Allâh’a îman mü’minin kendine, hayâta ve dünyâya anlam vermesini sağlar. Îman mü’minde benlik algılaması gerçekleştirir. İnanmak îman erinin ben ve ben ötesi şuuruna sâhip olmasını gerçekleştirir. Dolayısıyla insanda sorumluluk duygusu ve imtihan bilinci uyandıran yegâne güç îmandır. Îmânın esâsında Yaratan Mevlâ’ya karşı duyulan korku ve hayranlık, tevâzu ve güven vardır. Allah inananlara yalnız kendisine karşı değil çevresindeki insanlara yönelik de mütevâzı olmasını öğütlemektedir. “Rahmân'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) "Selâm!" derler (geçerler)”1; “Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zîrâ Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri aslâ sevmez.”2 âyetlerindeki tavsiyeler, bizleri sâhip olmamız gereken çizgiye dâvet etmektedir.
Tevâzu peygamberlerin en temel şiârıdır. İnsanlığın en mütevâzi şahsiyeti olan Hz. Muhammed’in (sav) şahsında bizlere Kur’ân-ı Kerîm şu haslet ve ilkeleri emir ve tavsiye etmektedir:
Başkalarına verilen dünyâ malına göz dikmemesi,
Mü’minlere alçakgönüllü olması,
Yaptığı iyiliği çok görerek başa kakmaması,
Yakınlara özellikle anne ve babaya iyi davranılması,
Bilhassa yaşlandıklarında onlara hor ve hakîr davranılmaması,
Alçakgönüllü olunması ve duâ edilmesi,
Elden bir şey gelmezse hiç olmazsa güzel sözlerle gönüllerinin alınması,
Üzerinde dolaşılan yeri saçıp savuracak kadar güçlü, dağlarla baş edecek kadar ulu olunamayacağına göre yeryüzünde kibirlenerek ve böbürlenerek dolaşılmaması.
Bu ilkelere sımsıkı bağlı bulunan Peygamber Efendimiz’i (as) ashâb-ı kiram en fazla mütevâzı olduğu için sevmişlerdir. Peygamber Efendimiz’i örnek alan takvâ sâhipleri alçakgönüllü davranış sergilerken, şeytan ve avanesi kibir ve gurûra kapılmışlardır. Bu gerçekten hareketle şu tesbitimizi özellikle vurgulamak istiyoruz: Kişinin Allah ile irtibâtı takvâ düzeyinde, insânî ilişkileri tevâzu mihverinde, dünyâ ile ilişkisi zühd boyutunda ve nefsi ile ilişkisi ise mücâhede gayretinde olmalıdır.
Alçakgönüllülük insanı yücelten ve kendisinin anlam kazanmasını sağlayan temel değerdir. İnsanın fıtratına yakışan alçakgönüllü olmasıdır. Alçakgönüllülük başkalarıyla aramızdaki perdelerin ve engellerin ortadan kaldırılmasını sağlayan en özel etkendir. Kendilerinde yetkinlik göremeyenler, kendi gerçekliklerinden habersiz kalanlar ve kişiliğini geliştiremeyenler kibirlenerek kendilerini farklı göstermeye kalkışırlar. Kibirli sîmâlar kendilerini eksiksiz ve kusursuz göstermek sûretiyle her türlü müsbet gelişime ve tekâmül imkânına kendilerini kapatmış olan, yenilenmekten, değişmekten ve gelişmekten korkan ve ürken tiplerdir. Bütün gelişim mekanizmalarını donduran kibir ehli güruh, târih boyunca statükonun öncüleri, değişim ve gelişimin nasipsizleri konumuna gelmişlerdir. Kibir ehli sîmâlar boş gurûra bürünmüşler, kendini yeterli görme hastalığına kapılmışlardır. Allâh’ın ihsan ve rahmetini görmezden gelirler, Allâh’ın yardımına muhtâc olduklarını inkâra kalkışırlar, egosunu dev aynasında seyretme zilletine düşerler, narsizme varan saplantılara mâruz kalırlar, sâhip oldukları imkânlar, nimetler ve zenginliklerden dolayı azıtırlar, kendini kendilerini yeterli görürler, Allâh’ın ậyetlerinden yüz çevirip havalara girerler, maddî imkậnlarla şımarırlar ve maddî imkậnsızlıklardan dolayı da bunalıma girerler.
Şeytânın hasleti olan kibirden kaçınıp tevâzuyla Rahmân’ın has kulu hâline gelmeye çalışan kişinin davranışlarını belirleyen onun îmânıdır. Gönlünde îmânı kavî olan mü’minin davranışları îmâna göre şekillenmeye başlar. Îmânın gücüne eren mü’min yeme ve içmesinde, giyim ve kuşamında, hal ve hareketlerinde tevâzu zenginliğine ermeye çalışır. Peygamber Efendimiz (sav) bu gerçeği hadîs-i şeriflerinde şu şekilde ifâde etmektedir: “Mütevâzı giyinmek îmandandır.”3
Tüm mü’minlerin en temel hasleti olan tevâzu özellikle derviş kitlelerinin vazgeçilmez pâyesi olmuştur. Münâcaat lisânıyla Hakk’a yönelen, müşâhede eğitimiyle Hakk’ı şuhûd eden ve nefsine karşı mücâhede eğitimi gerçekleştiren dervişin Allâh’a yönelişinde uyması gereken âdâbın en önemlisi, başına gelen hârikulâde hallerle mağrur olmamasıdır. Başkalarının madde, eşyâ, makam ve mevkiiyle gerçekleşen ayak kaymaları dervişte mânevî nimetlere aldanmak sûretiyle gerçekleşir. Dervişlerin nâil oldukları keşfe ve kendilerinde zuhûr eden kerâmetlere, vâridatlarını ve vâkıalarını dile dökmemesi, vâsıl oldukları birtakım mânevî hallere aldanmaması Allâh’a itâatlerinin olmazsa olmazlarıdır. Derviş hırkasına, tâcına, cemâatine ve dergâhına güvenmez. Allâh’a güvenir, Allâh’a dayanır ve tüm varını Hak uğruna hebâ eder. Derviş olanca çabasıyla himmetini âlî tutar ve her zaman Hakk’ın iltifâtını beklemeye koyulur. Yâkub-ı Çerhî, bu konuda kendi tecrübesini aktarır ve “Biz her ne bulduysak himmetimizi âlî tutmakla bulduk” der. İbâdet hayâtı dervişin Hakk’a boyun bükmesini, nefsini yenmesini ve benliğinden geçmesini sağlar. Yâkub-ı Çerhî bu hatırlatmasıyla kişinin yaşadığı mânevî haller sebebiyle mağrur olmamasını tavsiye etmektedir. Yâkub-ı Çerhî bu hatırlatmasıyla tevâzuun eylemlerimizden çok varlığımıza tekâbül ettiğine işâret etmektedir. Çünkü herşeye kaadir olan Allah’tır. Herşeyin sâhibi ancak Allah’tır. Bizlerse O’nun varlığı karşısında bir hiçiz. Tevâzu ancak mahviyet bilinciyle kıvâma ermektedir. Allâh’ın mahlûkâtına karşı takınmamız gereken yegâne haslet tevâzudur. Tevâzuun ötesinde yaratılmışlara şefkat hissi uyandıran başka bir erdem düşünülemez. Tevâzu bize şu iki gerçeği kazandırmaktadır: Birincisi, biz mevcut değiliz çünkü sâdece Allah hakîkaten mevcuttur. İkincisi, her insanoğlunun bize öğretecek bir şeyi vardır, çünkü insan sûreti sınırlı olsa da sınırlamalar iki farklı insan arasında aynı değildir.
Yaratılış gerçeğimiz olan ve fıtratımızın sesi olarak niteleyeceğimiz tevâzu, kalbin iyiliğe yönelmesini ve aklın cilâlanmasını sağlar. Dünyâda Allah için tevâzu gösteren kişiyi Allah, âhirette yok olmayan sonsuzluk tahtı ve hiç eksilmeyen mülkün minberi üzerinde yükseltir, mertebesini yüceltir ve günahları ondan uzaklaştırır. Tevâzu kulun Allâh’ı gereğince zikretmesini sağlar. Tevâzu yapılan iyiliklerin sevap hazînesini katmerleştirir. Kötülüklerin bir bütün hâlinde terk edilmesini sağlar. Çünkü kim Allah için tevâzu gösterirse Allah onu yükseltir. Tevâzua ulaşan insanlar herkese hak ettiği değeri verir. Kendi benliğinde tevâzuu bir ahlâk olarak yaşayan insan, kalbî huzura kavuşur. Hakk’a itâat etme azmini gerçekleştiren tevâzu aynı zamanda kişinin Hakk’a itirâz etme zilletinden kurtulmasını sağlar.
Bâzı kimseler Nasreddin Hoca’nın bir kerâmet göstermesini isterler. Hoca ‘tamam’ der. “Şu karşıdaki ağacı bana doğru yürüteceğim” diyerek ağaca seslenir: “Ey ağaç yürü!” Ağacın yürümediğini gördüğünde yerinden kalkar ve ağaca doğru yürümeye başlar. Ne yaptığını soranlara: “Bizde gurur, kibir yoktur. Ağaç bize gelmezse biz ağaca gideriz.” der. Nükteleriyle tasavvufî hakîkatleri telkîn eden Nasreddin Hoca, bu fıkrasında bizleri içimizdeki benlik putunu devirmeye dâvet etmektedir.
Tevâzu ancak belirli ölçü içerisinde olmalıdır. Yâkub-ı Çerhî bize hâkim olmakla yükselme, başını eğmekle de olgunlaşma olmayacağını belirtir. Diğer insanlar arasında tevâzu sâhibi imiş gibi görünüp onların saygı ve hürmetini kazanmaya çalışmak hoş bir tavır değildir. Nitekim Hz. Ömer (ra) bir gün, başını eğip hiç kimseye iltifât etmeyen bir adam görünce ona; “Ey adam boynunu kaldır!” der. Yâkub-ı Çerhî bunu, “Meclistekilerden hiçkimsenin onun hâlini bilmesi gerekmez.” şeklinde açıklar.
Yapmacık olarak gerçekleşen tevâzu gösterisi kişideki rûhî olgunluğun bir tezâhürü değildir. Başkalarının yanında mütevâzı gibi gözükmeye çalışmak insanlardan beklentiye koyulmanın bir göstergesidir. Rûhî ve zihnî olgunluğa erişenler vicdânın sesini dinlerler ve iç kontrol mekanizmasını devreye sokarlar. Başkalarının tepki ve beğenisini değil Hakk’ın rızâsını hedeflerler. Ahlâkî tutarsızlığı değil ahlâkî kemâlâtı şiâr edinirler. Ahlâkı, takvâsı, tevâzuu ve mânevî hasletleriyle insanların saygısını çekmekten kaçınan sûfîler giyim ve kuşamlarında dikkat çekmemeye çalışmış, tekkelerinde toplumdan izole edilmiş bir yaşam sürmeyi düşünmemişlerdir. Öyle ki melâmet adı verilen böylesi bir neşveyle onlar yaptıkları iyilikleri ve hayrı gizlemeyi, işledikleri kötülükleri açığa vurmayı hedeflemişler, kendilerini halka kınatacak tarzda hareketlerde bulunmak gibi uygulamalara kalkışmışlardır.
Hikmetlerinde gerçek alçakgönüllülüğü, Allah Teâlâ’nın azametine ve sıfatlarının tecellîsine tanık olmaktan doğan alçakgönüllülük olarak tanımlayan Atâullah el-İskenderî, tevâzu göstereyim derken tevâzu iddiasına kalkışanları şu şekilde uyarmaktadır: “Kendisini alçakgönüllü gören kimse, aslında kendisini büyük görendir. Çünkü kendisini alçakgönüllü görmek, ancak kendisini yüksek görmekten kaynaklanır. Böyle olunca sen kendini alçakgönüllü gördüğünde aslında kibirlisin demektir. Alçakgönüllü, kendisinin daha yüksek bir konumda bulunduğunu düşünerek alçakgönüllülükte bulunan değil, ancak kendisinin daha alçak bir konumda bulunduğunu düşünerek alçakgönüllülükte bulunandır.”
Atâullah el-İskenderî bu yaklaşımıyla bizlere mahviyet duygusu ile hareket etmemizi ve hiçlik boyutunda kulluğumuzu gerçekleştirmeyi salık vermektedir. Serlevha hâlinde yazılıp gözler önünde sergilenmesi gereken bir diğer ölçüyü ise Atâullah İskenderî şu şekilde beyân etmektedir: “Kendini küçük görme ve muhtaçlık duyguları doğuran bir günah, kendini güçlü görme ve büyüklenme duyguları doğuran bir ibâdetten daha hayırlıdır.”
Şâirin:
Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyince hâke nebât
Mütevâzi olanı rahmet-i Rahmân büyütür.
beytinde de belirttiği üzere, tohum toprağa düşmeyince filizlenip büyüyemez. Bunun gibi alçakgönüllü olanı da Allâh’ın rahmeti büyütür ve yüceltir. Tevâzuda ise ölçüye dikkat etmeliyiz. Zîrâ tevâzuun azlığı kibir alâmeti, aşırılığı ise zillet göstergesidir. Sözlerimi ünlü sûfî Fudayl b. Iyâz’ın kendisi gibi zâhid ve muhaddis olan Şuayb b. Harb’e, Kâbe’yi tavâf ettikleri bir esnâda söylediği şu sözle tamamlamak istiyorum:
– Şuayb! Eğer bu yılki hacca sen ve benden daha günahkâr bir kimse gelmiştir diye düşünüyorsan, bil ki bu çok fenâ bir zandır.
Dipnotlar:
1 Furkan, 25/63.
2 Lokman, 31/18.
3 Ebû Davud, Tereccül, 1 (4161); İbn Mậce, Zühd, 22 (4118).
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak