Źülfiķâr elinde ol şîr-i Hudâ
Çağırur benem ‘Aliyyü’l-Murtażâ
Gelenekte eserlerin yazılışları genellikle bir sebebe isnâd edilir. Şâir yâhut yazar, sâdece edebî bir eser telif etmek için gayret etmez. Elbette hüner gösterenler vardır; ancak genel olarak söylenen söz yâhut yazılan metin toplumsal bir ihtiyâcı gidermek, bir meseleye çözüm veya bir yaraya merhem olmak için yazılır. Bunu biz, eserlerin “sebeb-i te’lîf” kısmından öğreniriz. Burada eserin niçin yazıldığına dâir kısa bilgiler verilir. Genellikle bir soruya cevap yâhut bir eleştiriye cevap, toplumda görülen bir bilgi eksikliğini tamamlama gayreti, büyük birinin arzûsu yâhut görülen bir rüyânın tesiriyle eserler yazılmıştır. Lâkin bāzı metinlerde “sebeb-i telif” kısmı bulunmaz. O vakit eserin yazıldığı dönemin siyâsî, sosyal ve kültürel şartlarını dikkate alarak metni okur; oradan bir fikre ulaşırız. Bu meyanda Osmanlı’nın beylikten devlete tekābül ettiği dönemlerde Dursun Fakîh’in kaleme aldığı cenk-nâme ve gazavât-nâmeler buna çok iyi birer örnektir.
Dursun Fakîh’in uzunca bir dönem Kayı Boyu’nu fikren ve zihnen besleyen eserlerinde, doğrudan doğruya sebeb-i telif kısmından ziyâde, geride bir yâdigâr olarak kalması için söz söylediği ifâde edilir. Nitekim Kısasi Ummân Cengi’nde işâret ettiği gibi okuyucuya veya dinleyiciye, “bağlama gönlin bu fânî külhâna” diyerek bir telkinde bulunur. Bu dünyâ fânîdir; asıl maksadın “bâkî gülşen” olarak tavsîf edilen âhiret yurduna hazırlanmaktır. Bunun için geride kalıcı bir sadaka olarak (sadaka-i câriye) hayırlı bir söz bırakmanın yolunu yordamını aramak gerekir.
Sen gidersin kalur iş bu rûzigâr
Söyle bir söz kala senden yâdigâr
Şâir, geride “yâdigâr” olarak kalsın diye eserini yazmıştır. Fakat onun bu îzâhının ötesinde dönemin sosyo-kültürel zemînini dikkate alarak bir sebeb-i telif arayışına girmek durumundayız. Zîrâ eser telifini motive eden unsurlardan birisi, geride hoş bir sedâ bırakarak hayırla anılmak, unutulmamak ve kalıcı bir sadaka bırakmak arzûsudur. Bu hemen her şâirin yâhut sanatkârın taşıdığı bir niyet olsa gerektir. Bu bakımdan dönemin şartlarıyla birlikte cenk-nâmeleri okuduğumuzda, daha sonraki dönemlerde Hacı Bayrâm-ı Velî’nin ifâde ettiği gibi “tâş u toprak arasında inşâ edilen” bir devlet idealini temâşâ ederiz. Beylikten devlet olmaya doğru adım adım ilerleyen, bu sebeple de dâimâ cengte olan bir Osman Bey ile emir ve alplerini hatırlarsak onlara yön çizecek, gazâ rûhuyla mânen onları besleyecek ve töreyi yeniden dile getirerek zihniyet inşâ edecek metinlere ihtiyaç olduğu görülecektir. Dursun Fakîh’in geride bıraktığı “yâdigâr”lar olan bu kısa mesnevîler, daha evvel Oğuz’un hikâyelerini anlatan Korkut Ata’nın kahramanları arasına Hz. Ali’yi, oğullarını ve sâdık dostlarını da katarak “gazâ rûhunu” ve “cenk ahlâkını” inşâ etmiştir. Bu bakımdan her biri birer “kurucu metin” olduğu gibi Dursun Fakîh de bu milletin, o dönem içinde olduğu gibi daha sonraki dönemlerde de Dede Korkut’u olarak öncü ve kurucu bilgelerinden biridir.
Neşrî’nin, “Dursun Fakîh bir azîz kişiydi. Halka imâmet ederdi.” diye tavsîf ettiği bu bilge şahsiyet hakkında çok ayrıntılı bilgiye sâhip değiliz. Bununla birlikte Karamanlı olduğu, Şeyh Edebâlî (ö. 726/1326)’den tefsir, hadis ve fıkıh gibi dersler alarak yetiştiği; bil’âhare ona intisâb ederek, o dönem Anadolusu’nda etkili olan irfan mekteplerinden birisi olan Vefâîlik yolunda mânevî eğitimini ikmâl ettiğine dâir bilgilere sâhibiz. Kezâ Şeyh’in dâmâdı ve Osman Gâzî’nin bacanağı olduğu da zikredilen bilgilerdendir. Yine onun, Osman Gâzi ile birlikte savaşlara katıldığı, gâzilere imamlık yaptığı da bilinmektedir. Ma’mâfîh Karacahisar’ın fethinden (688/1289) sonra Osman Gâzi tarafından şehrin kadılığına ve kiliseden çevrilen câminin imamlığına getirildiği ve burada onun adına ilk Cuma hutbesini okuduğu da mâlûmdur. Bilindiği gibi bu hutbe, Osmanlılar’ın istiklâl alâmeti olarak okunan ilk hutbedir.
Daha sonraki dönemlerde Dursun Fakîh, Bilecik’te, Edebâlî’nin yanında kalmış ve onun vefâtı üzerine makāmına geçerek fetvâ işlerini deruhte etmiştir. Bu bakımdan Osmanlı’nın “ilk müftüsü” yâhut “kadısı” olarak da zikredilmektedir. Onun bu vasıflarıyla Osman Gâzi’nin “musâhibi”, dolayısıyla “mânevî danışmanı” ve belki Edebâlî’den sonraki en önemli sığınağı olduğu düşünülebilir. Ölüm târihi hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte bāzı kaynaklar, şeyhinin yerine geçtikten bir müddet sonra vefât ettiğini kaydeder.
Kelimenin tam anlamıyla eserlerinde anlattığı Hz. Ali’nin yolunda giderek bilge ve savaşçı kimliğiyle “alp-eren” vasfını en iyi temsîl eden kahramanlardan biri olan Dursun Fakîh’in türbesi, Söğüt-Bilecik arasında Küre Köyü’nde bir tepenin üzerinde, her an Bilecik’i seyreden bir kartal gibi durmaktadır. Belli ki daha önceki dönemlerde, Hazret, o tepedeki zâviyesinde bilâhare fethedilecek olan Bilecik’i nazarlarıyla kontrol etmekteydi… Onun bu vazîfesini hâlâ yaptığı aşikârdır. Bununla birlikte bu büyük rûhun, Bilecik’te Şeyh Edebâlî Zâviyesi içinde ve Osman Bey’in adına hutbe okuduğu Karacahisar’da da makamları vardır.
Yûnus Emre, Âşık Paşa ve Gülşehrî ile çağdaş olan Dursun Fakîh, Osmanlı devrinin ilk şâirlerinden olarak kabûl edilir. Ona nisbet edilen gazavât-nâmeler, dönemin rûhunu yansıtan eserlerdir. Ondan, çağdaşı diğer şâirlerin bıraktığı mîrâsa muvâfık edebî yönü öne çıkan eserler beklemek doğru olmaz. Fakîh, derviş, imam, mürşid, gâzî gibi vasıflara sâhip olan bir şâir olarak onda, sanatkârlığından ziyâde doğuş sürecinde olan devletin zihniyetini inşâ gayretini görürüz. Her birisi küçük birer mesnevî olan gazavât-nâmeler şunlardır:
- Gazavât-ı Hazret-i Ali Kıssa-ı Mukaffa
- Gazavât-ı Hazret-i Ali Kıssa-i Umman
- Gazavât-ı Muhammed Hanefi
Bilindiği gibi cenk kelimesiyle gazâ kelimesi birbirine yakın kelimelerdir. Cenk, bizzat mücâdeleyi, savaşı, çatışmayı, gazâ ise bu mücâdeleye katılmayı ifâde eder. Fakat daha sonraki dönemlerde gazâ, cihad kelimesinin yerine kullanılarak anlamı din düşmanlarıyla savaşmak şeklinde genişlemiştir. Bu itibarla cenk-nâme, gazavât-nâme veya bāzı metinlerde geçtiği hâliyle gazâ-nâme edebiyatımızın kahramanlık metinleridir. Bu metinlerde ordunun akınları, savaşlar, kahramanlıklar ve zaferler konu edilir. Bāzan kazanılan zaferin yâhut fethedilen bir kale veya şehrin destânı da yazılır. Bu türden eserlere zafer-nâme ve fetih-nâme denilmektedir. Bu türden eserlerin yazılmasına, Arap edebiyatındaki megâzi türünün öncülük ettiği söylenebilir. Özellikle Gazavât-ı Nebî tarzındaki eserler, hem Peygamberimizin gazvelerine dâir târihî bilgileri vermeleri, hem de savaş ahlâkını konu edinmeleri bakımından dikkat çeken kaynaklardır. Dursun Fakîh’in eserleri de Hz. Ali(ra) başta olmak üzere gazâ rûhunu besleyecek olan İslâm kahramanlarının kıssalarını aktaran metinlerdir. Ancak bu metinler, genel itibâriyle târihî kaynaklarla tevsîk edilen metinler değildir. Kahramanlar bellidir; ama çıkılan gazâlar ve cereyân eden hâdiseler ekseriyetle muhayyeldir. Sözgelimi Gazavât-ı Mukaffa’da, puta tapan Benî Pinhân kabîlesinin reisi Mukaffa‘a karşı girişilen savaşlar anlatılmaktadır. Geleneğe uyularak, münâcât ve na‘ttan sonra asıl konuya girilerek gazâ hikâye edilmektedir. Kıssa kısaca şöyledir:
Hâdise, Benî Pinhân kabîlesinden bir gencin babasının Müslüman olduğu için kabîle reisi Mukaffa‘ tarafından öldürülmesiyle başlar. Bu genç durumu Hz. Peygamber’e bildirince Resûl-i Ekrem, Hz. Ali’ye yazdırdığı İslâm’a dâvet mektubuyla birlikte, o diyarları bildiğini ve Mukaffa‘ı tanıdığını söyleyen Hâlid b. Velîd’i Benî Pinhân kabîlesine gönderir. Hâlid b. Velid, bahsedilen kabîleye varır ve mektubu kabîlenin reisi olan Mukaffa‘ya ulaştırır. Mukaffa, okuma bilmediğinden kızı Hıttâm’ı çağırıp mektubu okutur. Lâkin dâvete icâbet etmez, inancından dönmeyeceğini ve gerekirse bu uğurda mücâdele edeceğini bildirir.
Hâlid b. Velid, bu haberle Medîne’ye döner. Ancak o yolculukta, Mukaffa’nın kızı Hıttâm’a âşık olmuştur. Bunun üzerine ashabdan dört bin kişiyle birlikte Benî Pinhân’a karşı sefere çıkar. Uzun mücâdeleler sonunda Hıttâm Müslüman olur ve Hâlid b. Velid ile evlenir. Özellikle Hz. Ali etrâfında cereyân eden çeşitli olağan üstü hâdiseler karşısında daha fazla direnemeyen Mukaffa‘da İslâmiyet’i kabûl eder. Bu kıssanın Yemen’e yapılan seferlerden mülhem kaleme alındığı düşünülmektedir. Burada dikkati çeken temel meseleler şunlardır:
- Gazâ rûhu, evvelemirde sağlam bir irâde, îman ve teslîmiyet gerektirir. Bunun için metinler öncelikle tevhîd ve na’t ile başlar. Böylece cengâver savaşçının, öncelikle tevhîd ehli samîmî Müslüman olması tembîh edilir. Bunun için o, Allâh’a îmân edip; onun kudretine, ilmine ve azametine teslim olup elçisi Hz. Peygamber’e tâbi olmalıdır.
- Öncelikle mesele sulh ile çözülmelidir. Hz. Peygamber, bunun için tebliğ mektubu yazmış; ancak muhâtap kabîle reisi savaşı tercîh etmiştir.
- Gazâdan temel amaç, insanları katletmek değil, onları İslâm’ın barış iklîmiyle buluşturmaktır. Bu da ancak adâlet ve hakkāniyetle muāmele etmekle mümkündür. Dolayısıyla gazâ rûhu, gazâ ahlâkıyla ve hukûkuyla tahkîm edilmelidir. Asıl mesele gönülleri fethetmektir. Nitekim hem Hittam hem de babası Mukaffa Müslüman olmuştur.
- Gazâ, insânî özellikleri ve duyguları yok edemez. Bu duyguların en önemlisi de aşktır. Ancak aşk, hazcı bir bakış açısıyla ve şehevî arzuyla tecâvüz, gasp ve benzeri hâdiselere sebep olamaz. Bu insânî duygu meşrû zeminde ele alınmalıdır, aslâ helâl dâiresinin dışına çıkmamak gerekir. Burada Hâlid b. Velid, Hittam’ın öncelikle Müslüman olmasına gayret etmiş, daha sonra meşrû zeminde evlenmiştir.
Metin, gazâ rûhunu verirken ahlâklı, adâletli ve erdemli cengâverler yetiştirme niyetine sâhiptir. Bu bakımdan cenk-nâmelerin, esâsı itibâriyle birer eğitim kitabı olduğu söylenebilir. Pusatlarıyla tâlim eden cengâverlerin, kurulan halkalarda bu eserleri okuyarak, Âşık Paşa’nın kavramlaştırdığı şekilde birer alperen olarak yetişmeleri amaçlanmış olmalıdır. Bu eserlerde, “insan ne için savaşır?” sorusu zımnen sorulmakta ve cevaplar verilmektedir. İnsan, inandığı değerleri yaşamak ve yaşatmak için savaşır. O değerleri yaşamak için çıkılan cengin adı, nefisle savaş yani büyük cihâd (cihâd-ı ekber)dir. İkincisi ise, cenk meydanında pusatlarla yapılan savaştır. Bu savaşın diğerine göre daha kolay olduğu düşünülmüş, bu sebeple de küçük cihad (cihâd-ı asgar) olarak tanımlanmıştır. Bu büyük cihâdı gerçekleştiremeyenler, pusatlarla verilen savaşta, gazâ rûhuna ve savaş ahlâkına göre davranamazlar. O sebeple insanın, önce kendini terbiye etmesi, ahlâken olgunlaşması ve kemâle ermesi gerekir. Bunun alâmeti de insanda adâlet sıfatının tahkîm olmasıdır. Bir savaşçının kendi nefsine zor da gelse, öfkesini ve hırsını teskîn ederek hak ve adâletle muāmele etmesi arzûlanmaktadır. Bu itibarla bu türden metinleri, birer ahlâk ve âdâb kitabı olarak da görmek mümkündür.
Mart 2025, sayfa no: 26-27-28-29
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak