Ara

Annemin Vakıf Kazanı

Annemin Vakıf Kazanı

Birkaç sene önce idi. Her Ağustos ayında olduğu gibi yine memleketimiz olan Erzincan’a bağlı, Kemah’ın bir köyü olan Bozoğlak’ta idim. Köy meydanında birkaç arkadaşımızla sohbet ediyorduk. Zîrâ bütün çocukluk anılarımız buralarda oluşmuştu. Hâtıralarımızı yâd ediyoruz. Aşağı mahalleden el arabasıyla gelen bir komşumuz, selâm vererek yanımızda durdu. Nefes almak bahanesiyle o da sohbetimize katıldı. 

El arabasının içerisinde kocaman bir bakır kazan vardı. Gözüm gayri ihtiyârî kazana takıldı. Zannediyorum kazana merakla bakışım komşumuzun dikkatini çekti ve latîfe yollu şöyle dedi:

“Hayırdır ağabey, gālibâ kan çekti. Herhalde bir yerlerden tanıyacaksın kazanı?” Ben ise: “Böyle el arabasında kazanı taşırken görünce doğrusu merâk ettim. Hayrola! Nereden gelip, nereye gidersin?” dedim. Kazanın bize āit olduğunu, evde ihtiyaç hâsıl olduğu için başka bir komşudan aldığını söyledi. İşte o zaman kazanın hikâyesini hatırladım. “Evet, hatırladım, bizim değil de annemin Vakıf Kazanı. Daha doğrusu köyümüzün hayır kazanı” dedim. İsterseniz kazanın serüvenine geçmeden önce vakıf medeniyetimiz hakkında kısaca mâlûmât verelim.

Hz. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadîs-i şerîflerinde: “İnsanoğlu öldüğü zaman, bütün amellerinin sevâbı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnâdır: Sadaka-ı câriye, istifâde edilen ilim ve kendisine duā eden hayırlı evlat” buyurmuşlardır. İslâm âlimleri “sadaka-i câriye” kavramını “vakıf” ile açıklamış ve sadaka devâm ettiği müddetçe sevâbının da devâm edeceği kanâatine varmışlardır. Bu ve benzer hadîs-i şerîfler ışığında, rehberliğinde hayâtı yorumlayan dedelerimiz, vakıf kurma husûsunda ādetâ birbirleri ile yarışmışlardır. Yine bu anlayışın bir devâmı olarak insanların yanı sıra çevre ve hayvanlar için de birbirinden incelikli vakıflar oluşturduklarına şâhit oluyoruz. İşte bu derinlikli ve zarîf anlayışın, canlı-cansız bütün yaratılmışların faydası için ortaya koyduğu eserlerin toplamına da vakıf medeniyeti diyoruz. 

Dedelerimiz, insanı sevgi ve saygı odağı hâline getirmiş, bunun olumlu bir tezāhürü olarak da, kültür, tefekkür ve medeniyet târihine nice yeni usûl, vâsıta, kurum ve kuruluş kazandırmışlardır. Evet, onlar ayırt etmeksizin bütün insanlığa sundukları bu hizmetlerin büyük bir bölümünü birbirinden incelikli vakıflar aracılığıyla yapmıştır. Bugün dahi Balkanlar’dan Anadolu’ya, İstanbul’dan Kudüs’e, Kuzey Afrika’dan Kafkaslar'a kadar bu zarîf medeniyetin izlerini tâkip edebilmek mümkündür. 

Vakıf Medeniyeti

Târihin seyri içinde vakıflar gıdâ, eğitim, sağlık, sanat, mîmârî, ulaşım, bayındırlık ve savunma gibi pek çok alanda önemli roller üstlenmiştir. Devletin herhangi bir harcama yapmasına gerek kalmadan, insanların dînî, sosyal, ekonomik ve kültürel, beşikten mezara kadar pek çok ihtiyâcı hep bu vakıflar aracılığıyla karşılanmıştır. “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları ihtiyâcı karşılayandır.” düstûru ile Müslümanlar arasında vakıf kurmak, ardı sıra hayır eseri bırakmak ādetâ dînî bir rekābet alanı olmuştur. Osmanlı’da hayır işleme ve vakıf kurma husûsunda çok geniş bir sahaya el atılmasının arkasında işte bu inanç, anlayış ve kavrayış yatmaktadır. Bir zamanlar Osmanlı coğrafyasında 26.000 küsur vakfın kurulmuş olduğu kimi kaynaklarda zikredilir. Yoksul kızlara çeyiz almak, yerdeki tükürüklerin üzerini kül ve benzer şeylerle örtmek, sütannesi bulmak, yolları mum veya benzeri şeylerle aydınlatmak, çeşme yaptırmak, binek taşları, mola taşları ve sadaka taşları temin etmek için vakıflar kurulmuş o zamanlar. 

Vakıflardan bir vakıf var ki hakîkaten dikkate şâyândır. Hayırseverliliği ile tanınan Bezm-i Âlem Vâlide Sultân’ın Şam’da kurduğu bu vakıf hizmetkârların yanlışlıkla kırdıkları veya zarar verdikleri eşyâları, onların haysiyetleri rencide edilmesin diye tazmîn ediyordu. Bunlar gönle dokunan, hayâtı anlamlı kılan güzelliklerdendir. Ecdâdımızda içinde yaşadıkları toplumu düşünme olgunluk ve hassâsiyeti öylesine yüksek bir nezâket, zarâfet ve incelik meydana getirmişti ki, bir evde hasta bulunduğu takdirde o evin penceresine “sarıçiçek” konur, satıcılar ve hattâ mahallenin çocukları bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğini böylece anlar ve hastayı rahatsız edecek davranışlardan kaçınırdı.

Vakıflarla ilgili genel bir mâlûmât verdikten sonra, Anadolu’da hâlâ devâm eden farklı bir vakıf tarzından söz etmeye çalışacağız. Çeşme, namazgâh, yol, köprü gibi bilinen vakıf türlerinin dışında da vakıf çeşitleri vardır. Halk kültürü olarak değerlendirebileceğimiz kimi geleneklerimiz, göreneklerimiz daha ziyâde kuşaktan kuşağa şifâhî olarak aktarılır. Oysa bunların yazılıp öyle ya da böyle literatüre kazandırılması gerekmez mi? Maalesef bu noktada hâlâ sıkıntılarımızın olduğunu söyleyebiliriz. “Bu da yazılır mı, bundan belge olur mu?” deyip belki de nice değerlerimiz yok olmuş gitmiştir. Sadaka taşları, zimem defterleri, enâniyet zincirleri gibi pek çok inceliğimizi belgelendirmekte bugün dahi zorluk çekiyoruz. Sebebi vaktiyle bu güzelliklerimiz hakkında birkaç satır yazılıp, kayıt altına alınmamasıdır. 

Şehirlerimizde ve Anadolu’muzun pek çok bölgesinde mutlaka vardır. Ancak biz yine de mutfak araç-gereçlerinin de vakıf olabileceğine dâir kendi āilemizden bir örnek vererek kayıt düşmek istiyoruz. Taşınmaz sınıfına giren hayır eserlerinin, kimi hizmet türlerinin vakıflandırıldığı bilinen bir gerçek. Lâkin kap-kacak türü eşyâların tek başına vakıf olabileceği husûsunda pek mâlûmâtımız bulunmuyor. 

Kazanın Hikâyesi

Aynı anne ve babadan, beşi erkek, dördü kız, dokuz kardeşiz. Şehir hayâtına göre şimdi dört çocuklu bir āile bile kalabalık āile olarak görülüyor. Ancak 1960’lı 1970’li yıllara kadar üç aşağı beş yukarı hānelerdeki çocuk sayısı köylerde böyle idi. Zîrâ her çocuğun yapacağı bir iş vardı. Kimi davar otlatacak, kimi kuzu güdecek, kimi çift sürecek, kimi tarla sulayacak, kimi ekin biçecek. Yeter ki çalışacak adam olsun.

Erkeklerin de, kızların da kendine göre yapabilecek mutlaka bir işi bulunurdu. Öyle ki o zamanlar iki, üç çocuğu olanlara fakir nazarıyla bakılırdı. Hal böyleyken bāzı yaşı ilerlemiş komşu hanım teyzeler, nazı geçtiği için anneme: “Zeynep Hanım! Bu çocuklar ne zaman büyüyüp eli ekmeğe erecek?” diye latîfe yaparlarmış. Annem ise “Allah büyüktür, Ğafûrur-rahîmdir, o ne derse o olur” diye cevap verirmiş.

Tevekkülü elden bırakmamakla berâber, pek dillendirmese de içten içe “Acabâ hakîkaten bu çocuklar büyüyüp elleri ekmeğe erecek mi?” diye de düşünürmüş. Annem bu düşüncelere daldığı zaman otuz yedi yaşında ve dokuz evlâdın sāhibi bir anne idi. İşte bu düşünceler içerisindeyken 1970’li yıllarda bir de vaadde bulunmuş ve şöyle demiş: “Şâyet bir gün çocuklarım büyür, hakîkaten elleri ekmeğe ererse, bir kazan alacağım ve köylünün ortak kullanımı için vakfedeceğim…” 

Yıllar sonra o gün geldi. Zannediyorum 1990’lı yıllarda idi. Artık hepimiz büyümüş, en küçüğümüz bile eli ekmeğe ermiş ve evlenip yuva kurmuştu. Yıllar önce yaptığı vaad annemin aklına düşmüştü. Usûlünce bu vaadini babama hâtırlattı. Babam ise “Tamam inşâallah memlekete gittiğimizde, eli ekmeğe eren evlatlarımız da yardım ederse Erzincan’dan bir kazan alalım” dedi. Babam, bahar mevsiminde, köye gidilecek zamanda, annemin “vakıf kazanı” meselesini bize açtı. Herkes paranın kendi üzerine düşen kısmını ödedi. Annemi ve babamı Erzincan’a yolcu ettik. 

O zamanlar otobüs, kestirme bir yol olan Refahiye'den geçmez de Erzincan’a uğrayıp öyle Kemah’a giderdi. Erzincan’a vardıklarında, hemen bakırcıların olduğu Buğday Pazarı'na gidip bakırdan mâmûl, iki tarafında kulpları bulunan, devâsâ hayır kazanını satın almışlar. O saatten itibâren artık kazan bizim değildi. Zîrâ artık o bir vakıftı. Köylünün, halkın yāni kamunun malı idi. Yaklaşık yirmi yıldan beridir kazan köylünün hizmetinde. İhtiyâcı olan sırayla alır, işini görür, diğer komşuya teslîm eder. Hattâ bāzan civar köylere de götürülüp getirildiği olur. Biz kazanın nerede olduğunu kesinlikle bilmeyiz. Lâkin komşular en son kimin kullandığını bilir ve tâkip eder. Tabii daha çok kazan ihtiyâcı olan komşular izini sürer. Hizmetin devamlılığı da önemlidir.

Sağ olsun komşular bu hususta çok hassastır. Ancak yaz mevsimi bittiğinde dönüp dolaşıp kazan yine bize gelir. Kazan bize geldiğinde kontrol edilir, şâyet eksiği gediği varsa tâmir edilir. Kalay zamânı gelince yine Erzincan’a gönderilir, kalaylama işlemi bittikten sonra geri gelir. Bu hizmet tamâmen bize āittir. Esâsen bu diğer bütün vakıflarda, hayır amaçlı eserlerde de böyledir. Söz gelimi bir hayrat çeşme yaptırdıysanız bunun tabii olarak bakımını, temizliğini de üstlenmiş oluyorsunuz. Şâyet harap durumda bir çeşme ihyâ edilecek olsa, bu çeşmenin ilk yaptıranı bulunur, müsâadesi olursa yeniden ihyâ edilebilir. Bu da milletimizin hayır işlerine, vakıf hizmetlerine verdiği değerin, önemin bir göstergesidir. 

Halkın Ortak İstifâdesi İçin

Peki, bu kazanın ne özelliği vardı, ne işe yarardı ve neden önemliydi? Özellikle güz aylarında bulgur yapılmak üzere bu kazanlarda buğday kaynatılır. Biz buna “hedik haşlamak” deriz. Bu haşlanan buğdaylar çadır veya benzeri örtülerin üzerine serilir, kurutulduktan sonra bulgur yapılmak üzere değirmene gönderilir. Bulgurun önceki hâli olan yarma ile ayran yine bu kazanlarda birlikte kaynatılıp tarhana yapılır.

Kazanlarda kaynatılan bu ham tarhanalar belirli bir kıvama geldikten sonra bir avuç büyüklüğünde yuvarlak toplar hâlinde yine örtülere serilir ve kurumaya bırakılır. Kış boyunca çorbası yapılıp içilir. Tabii tarhananın içerisine isteğe göre bāzı ilâveler de yapılırdı. Bunların dışında düğün, cenâze yemeği gibi kimi büyük organizasyonlarda da yine bu kazanlardan istifâde edilirdi.

Senede bir-iki defa lâzım olduğundan kazan köyde herkeste bulunmazdı. Hepi topu birkaç āilede vardır. Bakırdan mâmül olduğundan fiyatı da hâtırı sayılır miktarda idi. Zannediyorum vaktiyle annem de kazan bulmakta sıkıntı çekmişti ki vaadde bulunmak için ilk aklına gelen şey yine kazan olmuştu.

Annemin kazan vakfetmeyi düşündüğü zaman da vakfetmeye nâil olduğu yıllarda da, açık yüreklilikle ifâde etmeliyim ki vakıf medeniyetimizin derinliğinden de, inceliğinden de bîhaberdim. Ne ilâhî tecellîdir ki medeniyetimizin başka bir güzelliği olan sadaka taşlarını, yıllar sonra kitap hâline getirmek de bu fakîre nasîb oldu. Elhamdülillâh, çok şükür. 

Annem Latin alfabesini bilmezdi. Resmi kayıtlarda ve istatistiklerde “okuma yazma bilmiyor” olarak geçer. Lâkin Osmanlı alfabesini bilir, Kur'ân-ı Kerîm ve Mızraklı İlmihal tarzı kitapları su gibi okurdu. Duāsının bereketini her dâim üzerimde hissederim. Fakirhānemizde kaldığı zamanlarda, kimi yazılarımı ona okur, görüşlerini alırdım. Allah rahmet eylesin, büyük bir dikkat ve sabırla dinler, memnûniyetle “Olmuş evlâdım olmuş, daha ne olsun” derdi. Yazımı bu teyitten sonra yayınlardım. Zîrâ bana göre onlar yaşayan târih, medeniyetimizin gerçek temsilcileri, Anadolu irfânının son temsilcileri idi. “Olmuş” dedilerse olmuştur Bi-iznillâhi Teālâ… Rabbim anacığıma ve bilcümle geçmişlerimize ganî ganî rahmet eylesin inşâallah… 

Haziran 2023, sayfa no: 46-47-48-49-50

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak