Modern dönemde insanlığın yaşadığı en önemli sorun kişinin kendine, diğer insanlara ve tabiata yabancılaşmasıdır. O kadar acı gerçek ki, artık insan eşyâya dönüştürülmektedir. İnsan ilişkileri yabancılaşmakta, insanın düşünceleri, duyguları ve eylemleri arasında uyuşmazlıklar artmaktadır. İnsan insandan ayrı düşünce güvensizlik, endîşe ve suçluluk duygusu herkesi içten içe kemirmektedir.
Günümüz toplumu giderek daha fazla anomik bir özellik gösteriyor. Günümüz toplumunda değerler bir türlü dikiş tutturamıyor. Âhenkli bir değerler sistemi inşâ edilemiyor. Toplum her geçen gün değersizlik içinde yaşamaya ve değerlerini kaybetmeye başlıyor. Gençler içlerindeki o anlam boşluğunu doldurmak için hiç olmayacak şeylere tevessül ediyor. Sahte birtakım mânevî oluşumlar ortaya çıkıyor, hız tutkusu belirmeye başlıyor. Bir başkasının acısına kulak kesilemeden, kalbin duyargalarını bir başkasının acısına ayarlayamadan hayâtımız geçip gidiyor. Öyle ki sonunda bir başkasını çok az hissedebiliyoruz ya da hiç umursamaz hâle geliyoruz.
İyilik ve cesâretleriyle zirve yapmış kahramanlarımızın yerini maalesef bugün bencil ve tamahkâr şöhretler almaya başladı. Yeni rol modellerimiz, içimizdeki iyilik hissini harekete geçiren ve âdetâ toplumları için kendilerini fedâ eden kahramanlar değil; sâdece kendileri için yaşayan, ahlâkî tutarlılık sergilemeyen, dünyâyla ilgili sahîci dertleri olmayan gelgeç şöhretlerdir.
Sömürgecilik halkları yoksun bırakırken, ülkemizde kitle iletişim araçları ve sosyal medya da insanımızı yoksun, perîşan ve hikâyesiz kılmaktadır. Kahramanlarımız kayıplara karışırken, içinde yaşadığımız toplumda Köroğlu’nun mertliği enâyilik, Yûnus’un pîrinden buğday yerine himmet dilemesi ise saflık olarak nitelenmeye başladı. Artık hiç kimse bir sokakta veya bir çeşme başında, bir kalp daralmasında yâhut bir sıkışma ânında Hz. Hızır kalitesinde insanlık seferberliğini göremez hâle geldi.
İnsanın kendinden, tabiattan ve Rabbinden uzaklaşmasına yol açan en önemli faktör, bizzat kendisinin benliğidir. İnsanın önündeki engelin kendi benliği oluşunu Ebubekir Şiblî (ö. 334/945) gāyet güzel izah etmektedir. İmam Şiblî’ye:
- Bu yolda size kim kılavuzluk etti?” diye sorulduğunda Şiblî;
- Bir köpek” diye cevap vermiştir.
Sözlerinin devâmında köpeğin kılavuzluğuna şu şekilde dikkatimizi çekmektedir: “Onu bir gün, bir su kıyısında neredeyse susuzluktan ölmüş bir haldeyken gördüm. Su içmek için eğilince, sudaki aksini görüyor, korkup geri çekiliyordu; onun başka bir köpek olduğunu sanıyordu. Sonunda susuzluğu öyle bir noktaya geldi ki korkusunu bir kenara itip suya daldı, öteki köpek kaybolmuştu. Köpek, kendisiyle arzusu arasındaki engelin yine kendisi olduğunu ve bu engelin artık yok olduğunu gördü. Benim engelim de, kendi benim olarak aldığım şeyin aslında engelim olduğunu öğrendiğimde ortadan kalktı. Benim yolum bana bir köpeğin davranışlarıyla gösterildi.”
İnsanın iki tür açlığından söz edilmektedir. Biri yiyeceğe, içeceğe, giyeceğe ve barınağa duyulan açlık gibi maddî olana duyulan ihtiyaçtır. Diğeri ise “Niçin?” sorusunun cevâbına duyulan anlam açlığıdır. Modern iş hayâtı insanların içinde saklı duran anlam arayışını törpülediği için, yaygın bir hoşnutsuzluk durumu ortaya çıkmaktadır.
İnsan sâdece kârını ve elindekileri çoğaltmayı düşününce ruhsal krizini tetiklemektedir. Varoluş gerçeğinin dillendirdiği niçin sorununa cevap veremeyenler kendilerinin ve başkalarının geleceklerini aydınlatamıyorlar. İnsanlar kişilikleriyle dikkate alındıkları, varlıkları ve biriciklikleriyle tanındıkları zaman mutlu ve bahtiyar olmaktadırlar.
Geçmişten günümüze ülkemizde anlam üreten yegâne kaynaklar; toplumun bizzat kendisi, cemâat şuuru ile hareket eden sivil toplum kuruluşları ve bizzat İslâm’ın evrenselliği idi. Modern yaşam felsefesiyle bu üç önemli anlam kaynağımız aşınmaya mâruz bırakıldı. Bu köklü kaynaklardan yoksun kalınınca da âileler dağılmaya, toplum gerilmeye, insanlar izole edilmiş bir hâlde yaşamaya mahkûm edildi. Dînî kurumlar eski hayâtiyetlerini kaybederken, insanlar nereden ve nasıl anlam devşireceklerini bilemez hâle geldiler. Anlam bilincine ermek ve yüksek anlam düzeylerine sâhip olmak için insanlar nereye koşacağını bilemez oldular. “Ben niye varım?”, “Niye yaşıyorum?” sorularının cevâbını verebilecek kimlikten yoksun duruma geldiler.
Neden mi? Çünkü modern dünyâda artık anlam kaynakları değişmeye başladı. Bilim, teknoloji, iletişim araçları, sosyal medya, eğlence sektörü, gösteriş hastalığı, reklam, ambalaj sanâyii, tüketim kültürü, şöhret olma hevesi ve ihtiraslar yegâne anlam kaynakları olarak belirmeye başladı. Günümüz insanları bir şeylere sâhip oldukça mutlu olabileceklerini zannetmeye başladılar. Bu maksatla her ortamda ve her fırsatta tüketim tarîkatı yaygınlaşmaya başladı. Tüketim insanlar arasında o kadar çok revaç buldu ki, artık insanlar tüketerek içlerindeki boşluğu doldurmaya ve dertlerine şifâ bulmaya çalışıyorlar. Daha iyi arabalara binip markalı giysiler giyerek komşularına ve arkadaşlarına giydikleri, yedikleri ve oturdukları yer ile hava atmaya, bu şekilde ne kadar farklı olduklarını belirtmeye ve bu oranda da kendilerini daha iyi hissedeceklerini düşünmeye başladılar.
Bahsi geçen tüm bu yaklaşımlar insanın içindeki boşluğu doldurmaya yetmiyor, içindeki yarayı iyileştirmiyor, varoluşun sorusuna cevap veremiyor. Anlam arayışına yönelik sorular o kadar çok derin sorular ki, o soruların cevaplanması çok daha yakıcı bir süreçte gerçekleşiyor. O sorulara ancak canımızı acıtarak cevap verebiliriz. O sorular için insan hayâtını târumâr etmişse bu sorulara kişi nasıl kolay cevaplar verebilir! Çok insan o sorulara cevap verebilmek için masalarda sabahlamış ve hayatlarını dere tepe dolaşarak geçirmiştir.
Geçmişin birtakım değer oluşturan ve anlam üreten kaynaklarından uzaklaşan bugünün insanı, onun yerine bir şey koyamadığını sonunda anlıyor. Sahte mâneviyatlara mâruz kaldığını görüyor. Kendini geliştirme ve rahatlama teknikleri, televizyon şovları ile çok ilginç dönüşümler yaşanıyor. Bizler bir zamanlar çok şeylerimizi konudan komşudan saklarken bizlere ne oldu ki birden milyonların önünde en mahrem durumlarımızı anlatır hâle geldik?! Bu kadar palas pandıras, bu kadar yalapşap, bu kadar iğreti bir biçimde en mahrem sırlarımızı televizyon önünde açar, hattâ kusar hâle geldik, ne oldu bize?
Âlemde her şey değişim ve gelişim seyrinde akıp gidiyor. İlâhî tecellîlerde tekrar olmuyor. Eşyânın farklı niteliklere, değişimlere ve gelişmelere sahne olması gibi insan da zaman içinde hep akıp gidiyor. Kimse dünden ibâret değildir. Dün gördüğümüz görüntü bugün değişebiliyor, bugün aldığımız kıvam yarın farklı bir şekle dönüşüyor. Biyolojik, fizyolojik, sosyolojik ve psikolojik boyutlarıyla insan her an yeni bir boyuta taşınıyor. Değişime ve gelişime açık insanın doğal olarak değer yargıları da zamanla değişmeye başlıyor. Doğru bildikleri farklılaşmaya, anlam verdikleri yer değiştirmeye, kendisine anlam veren kıymetlerin öncelik sırası farklılaşmaya başlıyor. İnsan ne kadar değişik hâllere ve konumlara dönüşürse dönüşsün özü itibârıyla hep aynı kalıyor. Temel mesele anlam arayışı ve varoluş meselesidir. Bu dünyâda niçin var olduğuma dâir sorduğum sorulara vereceğim cevaplar benim bu dünyâdaki değerimi belirlemektedir. Ölüm olduğu için hayâtımı anlamlı kılmakta, hastalık olduğu için sağlığımın kıymetini bilmekteyim.
Anlam duygusuna sâhip olanlar:
- Hayatlarında bir gāye sâhibi olurlar, bir gāye uğruna yaşamaya başlarlar.
- Vazgeçilmez değerlere sâhip olmaya başlarlar. Diğer yandan anlam duygusuna sâhip oldukça benimsedikleri değerlere sâhip çıkmaya çalışırlar.
- Kendi öz değerlerini yine bir anlam duygusundan devşirir konuma gelirler.
- Hayattaki etkinliklerini, verimliliklerini, hayatta bir şeyleri kontrol altında tutup değiştirebileceklerini anlam duygusu ile sağlamaya çalışırlar.
Anlam duygusundan yoksun olup bir anlam boşluğu içinde yaşayanlar, içerisinde bulundukları bu anlam boşluklarını tuhaf yöntemlerle doldurmaya çalışırlar. Kendi içerisinde bir kimlik bunalımı yaşayan ve târihte nerede durduğunun farkında olmayan bir insanın anlayacağı bir hakîkat bulunmaz. Kendi gerçekliğini kaybeden bir insan yaşam kalitesini elde edemez.
Duruşunu korumasını bilenler, sağlıklı bir zeminde durmasını becerenler, kendisinden şüphe etmeyen ve bunun için bir suçluluk duygusuna kapılmayanlar aslâ apolojetik bir söylem geliştirmeye ihtiyaç hissetmezler. Onlar; diyerek bir çıkış ve bir çözüm üretebilen yiğitlerdir. Böylesi bir çıkışı yapanlar entelektüel yaklaşımlarına derinlik kazandırır, ekonomik sorunlara çözüm üretir, siyâsî gelişmeleri farkındalık bilinciyle tâkip eder, ülkesi ve milleti için çok üretmeye çalışır, çok canlı bir hayat sürmenin çabasını güderler.
Pergel metaforuyla kendi anlam gerçekliğini ifâde eden Mevlânâ öncelikle bizleri nerede durduğumuzu idrâk etmeye dâvet eder. Durmak, duruş sergilemek ve yerimizi belirlemek anlamanın ve idrâk etmenin yegâne ölçütüdür. İnsan durduğu yerin perspektifini alıp konumunu anlamış olmaktadır. Değerlerimizi, anlam haritamızı ve kendi gerçekliğimizi iyi bilir, kimliğimizi sağlam bir şekilde geliştirebilirsek, ilerideki olayları daha iyi anlarız. Bir yerde durmak da yeterli değildir. Bir yerde durup kendi gerçekliğimize yakışmayacak bir şekilde davranırsak meseleleri anlamamız da başkalarınca anlaşılmamız da mümkün değildir.
Ekim 2025, sayfa no: 10-11-12-13
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak