Ara

Ben Abdullah İbn-i Mes'ud

Ben Abdullah İbn-i Mes'ud

Ben Abdullah ibn-i Mes'ud.

Size asr-ı saadetten sesleniyorum.

Mekke'de şirk rüzgârı son sürat esiyor, güneş ruhları bedende eritiyordu. Putlar ilâh olmuş, kız bebeler toprağa yem olmuşlardı. İnsanlar dünyâ sevgisine esîr olmuş, hemen yanı başlarında esen cennet meltemini, Hz. Muhammed (sav)'in merhamet rüzgarını hissedemez olmuşlardı. Ben de, kalbim kaskatı kesilmiş, hayattan zevk alamaz hâle gelmiş, Mekke'ye sığamaz olmuş, sığınacak bir yer arıyordum. Bir gün âlemlere rahmet olan Peygamber Efendimiz, Hz. Ebubekir (ra) ile sohbet ediyordu. Dünyânın ve gerçek âlemin, âhiretin incelikleri üzerine konuşuyorlardı. O sırada ben de oradan geçiyordum, Peygamber Efendimizin Hz. Ebubekir'e konuştuğu mübârek sözlerine şâhit olmuştum. Varlık sebebimizi, elmas dolu ince kalbinden sızan mübârek kelâmları dinlemeye başladım. İşte tam oracıkta kalbim rikkate gelmiş olacak ki birden rûhuma bir ateş düştü. Oracıkta, daha önceden de tanıdığım birçok zamandır araştırdığım, merâk ettiğim, belki de zamânını beklediğim ânın içine düştüm ve mübârek huzurda: “Ey Allâh'ın Resûlü, söylediklerinizi bana da öğretir misiniz?” dedim. Sevgili Efendimiz “evet” dediler.

Bu kabûlle beraber ona karşı olan saygım bir o kadar daha arttı, ki aşkla ve şevkle atılarak: “Ey Allâh'ın Resûlü, ver mübârek elini îmân edeyim sana” dedim ve o mübârek eli tutup îmân ettim. Gönülden çağlayıp kelime-i şehâdeti aşkla ve şevkle okudum: Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resûluh. Böylece en büyük saadet benim olmuştu. Ben o gün Abdullah olmuştum. Îman nûru ile şereflendiğim zaman henüz Müslümanların sayısı 8 veya 10 idi. Ebu Cehil gibi kafalar her dâim Müslümanlara canavar misâli saldırıyorlardı. Biz ise Sevgililer Sevgilisinin etrâfında bir pervâne gibi dönüyor, O’nun (sav) mübârek dilinden dökülen kelâmları deste deste almaya çalışıyorduk. O’nun güzelliği âleme miskler saçıyor, yıldızlar bile O’nu seyre dalıyorlardı. Güneş O’nun tebessümüne hasretti, gözyaşları bulutlardan damlıyordu ve ben Abdullah artık O’nun etrâfında bir pervâneydim. 

Dedim ya kâfirler zulmediyorlardı bizlere. Kâfirlerin yine kaynaştığı bir gündü. Bir şeyler yapmalıydım, onların o küfür duyan kulaklarına îmânın sesini işittirmeliydim. Bir düşüncem vardı onu arkadaşlarıma açtım. “Kardeşlerim, ben Kâbe'den müşriklerin yüzüne Allâh'ın kelâmını haykırmak istiyorum ne dersiniz?” dedim. “Yapma Abdullah, aman” dediler, “Sen ne yapıyorsun? Seni öldürürler, seni hiç kimse de himâye edemez. Kâfirler seni çok şiddetli cezâlarla cezâlandırır.” diye beni korkutmaya çalıştılar. Ama bu fikir içime işlemişti bir defa. Dayanamadım kalktım yerimden, doğruca Allâh'ın evine gittim. Koca koca taş kafalı müşrikler putların karşısında dizilmiş onlara ibâdet ediyorlardı. Ben hemen Kâbe-i Muazzama'nın yanı başında bir köşeye oturdum, Allâh'ın kelâmını okumaya başladım. Kâbe-i Muazzama etrâfıyla berâber Allâh'ın kelâmıyla dolmuştu. Deste deste nûrlar âdetâ her yeri kaplamıştı, sanki yer yerinden oynayacak olmuştu. Müşrikler hayret içindeydi. 

Sanki gökler bütün öfkelerini onların başlarına yıldırım gibi yağdırıyorlardı. Konuşmaya başladılar aralarında: “Etrâfı inleten bu sesin sâhibi de kim, bu kelâmı okuyan da kim? Nedir bu hal kimdir ölümüne susayan?” Hemen yerlerinden fırladılar, koşa koşa bana doğru geldiler etrâfımı sardılar. Aralarında Ebu Cehil de vardı. Kan çanağı gözlerle beni yiyecek gibi bana baktılar. Tekme tokat yerlerde sürüklemeye başladılar. Kızgın kumların içinde göğsüme taşlar koydular, vurdular vurdular vurdular. Ebu Cehil hıncını alamamış olacak ki kulağımı var gücüyle kıvırıp neredeyse kulağımı kopardı. Kulağımdan kanlar akıyordu. Ah bir bilselerdi Muhammedimin gerçek âlemini. Onlar bilmediklerinin düşmanıydılar. “Vazgeç, Muhammed'i inkâr et” dediler ama ben vazgeçmedim. Her vazgeçmememde vurdular, vurdular vurdular. Nihâyet beni çölün yakan kavuran eriten sıcağı altında yalnız başıma bıraktılar. Kulağımdan akan kanla Allah Resûlü'nün huzûruna varmıştım. Kulağım âdetâ kopmuş gibiydi. Durumu Ona anlattım, ben anlattıkça Allah Resûlü ağlıyor, gözlerinden sicim sicim yaşlar akıyordu. Beni müjdeliyor; “Ey Abdullah, bu kulağına karşılık bir gün Allah sana daha güzelini nasîb edecek, bunun karşılığını mutlaka alacaksın.” diyordu. O an pek de bir anlam verememiştim. 

Aradan yıllar geçmiş hicret etmiştik, artık meskenimiz Medîne'ydi ama Mekkeliler bir kuduz misâli bizi rahat bırakmıyorlardı. Ordularını topladılar Bedir'e geldiler. Mâsum kardeşlerimize kan kusturan bu zâlim müşrikler elbette cezâlarını çekeceklerdi. Cenk başlamıştı, ortalık toz dumandı. Küffârı birer birer yere indiriyorduk. Nihâyet savaş bitmişti. Ben ölen kâfirlerin kimler olduğunu merâk etmiş cesetler içerisinde dolaşırken Ebu Cehil'i görmüştüm. Kocaman bedeni, bir o kadar büyük başı odun kütüğü gibi yere yayılmıştı, bir hayvan misâli hırlıyordu. Yanına doğru gittim, boyum biraz kısa olacak ki bacaklarından tırmandım ve boynuna oturdum. Beni boynunda oturur halde görünce dişlerini gösteren bir köpek gibi sırıttı ve bana şöyle dedi Ebu Cehil: “Çok yüksek yere çıktın koyun çobanı.” Kendisini yere düşüren öldürücü darbeyi bir Medîneli'den bir ensar'dan aldığını öğrenince de büsbütün kudurdu ve dedi ki: “Keşke beni çiftçilerden başka birisi öldürseydi!” Hâlâ kibirliydi Ebu Cehil. Kılıcımı çıkarıp ucunu kâfir Ebu Cehil'in gırtlağına batırdım. O haldeyken bana soru sormaya devâm ediyordu: “Zafer ne tarafta?” Ben ona: “Ey Allâh'ın düşmanı, zafer her dâim Allah Resûlünün yanındaydı, yine Onun yanında” dedim. Homurdanmaya başladı: “Muhammed'e de ki, şu âna kadar onun düşmanıydım, şimdi düşmanlığım daha da şiddetlendi!” O bunu söyler söylemez onun daha fazla konuşmasına müsaade edemezdim, bir kılıç darbesi ile Ebu Cehil'in îmansız başını gövdesinden ayırdım. Allah Resûlüne götürmeliydim ama başı öyle kocamandı ki taşıyamıyordum. Elbisemi bağladığım bir kemerimi çıkarıp başına sardım ve yerde sürükleye sürükleye Ebu Cehil'in baş cesedini Allah Resûlü'nün huzuruna götürdüm önüne koydum. “Ey Allâh'ın Resûlü” dedim, “anam babam sana fedâ olsun, bu Allah düşmanı Ebu Cehil'in başıdır, düşmanını kahreden Allâh'a hamd olsun” dedim. Allâh'ın Resûlü küfür canavarının kesik başını görünce üç kere Şükür secdesine kapandılar ve duâ ettiler. Allâhu Ekber Allâhu Ekber Allâhu Ekber. Sonra da bana dönerek: “Ey Abdullah hatırlar mısın? Bir gün sana demiştim bir gün bu kulağının karşılığını daha büyük alacaksın.” İşte o gün gözlerimin önünde bir film gibi cereyân etmişti, evet Allah Resûlü bu müjdeyi bana vermişti. Bugün ben kopan kulağımın karşılığını kopan bir baş olarak almıştım. Sevgili Efendimizle berâber birçok savaşta cenk ettim. 

Allah Resûlü’nün en çok sevdiği şey Kur'ân'ı dinlemekti. Bir gün bana “Ey Abdullah bana Kur'ân oku” deyince ben: “Ey Allâh'ın Resûlü, Kur'ân sana indirilmişken ben Kur'ân'ı sana nasıl okurum?” dedim. O da “Ben bana indirilen Kur'ân'ı başkasından dinlemeyi de severim” demişti ve ben ona Kur'ân okumaya başladım. “Biz her ümmetten hakkıyla bir şâhit getirdiğimiz, onlara da seni hakkıyla şâhit kıldığımız zaman onların hali nice olur? âyetine gelince varlığımızın sebebi olan Sevgili Efendimizin mübârek gözlerinden yaşlar aktı. Daha fazla tahammül edemeyip bana: “Ey ibni Mes'ud, yeter burada bırakalım” dedi. Ben ise, Abdullah ibni Mes'ud, Allah Sevgilisinin yaşlarla dolu gözlerine bakıp kalakaldım. Çiçekli bir gül dalı gibi titremekten başka bir hâlim yoktu, Onun aşkı bir başkaydı. Ben de Onu bir başka türlü sevmiştim. O bizim anamız babamız, yediğimiz içtiğimiz, her şeyimiz oldu. Bizi bizden daha fazla düşünen yârimiz yârânımız oldu. 

Size asr-ı saadetten yazıyorum sevgili kardeşlerim. Konuşmak istediğim o kadar çok hâlim var ki vakit yok, sayfalara sığmaz. Aşkın rüzgârıyla okşanan gönüller ne güzel. Gönüller bazan bakarsın ki bir bülbül olmuş, cihan bahçesinde sevgilinin derdi ile elem çeker, bazan bir gül dalına konup hasretle öter, bazan da bir su gibi çağlar. Nihâyetinde Allah Resûlü bir gün şöyle söylemişti: “Cennet size ayakkabınızın bağından daha yakındır, cehennem de böyledir.” 

Ey kardeşlerim, ey kıyâmet sabahına yakın olan ama hâlâ canı tende olan kardeşim! Cennetin size ayakkabı bağınızdan daha yakın olması Allah Resûlü'ne itibârınızdan geçer.

Ocak 2023, sayfa no:  39-40-41

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak