Sevgili Peygamberimiz (sav)’e ilk inen âyet-i kerîmelerin “oku” emriyle başlaması, kastedilen okumanın yalnızca alfabeyi okumaktan ibâret olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim okuma fiilini okuma yazması olmayanlar da icrâ edebilir. Bu nedenle kadîm ulemâ üç çeşit okumadan bahsetmişlerdir: Okuma yazması olmayanların da okuyabildiği Kâinât kitâbı, insanın kendini okuması ve bir de sâdece okuryazarların okuyabildiği Kur’ân-ı Kerîm'i okumak.
Ancak günümüzde “okuma” kelimesi bize çok daha çeşitli anlamlarda kullanılan bir anlam zenginliği sunmaktadır. Hayâtı okumak, gidişâtı okumak, geleceği okumak, olayları okumak, gözleri okumak, vücut dilini okumak, kalpleri okumak, beyinleri okumak gibi kullanımlar mevcuttur.
Fakat burada okuma yapılırken karşımıza bir soru daha çıkmaktadır: Nasıl ve ne ile okumak? Çünkü insan aklıyla, nefsiyle ve organlarıyla; diliyle, gözleriyle, parmak uçlarıyla okuma yapabilmektedir. Ancak İnsan bu üçlü okumada da sağlıklı bir sonuca varamamaktadır. Nitekim Filozoflar hayâtı akılla okudular ama sağlıklı bir sonuca varamadılar. Belki akılla kârlı ve faydalı olanı elde ettiler ama hakîkati ıskaladılar.
Nefisle hayâtı okuyanlar da nefsin tuzaklarına düştüler ve zarar ettiler. Çünkü nefis insana bazan tehlikeleri, yasakları, haramları kendince okutarak onu tuzağa düşürmektedir. Bu konuya Kur’ân-ı Kerîm şöyle dikkat çekmektedir: “Nefse ve ona birtakım kābiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene yemîn ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyân etmiştir.”1
Nefis insanın özüdür ve insanla temâsı süreklidir. İnsan nefisle oturur, onunla kalkar. Yer, içer, bakar, görür, okur, düşünür, ağlar, güler, kızar, arzu duyar, nefret eder; kısacası hayâtın her alanında ve her ânında nefisle berâberdir. Bu berâberlikte insan nefsine hâkimiyet kurmaz, onu kontrol altına almazsa, nefis onu kontrol altına alır. Sonra insanın bütün fonksiyonlarını kötüye kanalize eder. Bundan dolayı Allah (cc) aklı nefsin başına çoban olması için vermiştir. Onu yanlışlardan engellemek ve dizginlemek içindir bu. Ancak nefis, ahtapotun kolları gibi kendine mahsus olumsuz hevâ ve arzularıyla, “bence”leriyle bazan aklı da örtüp devre dışı bırakabilmektedir. İşte o zaman insana telâfîsi çok zor hatâlar yaptırabilmektedir.
Allah insanı, nefsin aklı da devre dışı bırakan tehlikesinden korumak için vahiyle desteklemiştir. Buna rağmen insan, vahye îmân etse bile nefsi kötülüğe meyilli olması sebebiyle hayâtı kendini merkeze alarak okuyabilmekte ve anlamlandırabilmektedir. İnsan nefsinin hayâtı kendi açısından anlamlandırmasının sebebi ise şöyle açıklanmaktadır:
“Rivâyete göre Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: Ben kimim, sen kimsin?
Nefis demiş: Ben benim, Sen sensin.
Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş.
Yine demiş: Ene ene, ente ente. (Ben benim, sen sensin.)
Hangi nevi azâbı vermişse, enâniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlıkla azap vermiş. Yāni aç bırakmış.
Yine sormuş: Men ene? Ve mâ ente?
Nefis demiş: Ente Rabbiye’r-Rahîm, ve ene abdüke’l-âciz. Yāni, Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir kulunum.”2
Bu rivâyette insan nefsindeki enâniyet, ego yāni bencillik anlatılmaktadır. Nefsin merkezinde yer alan bu sıfatla nefis firavunlaşmakta ve ulûhiyet iddia edecek kadar azabilmektedir; yāni potansiyel olarak kendini ilâhlaştırabilmektedir. Bu konuda Allah (cc) şöyle buyurmaktadır: “Bayağı arzularını tanrılaştıran kişiyi gördün mü?”3 Dolayısıyla insan, nefsinin merkezinde, beyninde enâniyet vasfıyla Allâh’a rağmen kendini merkeze alarak hayâta bakmakta, kendine göre okumakta, anlam vermekte, meydan okumakta ve ahtapot gibi diğer kollarıyla da hayâtı kendi hâkimiyetine alarak insanı hezîmete sürüklemektedir.
Îmâna rağmen nefsin yanlış pencerelerden olaylara bakmasına ve yanlış zâviyeden okumasına sebep olan özellikleri nelerdir? Nefsin “ene”siyle, “bence”siyle hayâtın akışını nasıl okuduğuna ve insanı nasıl manipüle ettiğine bir bakalım. Merkezdeki “ene”nin insan kalbine ulaşan ve onun hayâtının Allâh’ın istediği istikāmette gitmesini engelleyen kanalları nelerdir? Ve bu kanallardan hangi zehirleri zerk etmektedir?
- Kibir:
Sevgili Peygamberimiz’e ilk inen âyet-i kerîmede geçen “oku” emrinin bir anlamı da insanın kendini okumasıdır. Kendini doğru okuması için de Rabbimiz “insanı kan pıhtısından yaratan Rabbinin adıyla oku”4 buyurdu. Burada insana kim olduğu, yāni hiç yokken kokmuş bir sudan olduğu vurgulandı ki şımarmasın, kibirlenmesin, kendini başkalarından üstün görmesin. Özellikle Allah (cc) aynı sûrede “yemîn olsun ki insan kendini yeterli gördüğünde azar”5 buyurarak insan nefsindeki Allâh’a ve başkalarına karşı böbürlenme, kibirlenme, büyüklük taslama, azgınlaşma potansiyeline dikkat çekti. Nitekim İnsan, hayâtı nefsin bu kibir özelliğiyle okuduğu zaman kendini herkesten üstün görür. Kızma, bağırma, sevme, hizmet, imtiyaz ve öncelik bekleme gibi ilişkileri bu bakış açısıyla şekillenir. Şeytan, Firavun, Ebu Cehil ve Siyonistlerin hayâta bakışı böyledir. Nefis, kibrinden dolayı azgınlaşınca her şeye ve herkese tahakküm etmeye başlar ve kendine tüm yolları meşrû görür. İnsana kim olduğunu unutturan perdedir ki ne îman ne de akıl bu azgınla başa çıkabilir. Şeytanın hayâtı bunun en güzel örneğidir.
- Haset:
Çekememezlik diye anladığımız haset, aslında Allâh’ın taksîmâtına ve adâletine râzı olmamaktır. Allâh’ın, kendisinin dışındaki kullara verdiği nimetleri hazmedememe perdesidir. Yeryüzünde ilk kan bu hasetten dolayı dökülmüştür. İnsanlık târihindeki ilk düşmanlık hasetle başlamıştır. Ehl-i Kitap başta olmak üzere Peygamberimize ve diğer bazı peygamberlere hasetten dolayı îmân etmemişlerdir. Kısaca, insan nefsindeki en gizli, sinsi, tedâvisi en uzun süren bir özelliktir. Allâh’ın kullarına ikrâmını, yine kendini merkeze alarak “Neden bana değil de onlara verildi?” diye kabûllenmeyen en güçlü perdedir. Nefsin enâniyetinden mülhem bu hastalık ancak güçlü bir îmanla hakîkati ve adâleti kabûllenebilir.
- Riyâ:
Gösteriş, el gördülük iş yapmak anlamına gelir. Nefsin “ene”sinin kollarından biridir gösteriş. “Beni görsünler, bilsinler, benden haberdâr olsunlar” arzusudur. Nefsin bu kendini gösterme arzusu palazlandıkça Allah rızāsı, Allah için yapılan işler terk edilir. Öyle bir hal alır ki îmâna, ibâdetlere, ahlâk ve muameleye, hayâtın her alanına yansır. Ve nefiste tam bir münâfıklık perdesi hâsıl olur. Artık tamâmen etrâfındakileri memnûn etmek, kendini göstermek ister. Girdiği her yerin şeklini alarak bukalemun gibi her renge bürünür. Bu da nefsin en büyük şahsiyetsizlik perdesidir.
- Gazap:
Öfkelenmek, kızmak nefsin kibrinin öne çıktığı sıfatlardandır. Çünkü burada daha çok “Bana nasıl böyle davranırlar, nasıl böyle konuşurlar, derler, bakarlar?” gibi triplerle hilmi (yumuşak huyluluğu) ve tevâzuyu (alçakgönüllülüğü) perdeler. Tamamen ben merkezli kızar, öfkelenir, kırar döker. En sonunda öfke kontrolünü kaybederek zarar eder. Günümüz insanlarının nefislerinin en büyük problemlerinden birisi de öfke kontrolünü kaybetmektir. Bu da kibirli nefislerden kaynaklanmaktadır.
- Ucub (Kendini Beğenme):
Nefsin en karanlık ve en kör noktasıdır. Belki de enâniyetin şeytāna en yakın tarafıdır. Hatâsını kabûl etmeme, yaptığı her şeyin doğru olduğunu kabûl edip beğenme, hakkı kabûl etmeme, “Ben yaptıysam doğrudur” deme perdesidir. Şeytan bu perdeye takılarak hatâsında diretti ve bütün emekleri zâyi oldu.
- Mal Sevgisi (Hırs):
Nefis bu özelliğiyle doyumsuzdur. Malı mülkü çoğaldıkça açlığı artar. Öyle bir hâle gelir ki harama meyleder, yeter ki gelsin der. Kul hakkı, kamu hakkı, yetim hakkı, komşu hakkı, akraba hakkı yemek gibi sınır tanımaz bir tutum sergiler. Mâlî gücü çoğaldıkça artan açlığıyla berâber azgınlaşır. Kârun gibi zekât vermek istemez. Mekke müşrikleri gibi yetimi, garibi, kimsesizleri, fakirleri yedirmez ve gözetmez. Firavun gibi başkalarının mallarını zimmetine geçirir, sömürü ağını kurar. Dünyânın her tarafına uzanır, sâdece “ben kazanacağım” mantığıyla hareket eder. Yeri geldiği zaman bu konuda kendi koyduğu kurala kendisi de uymaz, gözü doymaz. “Serbest ticâret ve rekābet ortamı” der, kendine göre bir bahane bulur. Rabbimiz bu konuda; “Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” buyurmaktadır. Sevgili Peygamberimiz insan nefsinin bu yönünü şöyle anlatmaktadır: “İnsanoğlunun bir dere dolusu altını olsa, bir dere daha ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Ama Allah, tövbe edenin tövbesini kabûl eder.”6
- Makam Sevgisi:
Baş olma arzusu, riyâset, nefsin en büyük zaaflarından biridir. Önde olmak, önder olmak ister. Ehil miyim değil miyim diye bakmaz, yeter ki baş olayım der. Nasıl olursa olsun; bu konuda hedefe giden bütün yolları meşrû görür: Torpil, rüşvet, adam harcama, iftirâ, karalama, hakāret fark etmez. Rakiplerini diskalifiye etmenin yollarını arar. Peygamberlere karşı çıkanların bazıları ya ellerindeki riyâseti kaybetmekten korktular ya da “Peygamber bizim reisliğimize engel olur” diye karşı çıktılar. Peygamber de olsa rakiplerine her türlü karalamayı yaptılar. Peygamber torunu olsa bile katlettiler, kardeş kardeşi katletti. Bunun için savaşlar çıktı, kanlar akıtıldı.
Burada baş olmayı, riyâseti lütfen sâdece devlet başkanlığı olarak anlamayın. Âilenin de reisi vardır; nitekim bugün kadınlar da buna tâliptir. Âilelerde bu sebeple boşanmalar yaşanmaktadır. En küçük idârecilik için nefis bu “bence”sini öne sürer. İş yerinde önce şeflik, sonra müdürlük, sonra daha üst pozisyonlar ister. İslâm’a hizmet için bir araya gelen cemâatlerde de baş olma sevdâsı, nice büyük zannettiğimiz kimselerin aslında küçük olduğunu ve Müslümanlara nasıl zarar verildiğini esefle göstermektedir. Nefis bunun için ehliyetine bakmaksızın bütün yolları meşrû görüyorsa, rakiplerini kötülüyorsa, onların izzet ve şerefine halel getiriyorsa, namusuna iftirâ atıyorsa, “baş olma benim hakkımdır” demesindendir.
Nefsin bu handikapı baş olduktan sonra biter mi? Tabii ki hayır. O, elde ettiği koltuğun bütün imkânlarını meşrû ya da gayrimeşrû kendi lehine kullanır. “Bal tutan parmağını yalar” mantığıyla oturduğu makāmı kötüye kullanır. Bırakmamak için her yolu dener, idâresi altındakilerin huzûrunu kaçırır. Orada kıyâmeti koparır, yāni düzeni bozar. Etrâfına yalakalarını toplar. İşin ehli olanları ya da işini düzgün yapanları sevmez, rakip görür ve dışlar. Menfaatini ve koltuğunu önceler. Böylece nefsin bu girdâbında boğulur.
Görüldüğü gibi nefs-i emmâre yedi başlı bir ejderha gibidir. Hem çok kuvvetli hem de çok yönlü; tuzakları, hîleleri, zaafları, gerekçeleri, yardımcıları, tahrîk edicileri (şeytan, kötü arkadaş ve dünyâ gibi düşmanları) vardır. Etkisi herkeste farklılık arz eder, öyle kolay kolay hâkimiyet altına alınamaz. Bundan dolayı nefse hâkimiyet “Yine de ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, Rabbimin acıyıp koruması dışında, dâimâ kötülüğü emreder; şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”7 âyetiyle Allâh’ın rahmetine bırakılmıştır. Sevgili Peygamberimiz de “Ey Allâhım! Sen’in rahmetini umuyorum, beni göz açıp kapayıncaya kadar (da olsa) nefsimle baş başa bırakma. Hâlimi tümüyle düzelt, Sen’den başka ilâh yoktur.”8 diye duā etmiştir.
Dipnotlar:
1 Şems 91/7-8-9.
2 B. S. Nursi, Mektûbât, 29. Mektub, 2. Kısım, sf: 393.
3 Furkan 25/43. Câsiye,23.
4 Alak 96/2.
5 Alak 96/6.
6 Buhārî, Rikak 10; Müslim, Zekât 116-119.
7 Yûsuf 12/53.
8 Ebû Dâvûd, “Edeb”,110.
Ağustos 2025, sayfa no: 24-25-26-27
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak