Ara

Allah Güzeldir, Güzeli Sever

Allah Güzeldir, Güzeli Sever
Mukaddime “Allah âdın zikredelim evvelâ Vâcib oldur cümle işte her kula” Hepimiz, hayatın bir ucundan tutmak gayreti içerisinde yaşamaya devam ediyoruz. Hayatın ucundan tutmak… Hacerü-l Esved misâli yani. Umûmuna göz attığımız zaman ki elbette dünya cennet değildir, her şeyin bir imtihan olmasından nâşî hayat da çoğu zaman kara. Fakat verilmiş bir ni’met olmakla kıymetli, mahiyeti hasebiyle ehemmiyetli. Çünkü ötelerin mahsulü, bu tarlada ekili. Ol vesileyle hayatın üzerine bırakıldığı dünya düzeninde, onun herhangi bir ucundan tutan her insanın emeği de aynı nisbette kıymete haiz. İçinden ve dışından, görünen ve görünmeyen kısımlarından, her birimiz o binayı ayakta tutmaya ve o bina içerisinden arş-ı âlâya ulaşacak kendi merdivenimizi kurmaya me’mûruz ve cemiyet içerisinde bir ferd fakat cümlesinden mes’ul olarak imtihandayız. Bu vechile ardımızda kalacak tek bir noktanın dahi hükmünün olacağı güne iyi hazırlanmak… En nihâyetinde hayatın ucundan tutmanın izâhı bu olmalı. İnsan, ictimaî bir varlık olması hasebiyle maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bir nizam içre ve medeniyetin temini için muvafık bir meslek kolunda herkesin faydası için bu muazzam sistemin bir parçası olmalıdır. Tabîbler, edîbler ve büyüklü küçüklü her meslekten insanlar, ömürlerini bu nev’i ihtisasları edinmek için çalışarak geçirir, böylece cemiyetin ve ferd ferd insan hayatının devamlılığını sağlar, aynı zamanda kendi geçimlerini sürdürerek şahsî ve ailevî hayatlarını idâme ettirirler. Buraya kadarki kısım, cemiyetin görüneni, yani maddesidir. Fakat rûhu olmayan bir canlı düşünülemez. Rûh, özdür. Yani hayatın asıl sebebi. Eğer hayatın umûmunun, bu rûhtan yoksun olduğunu düşünürsek, onun bizzat bir ölü, çürümekte olan bir ceset olduğuna kânî olmamız gerekir ki bunu kabullendiğimizde, yaşamak davasındaki efrâdı da bu ölü beden üzerinde gezinen gayesiz kurtçuklar olarak tasavvur etmemiz îcâb eder. Fakat hayır! Biliyoruz ki durum böyle değildir. İşte insanı bu şekilde bir yavaş yavaş yok oluş fâciasından koruyan rûh, ma’neviyattır. Maddî hayatı, kusursuz işleyen bir organizmanın hayreti şâyân capcanlı sistemine dönüştüren rûh, ma’neviyattır. İctimâî ma’neviyatı teşkil eden unsura ise san’at diyoruz. San’at ve Gayesi Nedir? Arapça, sun’, yapma kökünden gelir (Kanar, 2010:421). Fakat yapmaktan maksat daha ince bir imayı himaye eder. Lugat ma’nâsiyle, “bir şeyi güzel yapmak, bir şeyin güzel, beğenilir olması için uygulanan kurallar” (Devellioğlu, 2010: 1074). “Güzel san’atlar, edebiyat, müzik, resim, mimarlık ve tiyatro gibi insanlarda meftunluk ve hayranlık uyandıran san’atlardır ki gerçekleştirdikleri eserler, ancak hayat ve tabiatın ince bir duygu ve üstün bir sezgiye dayanan ayrı bir görüşle görülebilmesiyle meydana çıkarlar” (Yazır, 1981: 116). Yani kısaca, iç dünyamızdaki renk, çizgi, ses ve şekillerin, bir âhenk içinde maddeye aksettirilmesidir. İçimizdeki ilâhî nefesten maddeye üflemek, ona hayat vermek. Fakat yaratıcılık kisvesiyle, kibirle değil, yine bir kul edâsiyle, tevâzu ile, yerini ve aczini tam bilerek… İnsan, ma’lum olduğu üzre eşref-i mahlûkat olmakla müstesna bir yeri haizdir. Bu hususiyete sahip olabilmek adına, sair mahlûkattan, başta irade, sonra hissediş, kabiliyet ve nice donanımlar cihetiyle çok daha mükemmel bir surette yaratılmıştır. Bu bakımdan yalnızca maddî ihtiyaçlarını karşılamakla huzura kavuşamaz. Çünkü bedenen muntazam ve sıhhatli fakat rûhen eksik olanın ne kendine, ne de etrafındakilere verebileceği bir şey yoktur. Bedenî hastalıkların neticesi yine herkesin rahatça girebildiği hastaneler olmakla birlikte, rûhu hasar görmüş insanlar, belki şehirlerin dahi dışına kaçırılmak suretiyle tamamen cemiyetten koparılmış bîmarhanelere koyulur. Elinde olan tek serveti ve onun dışında her şeyin bir emanet olduğu insanın tüm varlığı, rûhudur. Sıhhat bulması için de san’at en müessir ilaçlardandır. San’at güçlü bir mürebbîdir. Kâinattaki binlerce âlemde meskûn sayısız varlığın tek mürebbîsi Rab Teâlâ’nın kusursuz bir mucizesidir. “Felsefe ve estetik tarihinde, çeşitli tertiplere uğramış olan güzel san’atlar, Hegel’e göre sırasıyla; mimarlık, heykeltıraşlık, resim, müzik ve şiir olmak üzere beştir. Bu tertibde san’atın mîmarlıktan şiire doğru yükseldiği, maddenin hafiflediği, rûhun derinleştiği, maddenin rûha doğru bir yükselişi görülür” (Yazır, 1981: 116-117). Rûhun en derin hislenimlerinin bir eseri olan, mucize olarak adlandırdığımız san’atta ise edeb, asla görmezden gelinemeyecek bir olmazsa olmazdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v), Allah güzeldir, güzeli sever buyuruyor. İlâhî nefhadan bir parça olan insan da fıtraten güzeldir. Edeb, bu güzelliği hıfz eden, koruyan mükemmel bir zırh iken eser, işte bu korunmuşlukla icra edildiği müddetçe san’at olma hususiyetini iktisab eder. Saf olmakla... Nefsin kir ve bulaşığından korundukça… San’at, ancak bu şekilde gâyesini gerçekleştirecek hâle bürünür. Bir yol gösterici, huzur kaynağı halini alır. Kısaca edeb ve şuurla güzeli, güzeller içerisinde En Güzeli aramanın adıdır san’at. “Ben müziği bilmiyorum tabii. Ayrıca dinlemeye gidecek olsam bile müziğe kulak vereceğim yerde müzisyeni seyrederim.” Bu söz, bir san’atkârın, bir ressamın, Van Gogh’un dilinden dökülüyor. Hiç de gizli saklı ve zor olmayan bir hakîkati izah ediyor sözleriyle. Esere takılıp kalmamayı, onun ardında gizli san’atkâra yani hakîkatte mahlûkatın halk edicisine gözlerimizi dikmeye işaret ediyor. San’atın en ulvî gayesini de apaçık gözler önüne seriyor. San’atın gâyesi iki yönlüdür. Birincisi san’atçıya, ikincisi insanlığa müvecceh iki gâye. Hiçbir eser kolayca ortaya çıkmaz. Yazılan tek bir harfin, bir mısraın, tek fırça darbesinin altında uzun yıllar boyu süren zorlu bir çalışma, bir istikrar, sabır ve azim vardır. Hattatlar bu durumu; “hat san’atını öğrenmek için bir ömür, sonra öğrendiklerinle yazmak için bir ömür daha gerekir” diyerek anlatırlar. Bu cihetiyle san’atın, san’atçıya katkıları; Sonsuz bir sabır, sükûnet, azim, güçlü bir estetik algısı, güzeli ve çirkini daha kuvvetli kıstaslarla ayırma kudreti… Bunlar şahsî edinimler. Fakat en başta, san’atın mâhiyetini idrâk etmiş olması hasebiyle yaratılmış onlarca san’at eserinin büyük san’atkârına yönelmektir. Elbette nasip çerçevesinde. İkinci veche halka bakar. Tarih boyunca hep güzeli aramakla birlikte husûsiyetle mânevî cepheyi, gerek mabet mi’mârîleri, gerekse mukaddes metinlerin durumuyla temsil etmiş olan san’at, insanları daima ruhî olgunluğa ve kaynaşmaya çağıran, ulviyeti temin eden bir yapı sergiler. Ortak kültürün en temel parçası olduğu için bütünlüğün başlıca sağlayıcısıdır. Ayrıca san’atçının üzerinde oluşturduğu te’sirleri esere dönüşerek toplumun üzerine yayması medeniyetin en yüce yapı taşını meydana getirir. Nasıl ki maddî hayatı, hayatın dış cephesini meydana getiren hiçbir meslek kolu ve iş sahasının yokluğu tasavvur edilemez ise, rûh dünyasının, mânevî hayatın, şahsî, ictimaî ve medenî olgunluğun temel binası olan san’at da aynı derece de mühim bir rolün sahibidir. Tabi kurallar çerçevesinde olduğu müddetçe. San’atta Gelenek Medeniyetin her safhası gibi san’at da geçmişten gelen birikimler üzerinde yükselerek en iyiye ulaşmayı hedefler. San’attaki “klasik” anlayışı da bunun bir neticesidir. Klasik olan, tarih içerisinde ulaşılmış en üst mertebeyi ifade eder. Husûsiyetle günümüzdeki modernlik furyası içerisinde insanları kendine köle etmiş sınırsız özgürlük anlayışıyla hemen hemen her sahadaki üslûbsuz ve san’atsız eserler, ilerlemenin, kuralsız bir sûrette daima yol almak ma’nâsına gelmediğini çok etkili bir şekilde anlatır. Önce geçmişteki binlerce üstadın emeğiyle vaz’ edilmiş kurallar bütününü benliğimizden kurtularak kabullenmek, yani etrafındaki taşlık bozuk arazilerde yol aramaktan vazgeçerek tekrar yola çıkmak lâzımdır. Avrupa san’atında klasik olarak adlandırılan Yunan san’atı sonraki dönemlerde bozulmuş, köhnemiş, bilhassa Gotik dönemin yaşandığı 12. asırdan 15. asra kadar san’at, muharref Hıristiyanlığın kilisesi elinde ve dînî ideolojiler ile estetikten, rûha sükûn ve vusûl vermekten uzaklaştığı bir döneme girmiştir. Fakat insan fıtratının, bu buhranı daha fazla taşıyacak mecâli kalmadığında, bu akıma aksi bir te’sîr oluşturmak ve yeniden güzeli bulmak adına Rönesans hareketi başlamıştır ki bu doğrultuda kendine gâye olarak yine klasik dönemin zarafetine ulaşmayı seçmiştir. Doğu san’atında ise tüm oluşumlar, Osmanlı medeniyetinin huzur ortamı içerisinde o güne kadar geldikleri konumla yeniden hayat bulmuşçasına ayrı bir gelişim sahası bulmuşlardır. Her biri yeni üslublar edinmiş ve Devlet-i Âliyye toprakları içerisindeki saraydan halkın her tabakasına yayılmış san’at aşkıyla eşi bulunmaz bir ortamla karşılaşmış, tüm dünyadaki san’at ve hatta ilim erbâbı akın akın bu topraklara gelerek ufukların ötesine geçme gayreti ile çalışmışlardır. Edebiyat, musıki ve nice tezyînî san’atlardaki ulaşılan seviye, bugün hâlâ hayretle ve ibretle seyrettiğimiz bir şâhika olmak husûsiyetinden bir şey kaybetmemiştir. Arap topraklarında doğmuş ve Arap harfleriyle icra edilen Hüsn-i Hat san’atı için dahî ulaştığı yüksek seciye ile Kur’an Mekke’de indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı denilmiştir. Fakat son zamanlarda, Tanzimat sonrası ve en mühimi Cumhuriyetin ilanından sonra yoğun Batılılaşma çabaları ile gerekli gayretin gösterilmemesi, üstüne üstlük yanlışta direnilmesi, iplerin elden kaçırılmasına ve üst seviyedeki bu medenî-kültürel oluşumun ihmâline, netice itibariyle güçlü bir yere kapaklanışa sahne olmuştur. Batıdan alınmaya çalışılan teknolojinin yan tesiri kültürel etkileşim ve bunda dozun kaçırılması, ciddi bir çöküşe götürmüştür. Tabii olarak kültürel etkileşim inkâr edilemez bir gerçektir. Bizdeki mesele, yeni geleni eskiyle harmanlayamama, bununla bir yükseliş temîn edememe, yeniyi eski ve güzel olana tercih etme meselesidir ki bu, asırlık bir çınarı kökünden kesip yerine yeni bir fidan dikerek bir daha büyümesini beklemek gibidir. Ancak acaba o fidanın bu topraklarda büyümeye, buranın havasına ve suyuna uyum iktisab etme istidâdı var mıdır? Bu soruyu sormamak hatanın başlangıcı olmuştur. Rıfkı Melûl Meriç, Türk Tezyinî San’atları (1937) adlı eserinde bu konuya değinerek: “Her millette her türlü san’atın bulunmayacağı pek tabiîdir. Bir millette başka milletlerde mevcud san’atların geçmesi ve yerleşmesi için aralarında maddî ve mânevî mübadelelerin başlaması ve ictimaî-bediî zaruretlerin doğması icab eder. Eğer bir millet, kendine tamamîle yabancı bir medeniyetle karşılaşmış veya o medeniyet dairesi içine girmişse yeni girdiği medeniyette mevcûd her şeyle –şuurî olsun, gayri şuurî olsun- iştigal etmek mecburiyetinde kalır. Mesela Türkler İslâmiyeti kabul ettikten sonra o medeniyetin aslî san’atlarından biri olan yazıyı da kabul etmişler, onun inkişafı ve yeni bediî kıymetler iktisabı hususunda âmîl olmuşlardır. Fakat bu san’atın menşei, yabancı bir milletin ictimaî zaruretleri ile İslamî idéologie’nin takarrür ve intişârına matuf gayretler olmakla beraber Türkler onu benimseyip sadece vahiy vasıtası yahut tezyîn unsuru olmaktan kurtararak Arap ve İran üslûblarından ayrı ve fevkalade mütekâmil bir üslûbda müstakil millî bir san’at haline getirmişlerdir” (Meriç, 1937: 6) demektedir. Durumu Batı cihetinden ele alırsak, herhangi bir mânevî bağın ve uygunluğun olmaması sebebiyle her ne kadar ticarî, ictimaî münasebetler gerçekleşmiş ve bu kültürel sahaya da tabiî olarak sıçramışsa da o bölgenin san’at ve kültür birikimlerinin kendi topraklarımızdakine tercihi, aynı zamanda alınan san’atların –resim ve heykel gibi daha önce bir kısım sebeplerden dolayı üzerinde düşülmemiş olan san’atların- ileriye götürülemeyip taklitten öteye geçememiş olması medenî zayıflığın asıl sebebi olmuştur. Klasik dediğimiz seviyeye yeniden çıkılması, çıkmazları ortadan kaldıracak tek kaynaktır. Buradaki mantık, eskiyi aynen bu güne getirmek değil, Yahya Kemal’in meşhur ifadesiyle “kökleri mâzîde olan âtî olmak” gayreti içerisine girmektir. Eşi benzerini bulmak kabil olmayan dîvân edebiyatından hiç mi alınacak incelik yoktur? Ya da hiçbir medeniyetin sahip olamadığı derinlikte bir rûhî tesire haiz musıkimizin bugüne verebileceği ve tekâmülde yer edinebilecek hiç mi estetiği yoktur? Her şey bir bina gibi bir temelin ve o temel üzerinde yükselen katların üzerinde zirveye ulaşır. Bu sebeple aşağı yukarı bir asırdan beri devam eden hataların artık önünün alınması icab eder. Geçmiş zamanların üst seviyedeki san’at anlayışı ve dünya görüşü idrak ve fehm edilmelidir ki bu en yapıcı başlangıç olacaktır. San’at, rûha münhasır bir husûsiyettir demiştik. Rûh ise sevgi, muhabbet, şefkat gibi her şeyin üzerindeki olguların asıl kaynağıdır. Menşei temiz olduğu için de en temizdir. Bu sebeple san’at sevgi demektir ve asırlar boyu bu güzellikleri hayatının her köşesine ayrılamaz parçalar olarak yerleştirmiş Osmanlı’nın medeniyet anlayışını da sevgi oluşturur. Onlardan kalan kültür mirasını yeniden keşfederek hayatımıza tatbik ettiğimizde o sevgi medeniyetini yeniden kurmak hiç de zor olmayacaktır. San’atın gayesi kavrandıktan ve kendimize uygun bir sahasından tutmak azmini gösterdiğimizde ise insan olmanın en mukaddes menzilleri aydınlık birer yol olup önümüzde belirecektir. Aklı terk eylerdi âlem aşkı bir bilseydi ah Aşk muhabbetsiz hayattan eylemektir ictinâb Hakka vâsıl olmak ister her gönül bî-iştibâh Bir amel aşksızsa ancak Hakka olmuştur hicâb (Veysel Öksüz) Kaynakça DEVELLİOĞLU, F. (2010). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, 26. Baskı, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara. KANAR, M. (2010). Arap Harfli Alfabetik Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, 1. Baskı, Say Yayınları, İstanbul. MERİÇ, R. M. (1937). Türk Tezyinî San’atları ve Son Üstadlardan Altısı, Güzel San’atlar Akademisi Neşriyatı, İstanbul. YAZIR, M. B. (1981). Medeniyet Âleminde Yazı ve İslâm Medeniyetinde Kalem Güzeli, 2. Baskı, DİB Yayınları, Ankara.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak