Bedîuzzaman’ın ‘Zaman Tarîkat Zamânı Değil, Îmânı Kurtarmak Zamânıdır’ Sözü
Bedîuzzaman eserlerinin pek çok yerinde tarîkat ile alâkalı açıklamalarda bulunmakta ve kendisine mektuplarla sorulan tarîkat hakkındaki sorulara cevâbî mektuplar yazmaktadır. Bedîuzzaman’ın eserlerinde tarîkat ile alâkalı kullandığı ifâdelerinden bāzıları şöyledir: ‘En ziyâde medâr-ı teessüf şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemâat’in bir kısım zâhirî ulemâsı ve Ehl-i Sünnet ve Cemâat’e mensub bir kısım ehl-i siyâset gāfil insanlar, ehl-i tarîkatin içinde gördükleri bāzı sû’-i isti‘mâlâtı ve bir kısım hatîâtı bahane ederek, o hazîne-i uzmâyı kapatmak, belki tahrîb etmek ve bir nevi‘ âb-ı hayâtı dağıtan o kevser menbaını kurutmak için çalışıyorlar.’ (Mektûbât 8) ‘Evet, nasıl ki velâyet ve tarîkat, risâlet ve şerîatın hucceti ve delîlidir. Öyle de, İslâmiyet’in bir sırr-ı kemâli ve medâr-ı envârı ve insâniyetin İslâmiyet sırrıyla bir ma‘den-i terakkıyâtı ve bir menba‘-ı tefeyyüzâtıdır. İşte bu sırr-ı azîmin bu derece ehemmiyetiyle berâber, bāzı fırak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri mahrûm kaldıkları o envârdan, başkalarının mahrûmiyetine sebeb olmuşlar… Tarîkatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zât da olsa, şimdiki zındıkların desîselerine karşı kendini tam muhâfaza etmesi müşkilleşmiştir.’ (Mektûbât 2) "Hayâlin ile “Nurşin” karyesindeki “Seyda” (kaddesallâhu sirrah) Hazretlerinin meclisine git. Ve o zâtın sohbet-i kudsiyesi ile orada izhâr edilen İslâm medeniyetine bir bak! O zât-ı kerîmin irşâdıyla fukara elbisesine bürünmüş sultanları veya insan libâsını giymiş melâikeleri gör. Sonra bu hakîkati müvâzene etmek üzere –Paris’e de– git. Ve onların büyüklerinin localarına gir, bak. Göreceksin ki onlar insan elbisesine bürünmüş birer akrep veya benî Âdem sûretine girmiş birer ifrittirler." (Mesnevi-yi Nûriye, Hubab, s. 180) ‘Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarîkatlerin bāzısı bāzısından daha kısa, daha selâmetli, daha umûmiyetli oluyor. O tarîkler içinde kasîr fehmimle Kur’ân’dan istifâde ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkidir…’ (Sözler, s. 88)
Ayrıca Bedîuzzaman, tarîkatın hakîkatını ilmen izah ettiği Yirmi Dokuzuncu Mektub’un dokuzuncu kısmında yer alan ‘Telvîhât-ı Tis’a’ adında ‘tarîkat risâlesi’ denilebilecek bir risâle de kaleme almıştır. Bu risâle ehl-i tarîk olana ve olmayana bir iksîr-i a‘zamdır ve bir tiryâk-ı enfa‘dır.
Bedîuzzaman’ın ‘Zaman tarîkat zamânı değil belki îmânı kurtarmak zamânıdır’ sözü Risâleler’de Barla Lâhikası, Emirdağ Lâhikası ve 43. Mektup’ta geçmektedir. Bu sözün devâmında Bedîuzzaman’ın, ‘Tarîkatsız cennete giden pek çok, fakat îmansız cennete giden yoktur’ ifâdesi mevcuttur. On Altıncı Mektup İkinci Nokta’da ise: ‘…Eğer derseniz, şeyhler bazan işimize karışıyorlar, sana da bazan şeyh derler. Ben de derim: Hey efendiler! Ben şeyh değilim. Ben hocayım. Buna delil dört senedir buradayım. Bir tek adama tarîkat verse idim şüpheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim: Îman lâzım, İslâmiyet lâzım, tarîkat zamânı değil…’ 43. Mektup’ta da: ‘…Hem Risâle-i Nûr’un mesleği tarîkat değil, hakîkattır. Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarîkat zamânı değil, îmânı kurtarmak zamânıdır…’
Bedîuzzaman’ın bu açıklamalarından sonra şu soru akla gelmektedir: Āilesinin her ferdi tarîkat ehli olan, ilim ve irfan tedrîsâtını aldığı medrese ulemâsının istisnâsız her biri tarîkat ehli olan, Risâleler’de elliye yakın tarîkat ehlinin eserlerinden alıntılar yapan, tarîkat konusunda ayrıca bir eser kaleme alan, kendisinin ifâdesi ile Abdülkādir Geylânî hazretlerine üveysî olarak bağlı bir mürîd olduğunu ve ömrü boyunca evrâdını hiçbir zaman terk etmediğini ifâde eden Bedîuzzaman’ın ‘Zaman tarîkat zamânı değil, îmânı kurtarmak zamânıdır..’ sözünü söylemesinin sebep ve hikmetleri nelerdir?
Bu soruya, olayları zamânına ve zemînine göre değerlendirmek adına Cumhuriyet dönemi faaliyetleri ile şu dört başlık çerçevesinde cevap verilebilir:
- 3 Mart 1924 Târihli 430 Sayılı Tevhîd-i Tedrîsât Kānunu ve Devletin Din Dersi Eğitimi Politikası
Tevhîd-i Tedrîsâtla aynı gün kabûl edilen Halîfelik ve Şer’iye ve Evkaf Vekâletini kaldıran kānunlarla öğretim birliğini engelleyecek ve laikleşmeyi önleyecek faktörler ortadan kaldırıldı. Farklı dünyâ görüşlerine sâhip insan yetiştiren tarîkatlar ve tekkeler de, 30 Kasım 1925 târihli 677 sayılı kānunla kapatıldı. Daha da önemlisi eğitim programları millî ve laik esaslar çerçevesinde yeniden düzenlendi. 1927’den itibâren seçmeli duruma getirilen din dersleri, 1930’da şehir ilkokul, 1931-32’de ortaokul ve 1939’da da köy ilkokul programlarından çıkarıldı. Din dersleri büsbütün öğrenci āilelerinin sorumluluğuna bırakıldı. Arapça ve Farsça dersleri okullardan kaldırılarak yerine Latince ve Yunanca dersleri kondu. Aynı şekilde ders kitapları dönemin politikasına uygun olarak yeniden hazırlandı. Yeni çıkarılan ders kitaplarında eskiye āit bilgiler azaltıldı ve millî eğitim politikası çerçevesinde Cumhuriyet ideolojisini yerleştirecek millî şuur uyandırıcı konulara ağırlık verildi. Kur’ân-ı Kerîm ve din eğitimi iptâl edildi. Aynı târihte hilâfet kaldırıldı. Osmanlı hānedânının bütün āile efrâdı sınır dışı edildi. 8 Mart 1924’te şer’î/dînî mahkemeler kapatıldı.
- 13 Aralık 1925’te kānunlaşan Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlık ile Birtakım Ünvanların Men ve İlgasına Dair 677 Sayılı Kānun.
13 Şubat 1925’te Şeyh Said Piran (Palevî) isyân etti. 25 Şubat 1925’te sıkıyönetim i’lân edildi. 4 Mart 1925’te İstiklal Mahkemeleri kuruldu ve ölüm kararları derhal yerine getirildi. 29 Haziran 1925’te Şeyh Said ve 46 arkadaşı i’dâm edildi. Doğu Anadolu’da bütün tekke ve zâviyeler kapatıldı. 2 Eylül 1925’te bütün mezar ve yatırlar kapatıldı, memurların dînî kıyâfet ve giysileri yasaklandı. 25 Kasım 1925’te kıyâfet kānunu ile erkeklerin şapka giymesi zorunlu kılındı, kadınlara tesettür yasaklandı. 30 Kasım 1925’te 677 Sayılı Tekke ve Zâviyelerin Kapatılması Kānunu onaylandı ve 13 Aralık 1925’te Resmî Gazete’de yayınlandı.
677 Sayılı Kānun: …Alelümum tarikatlerle şehlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak maksadiyle nüshacılık gibi unvan ve sıfatların istimaliyle bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iktisası memnudur… Şeyhlik, Babalık ve Halifelik gibi mensupları arasında baş mevkiinde bulunanlar altı aydan az olmamak üzere hapis ve 500 liradan aşağı olmamak üzere ağır para cezasından başka bir yıldan aşağı olmamak üzere sürgün cezası ile cezalandırılırlar.
Bedîuzzaman, hiçbir suçu olmadan, 677 sayılı kānuna muhālefet iddiāsı ve iftirâsıyla Şubat 1926’da Van’dan alınarak tutuklandı, önce Erciş, oradan Samsun yoluyla İstanbul’a getirildi. Daha sonra İzmir-Antalya yolu üzerinden Burdur’a sevkedildi ve 29 yıl sürecek olan sürgün, mahkeme ve hapis hayâtı başlamış oldu. Çok zorlu şartlar altında geçen bu sürede 19 defa zehirlendi. Bütün mahkemelerde Bedîuzzaman’ın suçlandığı ana konu ‘tarîkatçılık’ yaptığı iddiāsı idi. Bu konuda Bedîuzzaman şunları ifâde etmektedir:
‘Beni hapislere sokan muârızlarımın bir bahâneleri de -üç mahkemede ondan berâet kazandığım- tarîkatçiliktir. Hâlbuki, Risâle-i Nûr’da dâimâ da‘vâ edip demişim: Zaman tarîkat zamânı değil, belki îmânı kurtarmak zamânıdır. Tarîkatsiz cennete gidenler çoktur, îmansız cennete giden yoktur diye bütün kuvvetimizle îmâna çalışmışız. Ben hocayım, şeyh değilim. Dünyâda bir hānem yok, nerede tekkem olacak? Bu yirmi sene zarfında, bir tek adam yok ki çıksın desin: “Bana tarîkat dersi vermiş.” Ve mahkemeler ve zâbıtalar bulmamışlar.’ (Emirdağ Lâhikası, s. 36.)
‘Azîz, sıddîk kardeşlerim! Sizin sebat ve metânetiniz, masonların ve münâfıkların bütün planlarını akîm bırakıyor. Evet kardeşlerim, saklamaya lüzûm yok. O zındıklar, Risâle-i Nûr’u ve şâkirdlerini tarîkate ve bilhassa Nakşî Tarîkatine kıyâs edip, o ehl-i tarîkati mağlûb ettikleri planlarla, bizleri çürütmek ve dağıtmak fikriyle bu hücûmu yaptılar. Evvelen: Ürkütmek ve korkutmak ve o mesleğin sû’-i isti‘mâlini göstermek. Ve Sâniyen, o mesleğin erkânlarının ve menşeinin kusûrâtlarını teşhîr etmek. Sâlisen, maddiyyûn felsefesinin ve medeniyetin câzibedâr sefâhetiyle ve uyutucu lezzetli zehirleriyle ifsâd etmek ile mâbeynlerinde tesânüdü kırmak; ve Üstâdlarını ihânetle çürütmek; ve mesleklerini, fennin ve felsefenin bāzı düstûrlarıyla nazarlarında sukūt ettirmektir ki Nakşîlere ve ehl-i tarîkate isti‘mâl ettikleri aynı silâhla, bizlere hücûm ettiler, fakat aldandılar. Çünki Risâle-i Nûr’un mesleği ve esâsı, ihlâs-ı tâm ve terk-i enâniyet ve zahmetlerde rahmeti ve elemlerde bâkî lezzetleri hissedip aramak; ve fânî ayn-ı lezzet-i sefîhânede elîm elemleri göstermek; ve îmânın bu dünyâda dahi hadsiz lezzetlere medâr olduğunu isbât etmek; ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakîkatleri ders vermek olduğundan, onların planlarını inşâallâh tam akîm bırakacak. Ve meslek-i Risâle-i Nûr ise, tarîkatlere kıyâs edilmez diye onları susturacak. (Şualar, s. 368-69)
‘Maatteessüf gizli münâfık düşmanlarımız bu dindâr milletin yüzer milyon velî makāmında olan şehîdlerinin ve kahraman gāzîlerinin kanıyla ve kılıncıyla kazanılan ve muhâfaza edilen İslâmiyet’e, bazan tarîkat nâmını takıp ve o güneşin bir tek şuâı olan tarîkat meşrebini o güneşin aynı gösterip, hükûmetin bāzı dikkatsiz me’murlarını aldatıp hakîkat-i Kur’âniyeye ve hakāik-i îmâniyeye te’sîrli bir sûrette çalışan Nûr talebelerine “tarîkatçi” ve “siyâsî cem‘iyetçi” nâmı vererek aleyhimize sevk etmek istiyorlar.’ (Şualar 2, s. 567)
‘…hiçbir şey bulamadıklarından, Eskişehir Mahkemesi’nden berâet kazandığımız “Tarîkatçilik ve cem‘iyetçilik ve dînî hissiyâtı âlet etmek, emniyet-i dâhiliyeye zarar vermek” ihtimâli ve imkânı gibi, eski nakarâtı tazelemek ve yüz elli sahîfelik müdâfaâtım ile gāyet kat‘î reddedilen o asılsız bahaneler ile, bizi muâheze etmeleridir…’ (12. Şua, s. 180)
- 1 Kasım 1928 Târihli 1353 Sayılı Türk Harflerinin Kabûl ve Tatbîki Kānunu
28 Mayıs 1927’de 1057 Sayılı Kānun ile resmî dâirelerde Osmanlı Devleti’ne āit her çeşit tablo ve tuğralar kaldırıldı. 3 Şubat 1928’de ilk Türkçe Cuma hutbesi okundu. 10 Nisan 1928’de ‘Devletin resmî dîni İslâm’dır’ ibâresi ve bütün dînî tâbir ve deyimler anayasadan çıkarıldı. 1 Kasım 1928’de ‘Türk Harfleri!’ adıyla Latin harf inkılâbı yapıldı. 30 Aralık 1928’de İstanbul’da 90 câmi kapatıldı. 22 Ocak 1932’de İstanbul’da Yerebatan Câmii’nde ilk defa Türkçe Kur’ân okutuldu. 18 Temmuz 1932’de Arapça ezan ve kāmet yasaklandı yerine Türkçe ezan ve kāmet getirildi. 1 Ağustos 1932’de Türkiye, güzellik yarışmalarına katılmaya başladı. 1 Şubat 1935’de Ayasofya Câmii kapatıldı ve bir süre sonra müzeye dönüştürüldü.
Bedîuzzaman bu konuda şöyle diyordu: ‘Hükûmet, beni tam himâye ve bana yardım etmesi, milletin maslahatına ve vatanın menfaatine çok lüzûmlu iken, beni sıkması îmâ eder ki; benim ile mücâdele eden gizli zındıka komitesiyle şimdi onlara iltihâk eden komünist fırkasından bir kısmı, ehemmiyetli resmî makamları elde ederek karşıma çıkıyorlar. Hükûmet ise ya bilmiyor veya müsâade ediyor. Kahraman bir milletin ebedî bir medâr-ı şerefi ve Kur’ân ve cihad hizmetinde dünyâda yegâne bir pırlanta gibi pek büyük bir nişânı ve antika bir yâdigârı olan Ayasofya Câmii’ni puthâneye çeviren ve Meşîhat Dâiresini kızların lisesi yapan bir adamı sevmemek bir suç olmasının imkânı var mıdır?” (14. Şua, s. 492)
- Îmansızlık Cereyânına Karşı Îmânı Kurtarmak Mücâdelesi
Bedîüzzaman, Mustafa Kemal tarafından, TBMM’nin açılışında Ankara’ya çağrıldığı vakit Ankara’ya gitmiş; ancak mecliste bir mescidin açılmamış olması dikkatini çekmiş ve milletvekillerine yönelik olarak on maddelik bir bildiri yayınlamıştır. Bildiriden hoşlanmayan Mustafa Kemal ile Bedîüzzaman arasında bir tartışma çıkmıştır. Mustafa Kemal, Bedîüzzaman’a, "Yüksek fikirlerinden istifâde etmek için seni buraya çağırdık. Sen namaz gibi şeylerden bahsedip aramıza ihtilaf soktun" deyince Bedîüzzaman, Mustafa Kemal’e hitâben, “Paşa… Paşa.. Kâinatta en yüksek hakîkat îmandır; îmandan sonra namazdır, namaz kılmayan hāindir. Hāinin hükmü merduttur” diyerek sert bir karşılık vermiş ve Ankara’dan ayrılarak Van’a gitmiştir. Bedîüzzaman’ın, Yeni Said dönemi müdâfaası bu şekilde başlamıştır. O Ankara’da iken, gizli bir dinsizlik cereyânının el altından çalışmaya başladığını, halkın îmânının tehlikede olduğunu görmüş ve doğrudan Kur’ân’dan ilhâm alarak bu tehlikeyi bertarâf edecek dersler vermiş, kitaplar yazmış ve talebeler yetiştirmiştir.
Mustafa Kemal, Şeyh Said isyânından sonra Bedîüzzaman’ı hatırlayarak, laiklik karşıtı eylemlerde bulunabilir düşüncesiyle onu Van’dan Burdur’a, oradan da Barla’ya sürmüştür. Gerçekten de Bedîüzzaman Barla’ya gittiği günden vefât edinceye kadar hep gözetim altında tutulmuş ve bütün hareketleri “laiklik karşıtı eylem” olarak algılanmıştır. Bedîüzzaman’ın tüm faaliyetleri devlete hâkim olan zihniyetin dikkatinden kaçmamış, “Toplumu Batılılaştırma, dinsizleştirme” çalışmalarına engel teşkîl ettiği gerekçesiyle mahkemeden mahkemeye sürüklenmiştir. Bedîuzzaman, îmâna saldırıların had safhada olduğu bu dönemde îmânı kurtarmanın en önemli mesele olduğunu eserlerinde dile getirmiş ve ömrünü îman hakîkatlerinin müdâfaası ile tamamlamıştır. Onun bu konuyu dile getirdiği ifâdelerden bāzıları şöyledir:
‘Biz, îmânı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü en ziyâde burada ihtiyaç var. Binler rûhum olsa, binler hastalıkla mübtelâ olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin îmânına ve saâdetine hizmet için burada kalmaya Kur’ân’dan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.’ (Barla Lâhikası 2, s. 366)
‘Ben tahmîn ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkādir-i Geylânî (rha) ve Şâh-ı Nakşibend (rha) ve İmâm-ı Rabbânî (rha) gibi zâtlar bu zamanda olsa idiler, bütün himmetlerini hakāik-i îmâniyenin ve akāid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saâdet-i ebediyenin medârı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekāvet-i ebediyeye sebebiyet verir. Îmânsız cennete gidemez. Fakat tasavvufsuz cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir. Hakāik-i İslâmiye gıdâdır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr u sülûk ile bāzı hakāik-i îmâniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakîkada o hakāike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil.’ (5. Mektup, s. 16)
‘Mezara yakınlaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâm’ın îmân esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri îmansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcûdiyetimle bunlarla mücâdele ederek, gençleri ve müslümanları îmâna da‘vet ediyorum. Bu îmânsız kitleye karşı mücâdele ediyorum. Bu mücâhedemle inşâallâh, Allah huzûruna girmek istiyorum, bütün fa‘âliyetim budur. Beni bu gāyemden alıkoyanlar da korkarım ki bolşevikler olsun. Bu îmân düşmanlarına karşı mücâhede açan sizin gibi dindâr kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gāyedir. Beni serbest bırakınız. El birliği ile komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslâhına ve memleketin îmânına ve Allâh’ın birliğine hizmet edeyim.’ (On Dördüncü Şua)
‘Risâle-i Nûr’a hizmet eden, îmânını kurtarıyor. Tarîkat ve şeyhlik ise, velâyet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın îmânını kurtarmak, on mü’mini velâyet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevablıdır. Çünki îmân, saâdet-i ebediyeyi kazandırdığı için, bir mü’mine küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi te’mîn eder. Velâyet ise, mü’minin cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın îmânını kurtarmak, on adamı velî yapmaktan daha sevablıdır.’ (Kastamonu Lâhikası, s.103; Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s.34)
‘Silsile-i Nakşî’nin kahramânı ve bir güneşi olan İmâm-ı Rabbânî (rha) Mektûbât’ında demiş ki: “Hakāik-i îmâniyeden bir mes’elenin inkişâfını, binler ezvâk ve mevâcid ve kerâmâta tercîh ederim.” Hem demiş ki: “Bütün tarîklerin nokta-i müntehâsı, hakāik-i îmâniyenin vuzûh ve inkişâfıdır.” (Mektubat 1, s.15)
Bedîuzzaman’ın ‘Zaman tarîkat zamânı değil, îmânı kurtarmak zamânıdır’ sözünü söylediği dönem, Osmanlı Devleti dönemi değil, Cumhuriyet hükümetinin kurulduğu ve bu hükümetin, yukarıda faaliyetlerinin bir kısmı ele alındığı üzere, kānunlar çıkartarak kolluk kuvvetleriyle Müslümanlar aleyhine zorlu yaptırımları yürürlüğe koyduğu ve uymayanları çok ağır cezâlandırdığı dönemdir. Tekke ve zâviyelerin kapatıldığı ve faaliyetlerin yok edildiği, tarîkatçılığın ciddî suç sayıldığı ve tarîkatla ilgilenenlerin cezâlandırıldığı, İstiklal Mahkemeleri nezdinde verilen ve sorgulanamayan ‘idam cezâlarının’ derhal uygulandığı bu dönemde söylenen bu söz, ümmetin derdi ile dopdolu olan firâset ve basîret sâhibi Bedîuzzaman’ın aklını ve dehâsını ortaya koyması açısından çok önemlidir. O, bilerek ve maksatlı söylediği bu söz sâyesinde kendisine yöneltilen ‘tarîkatçılık yapıyorsun’ iddiāları ve iftirâları ile küfre karşı etkili cihâdını yok etmek ve onu dar ağacında sallandırmak isteyenlerin kirli ve zālim emellerini boşa çıkarmıştır. Bedîuzzaman, akıl ve firâset kaynağından çıkan bu sözü ile hem tebliğ ve cihad faaliyetini devâm ettirebilmiş hem de bu yolda berâber olduğu kişileri muhâfaza altına almayı başarmıştır. Onun ‘Zaman tarîkat zamânı değil, îmânı kurtarmak zamânıdır’ sözü, “Tarîkat bâtıldır veya tarîkatın miādı doldu, bundan sonra tarîkatla gidilmez, tarîkatlara girilmez” demek değildir.
Ankara hükümeti tarafından kendisine yapılan çok câzip teklifleri kabûl etmeyen Bedîuzzaman’ın, Erek Dağı’nda inzivâ ile başladığı İkinci Said dönemi ve Risâle-i Nur çerçevesindeki hareketi; seküler sistemlerin ürettiği ve bâtıl felsefî akımların desteklediği ve alt yapılarını oluşturduğu, Allah’tan ve dinden uzaklaştırmaya yönelik her türlü düşünce sistemini çökertmiş ve onlara en büyük darbeyi vurmuş ve hâlen vurmaktadır.
Eylül 2025, sayfa no: 72-73-74-75-76-77
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak