbûl olduğunu ileri sürerek insanları bid'at işlemeye teşvîk ediyorlar. Halbuki fakîhler nâfile namazları cemâatle edâ etmenin ağır bir kerâhetle mekruh olduğunu söylemiştir. Allah onların çalışmalarını makbûl buyursun. Cemâatle kılınan nâfile namazın mekruh olabilmesi için dâveti şart koşan fakîhler de bu namazın cemâatle kılınmasının câiz olabilmesini mescidin bir köşesinde kılınması şartına bağlamışlardır. Fakîhler, cemâatin üç kişiyi aşması durumunda ise o namazın mekruh olduğu üzerinde ittifâk etmiştir. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:257; Mektûbât-ı Rabbânî Tercümesi, 2018:I/559)
İmâm-ı Rabbânî teheccüd namazı kılınırken gerçekleşen bir diğer bid’at uygulamasının ise onu on üç rekât olarak kılma âdetinin olduğunu söylemektedir. Yapılan yeni uygulamayı İmâm-ı Rabbânî mektûbunda bizlere şu şekilde resmetmektedir: Bu bid'atçı yenilikçiler, bu durumda teheccüd namazının on üç rekât olduğunu ileri sürüyorlar. On iki rekâtını ayakta, iki rekâtını ise oturarak kılarlar ve bu son iki rekâtın bir rekât hükmünde olduğunu ve bu şekilde on üç rekât olduğunu iddia ediyorlar. Halbuki mesele onların iddia ettiği gibi değildir. Çünkü Peygamberimiz (sav), bâzen on üç rekât bâzen on bir rekât bâzen dokuz ve bâzen de yedi rekât kılardı. (Bkz. Müslim, Salâtü'l-Müsâfirîn 124, 126, 134) Tek rekât meselesi teheccüd namazının vitir namazıyla birlikte kılınması dolayısıyladır. Yoksa oturarak kılınan iki rekât, ayakta kılınan bir rekât hükmünde değildir. Bu tür bilgi ve davranışlar Muhammed Mustafâ'nın (sav) sünnetini derinlemesine tetkîk etmemekten kaynaklanmaktadır. Şaşırtıcı olan, bu gibi yenilikçi bid'atçıların, âlimlerin bulunduğu şehirlerde ve müctehidlerin yaşadığı yerlerde yaygınlık kazanmış olmalarıdır. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/216-217, 258; Mektûbât-ı Rabbânî Tercümesi, 2018:I/478, 560)
Sonuç Olarak
İmâm-ı Rabbânî bid’at uygulamalarını Allâh’ın rızâsına aykırı olan icraatlar olarak görmektedir. O bid'at uygulamaları ne kadar mâsumâne gözükse de gerçekte onun ne parlaklığının ne de hayrının olduğuna dikkatleri çekmektedir. İmâm-ı Rabbânî’nin ifâdesiyle bid’at uygulamalarında aslâ olumlu bir katkı olamaz.. Çünkü bid'at ya bir sünneti kaldırır ya da sünnetin yanına bir şey ekler. Sünnet üzerine ilâve gerçekleştiren her bid’at de o sünneti nesh edip ortadan kaldırmaktadır. Netîcede bid'at her nasıl olursa olsun sünnetle çatışmakta ve onun hükmünü ortadan kaldırmaktadır. Bu da onun hayırsız olması için yeterli sebeptir. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:II/46; Mektûbât-ı Rabbânî Tercümesi, 2018:II/516)
Ağustos 2019, sayfa no: 16-17-18-19
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak