Satranç kelimesi, Sanskritçe çatur anga (dört unsur) kelimesinden gelmektedir. Satrancın dört unsuru ise, atlar, filler, savaş arabası ve piyâdelerden oluşan ordudur. Çatur anga kelimesi Farsça’ya çet-reng, Arapça’ya da şatranc şeklinde geçmiştir.
Tanıyan, bilen, vâkıf ve âşinâ olan, hâlden anlayan mânâlarına gelen ârif, Allâh’ın bütün isim ve sıfatlarıyla kendisinde tecellî ettiği insân-ı kâmildir. Âlim örnek alınır, ârifle hidâyete erilir. Âlim Allâh’ı delille bilir, ârif ise Allâh’ı Allah’la tanır. Gökler ve yer en ücrâ köşelerine kadar ârifin bilgi alanına girer ve ârif tamâmen mânevî sezgiyle âlemi müşâhede eder.
17 Ramazan 560/28 Temmuz 1165 târihinde Endülüs’ün güneydoğusundaki Tüdmîr (Teodomiro) bölgesinin başşehri olan Mürsiye’de (Murcia), hâlâ günümüze en parlak şekilde ışıklar saçan ve adı Muhyiddîn Muhammed İbnü’l-Arabî olan bir güneş doğmuştur. O öyle bir hakîkat ve mârifet eridir ki, onun görüşlerini takdîr edenler onun tasavvufta otorite oluşunu kendisine “Şeyhu’l-Ekber” (en büyük şeyh), İslâmî ilimlerde müceddid oluşunu ise “Muhyiddîn” (dîni ihyâ eden) lakaplarını vererek ifâde etmişlerdir.
İbnü’l-Arabî, bütün eserlerinde mârifetullâhı ilimler dâiresinin merkezine almış ve bu noktadan hareketle hakîkate dâir ilimlerin (ilm-i hakâik) çeşitli konularına açıklamalar getirmiştir. Tasavvuf, tefsir, hadis, fıkıh, târih, ilm-i havâs gibi çok geniş bir alanda yazmış olduğu yüzlerce eserinin hareket noktası hep “mârifetullâh”tır.
Mârifet; “kalbin Allah’la olan hayâtı”, “Allâh’ı sıfat ve isimleriyle tanıyanın niteliği”, “birbirini izleyen nurlarla Hakk’ın kalplere doğması”, “ilâhî bir na’t/vasıf”, “kalbe atılan bir nûrla iç aydınlığa kavuşma hâli”, “kalp gözüyle ilâhî gerçekleri görmek”tir.
Mârifetullâh, “Allâh’ın zâtı, sıfatları, fiilleri ve isimleri hakkındaki bilgi” şeklinde tanımlanmıştır. Fakat Allâh’ı bu şekilde tanımak da insanın kendini tanımasına (ma‘rifetü’n-nefs’e) bağlıdır. Nefsini bilen kimsenin Rabbini bileceğini belirten hadîs-i şerîf de bunu teyid etmektedir. Ebû Saîd el-Harrâz aynı kavramı, “Nefsini bilmeyen Rabbini bilemez” şeklinde ifâde etmiştir. İnsanın nefsini bilmesi Rabbini bilmesinin başlangıcı, Rabbini bilmesi nefsini bilmesinin netîcesidir; yâni insan nefsinin sıfatlarında ârif olmadıkça Rabbinin sıfatlarını idrâk edemez.
İbnü’l-Arabî, mârifetullâh yolunda geçirdiği tecrübeleri satırlara ve sadırlara aktarırken, visâl-i Hakk’a kılavuzlayacak tasavvuf yolunun ana kavramlarını öğretmek ve sâliki seyr ü sülûkunda karşılaşacağı hâllerden haberdâr etmek maksadıyla, yüz ana başlıktan oluşan ve muhataplarını ârif olmaya, mârifetullâha dâvet eden “Âriflerin Satrancı”nı, ilim ve irfân ölçüleriyle hassas bir terâzide şekillendirmiştir.
Âriflerin satrancı, iki kişi arasında oynanan, 64 kareli, bir şah, bir vezir, iki kale, iki at ve sekiz piyondan müteşekkil 32 adet taşlı satranç oyunu değildir. Bu tabloya Âriflerin Satrancı denilmesinin sebebi, Çatur anga’da savaşı kazanmak için yerleştirilen dört unsurlu orduya benzer dörtlü bir ordunun yolcuya tanıtılmasıdır. Âriflerin Satrancı’nın gâyesi; Visâl-i Hakk’a ermek için nefs, şeytan ve şeytanlaşmış insanlara karşı îman mücâdelesi veren yolcunun bu mücâdeleyi kazanabilmesi için, kendisine verilen şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifet ordularını tanıtıp onu teyakkuzda tutarak, onlarla nasıl zafer kazanacağını kendisine öğretmek; yolcunun hakîkate varabilmesi ve visâl-i Hakk’a erebilmesi için bu yolda tecrübeli bir rehbere, ârife, Mürşid-i Kâmile ne kadar ihtiyâcı olduğunu kendisine îzâh etmektir.
Âriflerin Satrancı’nda, yolcunun yolculuğunu zorlaştıran ve onun menzilinden ayağının kaymasına sebep olan kötü hâller kancalarla ifâde edilmiş ve yolcunun bu kötü hâllerden mutlakâ uzak durmasına önemle dikkat çekilmiştir. Diğer yandan, yolcu hangi kancaya takılırsa takılsın, düştüğü derekeden tekrar kurtulma mücâdelesini ve azmini aslâ kaybetmemeli ve Visâl-i Hakk yolculuğuna kat’iyyen devâm etmelidir. Yolcuya meşakkat veren ve ayağının kaymasına sebep olup onu yolundan alıkoyan, derekelere düşüren kancalar olduğu gibi, âlî derecelere yükselten ve ok ile temsîl edilen üstün hâller de söz konusudur. Yolcuya bu üstün hâllerle ne kadar hızlı yol alacağı ve Visâl-i Hakk’a ne kadar çabuk ulaşacağı gösterilerek, bu üstün hâllerle hâllenmesi de önemle tavsiye edilmektedir.
Âriflerin Satrancı; bir zamanlar varlığından hiçbir işâretin olmadığı yokluk âleminde olan insana Allah’tan başka herşeyin fânî olduğu, yâni vücûdunun yok olacağı bilincini vermek gâyesiyle birinci basamak olan “Yokluk” kavramından başlamaktadır. İkinci basamak; insanın dünyâya gelişi, yokluktan varlığa adım atışı, yolcunun yolculuğunun başlangıcıdır. Yolculuktan gâye, Allah’tan gelen yolcunun, yolunu kaybetmeden, rotasını şaşırmadan tekrar Rabbine dönebilmesidir. Bu yolculukta Âriflerin Satrancı, yolcunun pusulası ve kılavuzu görevini üstlenmektedir.
Üçüncü basamak, yolcunun varlık âlemindeki herşeyin yerli yerinde ve mükemmel bir şekilde yaratıldığını temâşâ etmesidir. Bu dönem, insanın doğumundan büluğ çağına kadar geçirdiği, kendini ve çevresini tanıdığı süredir. İnsan, doğduğu âlemde her türlü ihtiyâcının karşılandığını, râzı edildiğini ve herşeyin tam istediği gibi olduğunu görür ve idrâk eder. Yokluktan geldiği ve bu âleme âit olmadığı halde kendisini bu âlemde yabancı hissetmemektedir. Bu âlemin varlıkları tarafından kabûl görmüş ve sevilmiştir. Herşey emrine âmâdedir. Biraz serpilip büyüyüp, buluğ çağına erince şiddetle kötülüğü emreden nefis elbisesi kendisine giydirilir.
Âriflerin Satrancı’nın dördüncü basamağında yolcu, nefsinin bitmek tükenmek bilmeyen istek ve arzularının tazyîki ile karşı karşıya kalır. Nefis, arzularını tetikleyen şeytanla işbirliğindedir. Kişi şeytânın arzu ettiği kıvamdadır ve şeytan onu hevâ ve heveslerinin paralelinde türlü vesveselerle hakîkat yolundan uzak tutmaktadır. Şeytânın tamâmen tesiri altında kalan nefis, Mezellet, Toprak Altı, Cehâlet, Kin, Kötü Fiiller, Mihnet, Edebi Az basamaklarında rotasını şaşırmış bir vaziyette ne yaptığının farkında bile değildir. Edebi Az kişi ise ilk kancaya takılır ve Kötü Fiiller derekesine düşer. Terbiye, incelik ve nezâkettir edep. Hakk’ı ve halkı tanımamak, nefsinin keyfine göre hareket etmek ise edepsizliktir. “Edeb bir tâc imiş nûr-i Hüdâ’dan, Giy o tâcı emîn ol her belâdan.” Edepliden edebi öğrenerek edeplenmektir asıl olan. “Bir babanın evlâdına bıraktığı en güzel mîras güzel ahlâktır.” Edebin önemini belirtmek ve muhâtabı edepli olmaya dâvet etmek için “Edeb yâ hû” denilir. Edepsiz insan, dünyâda da uhrâda da mahrûmdur. Îtibar görmeyen Edebi Az kişi, insanlardan elde edeceği menfaatlerin kesileceği endişesiyle Kötü Fiiller işler ve hâince davranışlar içerisine girer.
Yolcu sırasıyla Hıyânet, Yerilmiş Fiiller, Cehennem, Yasak Şeyler, Büyük Deniz, Hasret, Kötü Ahlâk, Münâfıklık ve yirminci basamak olan Vesvese basamaklarında hak ve hakîkattan uzak, şeytânın rehberliğiyle nefsinin peşinde sürüklenir durur. Yolcu, yirmi birinci basamakta Bast hâli yaşar, aklı biraz başına gelmiştir. Sis perdeleri aralanarak gönlü genişler ve rahatlar. Rûhun nurlarıyla parıldaması, ferahlatıcı esintiler meydana getirir. Bast’ta insan gaflete düşerse sırasıyla Tamahkârlık ve birinci okun bulunduğu Mecâzî Aşk basamağına gelir. Mecâz, hakîkata köprüdür ve bâzen mecâzî aşk yolcuyu yirmi bir derece yükselterek Hakîkî Aşk’a vâsıl edebilir. Mecâzî Aşk’ta eğlenen, Hayret Denizi, Arz, Havf, Haşyet, A’râf, Hakk’a Duâ, Kötü Sohbet basamaklarına varır.
Kötü Sohbet ikinci kancadır. İlim ve irfandan nasîbini almamış, hevâ ve hevesine, kendi anlayışına göre konuşan câhil kimselerle sohbet, Cehâlet derekesine düşürür insanı. Yolcu Çöl’den geçip, bu sefer üçüncü kanca olan Hasta Akıl kancasına takılırsa Mezellet derekesine yuvarlanır. Aklın basîretini nûr kaplayınca, cehâlet karanlığı yok olur ve kişi gerçekleri görmeye başlar. Cehâlete mânî olduğu için akla “engel” anlamında “akıl” denilmiştir. Çünkü akıl, kişiyi helâke düşürecek şeylerden engeller ve akıl kişiyi ilgisi olmayan, boş ve mânâsız şeylerden alıkoyar. İyiliği ve kötülüğü tanıyan akıllı değildir, iyiliği tanıyıp gereğini yapan, kötülüğü tanıyıp ondan sakınan kimse akıllıdır. Lâkin akıl hastalandığında basîret nûru söner, cehâlet karanlığı her yeri kaplar ve zulmet çöker. Yolcu bu hâlde eğlenir ve vakit geçirirse Mezellet’e düşer.
Cehl de dördüncü kancadır ve yolcuyu Toprak Altı’na sürükler. Cehâlet, insanın dünyevî olanı bilmemesi ve ondan habersiz olması demek değildir. Cehâlet, kendini bilmeme, kendinden haberi olmama hâlidir. Kendini-nefsini bilmeyen Rabbini bilemez. “Anladınsa sen seni, bildin ise cân u teni, gayri ne var ey gönül, cân u cânân sendedir.” Rabbini bilmeyen de, O’nun va’dini ve vaîdini bilmez. Emânete ihânet eder, ahdini bozar, hudûdu aşar. Yaşayan ölü gibidir. Bu hâlde oyalanır, hemen kurtulmak için çâreler aramazsa, ölüye de Toprak Altı yaraşır. Oyalanmaz geçerse, yolcu cehâletle Hased etmeye başlar.
Beşinci kanca Hased’dir, yolcuyu Büyük Deniz’e atar. Kıskançlık ve çekememezliktir Hased. Kişinin, başkasının sâhip olduğu maddî ve mânevî imkânların kendisinin olması veya hased ettiği kişinin bu imkânlardan mahrum kalması arzusu ve temennîsi, bu konudaki çaba ve gayretidir. Hased, Allâh’ın taksîmine rızâ göstermemek, başkasına ikrâm edilen maddî ve mânevî imkânlara kendisini daha çok hak sâhibi görmektir. Şeytân’ın, Âdem’i (a.s.) kıskanmasıdır Hased. Hasta Akıl ve Cehâlet’in ürünü olan bu davranışta ısrar, kişinin elde edemediği imkânlardan dolayı darlanıp sıkışmasına, öfkelenmesine, Büyük Deniz’e düşmesine sebebiyet verir. Isrâr etmez kurtulursa hafifler ve sıkıntıdan ferahlar, nefes alır ve yolcu sırasıyla Hava, Dağ, Âcizlik, İstenen Amaç ve Çıplağa Merhamet basamaklarında “en büyük cihâd” olan nefsiyle mücâdeleye devâm eder. Merhamet, ruhlara hayat aşısı yapan bir gönlün hasletidir ve ikinci okun bulunduğu basamaktır, yolcuyu on sekiz basamak birden yükselterek Güzel Ahlâk makâmına vâsıl eder.
Kırkıncı basamak olan Hoş Sohbet’e gelen yolcu, sâlihlerin dostluğuna kavuşmuştur. Üçüncü okun bulunduğu Hoş Sohbet’e devâm eden; edep, ilim ve irfanla ziynetlenir ve elli yedinci basamağa yükselerek Güzel Fiiller kendisinde hâl olur. Bu hâl onda karar kılmazsa sırasıyla Râzı Olunmuş Emânet, Latîf Ses, Keder, Hakîkî Aşk basamaklarını geçerek altıncı kancanın olduğu Harâbeler menziline varır. Bu menzilde Allah’tan ayrı kalmak vicdânı rahatsız ve huzursuz eder ve herşeyin kendisini Allah’tan alıkoyduğu zannıyla hareket ederek herşeyi kötü görür ve onları söküp atmak, kurtulmak ister insan. Zâhirle bâtın dengesini kaybeder. Elindeki imkânları kaybeder, harâb eder, fakir düşer, göğsü daralır ve ahlâkı kötüleşir. Kanca kendisini yakalar ve Kötü Ahlâk derekesine düşürür.
Harâbeler’i geçen yolcu, Mahvda Mahvolmak, Kâmil Akıl menzillerini geçerek, dördüncü okun bulunduğu Tahkîkler basamağına varır. Tahkîk, hakîkatı bulmak ve Hakk’a ermek için bütün gücüyle çaba sarfetmektir. Şüphe, tereddüt ve kuşkuların yerini kesin bilgi ve îmâna bırakmasıdır tahkîk. Yolcu bu makamda karar kılarsa altmış altıncı basamak olan Ulvî Âlem’e yükselir, karar kılmazsa, Hüzünlü Kalp ve Allâh’ın Yolunda basamaklarına ulaşır. Allâh’ın Yolunda makâmı, canın, malın kısaca herşeyin Allâh’ın yoluna fedâ edildiği menzildir ve beşinci okun bulunduğu basamaktır. Yolcu, karar kılarsa yetmiş dördüncü basamak olan Cennet’e yükselir, karar kılmazsa yedinci kancanın olduğu Riyâ basamağına varır.
Gösteriş, ikiyüzlülük, sahtekârlıktır Riyâ. Hakk rızâsı için yapılmayan ihlâssız işler ve samîmiyetsiz ibâdetlerdir Riyâ. Allâh’a itâat yoluyla kulun rızâsını istemektir Riyâ. Riyâ amelleri boşa çıkaran bir şirktir. Riyâ’nın, nefsin derinliklerinde saklı üç düğümü vardır: Medhi (övülmeyi) sevmek, zemmedilmekten (yerilmekten) korkmak, dünyâya düşkünlük ve insanların elindekilere tamah etmek. Riyâkâr, bu davranışlarında devâm eder ve insanlardan arzu ettiğini elde edemezse onlara kötü hisler ve kin beslemeye başlar. Bu davranışında ısrâr etmezse Riyâ bulaşığından temizlenmesi için Toprak’a yönelir ve sırasıyla Su, Rahat ve Şecâat basamaklarına ulaşır yolcu.
Şecâat; yiğitlik, bahâdırlık, cesâret ve kahramanlıktır. Gazap (öfke) kuvvetinin fazîlet tarafıdır Şecâat ve altıncı okun bulunduğu basamaktır. İleri atılma, geri çekilme gibi meselelerde Şecâat, hamiyyet kuvvetiyle birlikte şerîatın yönlendirdiği akla itâat eder. Allâh’ın kelimelerini yüceltmek için gerektiğinde gözünü kırpmadan ölüme koşan yiğitler doksanıncı basamağa, Şehâdet makâmına yükselirler. Şecâat’tan sonra yolcu sırasıyla Zînet, Güzel Ahlâk, Dimağ, Muhabbet, Ateş, Hilim ve yedinci okun olduğu Kâmil Mürşid’e vâsıl olur.
Kâmil Mürşid, gönül bahçesinin bahçıvânıdır, Hakk’ın kullarını Fahr-i Kâinât’a (s.a.v.), oradan da Zât-ı Kibriyâ’ya, Bekâ Billâh’a ulaştırır. Mürşid-i Kâmil’e intisâb edip itâat etmemek, kendi inandığını ve bildiğini yapmak, Zâtî Îtikâd’dır. Mürşid-i Kâmil’e, bir ârife ve kılavuza intisâb edip otuz dört basamak yükselmek yerine Zâtî İtikâd’ıyla yoluna devâm eden yolcu, Güzel Fiiller, Yakîn, Ulvî Âlem, Rıdvân, Cihâd menzillerini geçerek sekizinci okun olduğu İlim basamağına ulaşır.
Dünyâ ve âhiret ile ilgili ve akılla alâkalı hakîkatleri bilmektir ilim. Âlim; ihâta eden, idrâk eden ve tasavvur edendir. Mâlûm ise, bilgisi nefse nakşedilen şeyin zâtıdır. İlmin yüceliği, mâlûmun yüceliği ölçüsündedir. Şüphe yoktur ki mâlûmların en fazîletlisi, yücesi, üstünü ve şereflisi; Yaratıcı, var edici, Hakk ve Vâhid olan Allah’tır. Bu ilim yolcuyu: “Allâh’a and olsun ki ben içinizde Allâh’ı en iyi bileninizim ve Allah’tan en çok korkanınızım” buyuranın Muhammedî Mülk’üne eriştirir. Yolcu sırasıyla Îmân, Şerîat, Tarîkat, En Büyük Mükâfât, Cennet, Varlıkta Fenâ, Şeyhde Fenâ, İbâdet Mülkü, Cömertlik, Hakîkat, Mârifet, Kevn, Rûh, Lâhût, Ceberût, Fenâ Fillâh, Nübüvvet, Velâyet, Melekût, Nâsût, Şehâdet basamaklarına vâsıl olur. Doksanbirinci basamak sekizinci kancanın olduğu Gurur menzilidir.
Aldatma, kandırma, aldanma, kapılma, gaflet ve bilgisizliktir Gurur. Gurur, kişinin nefsinin arzularına ve bedeninin isteklerine uygun düşen şeyle tatmin olması, ötesini ve ilerisini düşünmemesidir. Kendini beğenme ve gururlanma hastalığına yakalanan Mihnet derekesine düşer. Gurur menzilini geçen “İsrâfil” basamağına sevk olunur. Yolcu sırasıyla Cebrâil, Muhammedî Mülk, Arş Kapısı, Bekâ Billâh, İbrâhîm Mülkü, Mîkâil, Azrâîl ve Şeytan basamaklarına ulaşır. Visâl-i Hakk’tan önceki son basamak olan Şeytan en büyük ve en tehlikeli olan dokuzuncu kancadır. Yolcunun apaçık en büyük düşmanıdır. Yolcu, her ânında şeytânın şerrinden Rabb’ine sığınmalıdır. Şeytâna uyan kişi ise nefsine uymuş olur, bu da onu doksan altı basamak aşağıda olan Şehvet derekesine düşürür. Böyle bir kula düşen, Allâh’ın rahmetinden ümîdini kesmemek, tekrar tekrar tövbe ederek yolculuğa yeniden başlamak, himmet ve azmini yenilemek, önceden düşmüş olduğu hatâya düşmekten kendisini korumaktır. “Mü’min, bir delikten iki kere ısırılmaz.”
Yüz birinci basamak olan Visâl-i Hakk, matlubdur, maksaddır, maksûddur. Yolcu, visâl-i Hakk’a erdiği zaman, visâline erdiği Hakk Teâlâ’nın taayyünden, taalluktan, takyîdden ve tekayyüdden münezzeh olduğunu bilir. Mevlâ’nın, olduğu gibi dâim olup, O’nun gayrısında olanların hakîkatte yok olduğunu anlar ve bu makamda visâl-i Hakk’a eren Habîbullah’ın (sav) mübârek sözlerini tekrâr ederek şöyle der:
“Ey bütün varlıklar tarafından bilinen Rabb'im! Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık. Ey yalnızca kendisine ibâdet edilen Allâh’ım! Sana hakkıyla kulluk edemedik. Ey bütün varlıklar tarafından zikredilen Rabbim! Seni hakkıyla zikredemedik. Ey yalnızca kendisine şükredilmesi gereken Allâh’ım! Sana hakkıyla şükredemedik.”
Haziran 2019, sayfa no: 46-47-48-49-50-51
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak