“Bu yolda imâm-ı ehl-i irfân
Mevlud eserin yazan Süleymân
Oldur şuarâ-yı Rûm’a üstâd
Oldur eden ehl-i nazmı irşâd”
(Ziyâ Paşa, Harabat Mukaddimesi, 76)
Türk şiirinin kurucu metinlerinden birisi, Süleyman Çelebi’nin yazdığı Vesîletü’n-Necât’tır. Halk arasında Mevlid adıyla da anılan bu eser, Osmanlı Devleti’nin en sıkıntılı dönemlerinden birisi olan Fetret Devri’nde yazılmıştır.
Fetret Dönemi’nde dağılan zihinleri Peygamber sevgisi etrâfında yeniden derleyip toparlayan bu metin, altı yüz yıldır Türk dili ve kültürünün ulaştığı geniş coğrafyada güncelliğini korumakta, çeşitli vesîlelerle okunmaktadır. Mesnevî nazım şekliyle yazılan Mevlid, bahirlerden (bölüm), bahirler de fasıllardan (alt bölüm) oluşan bir metindir. Her bir bahir veya faslın sonunda okunan Aşr-ı Şerîfler ve tevşihler ve getirilen salavâtlar, “dînî mûsikî”, “câmi mûsikîsi” ve “tasavvuf mûsikîsi” dediğimiz formların oluşmasını temin etmiştir. Bu yönüyle kültür hayâtımızı doğrudan etkileyen bir eserdir. Bu bakımdan, Süleyman Çelebi, “câmiye Türkçe’yi sokan kişi” olarak tavsîf edilmiştir.
Kültür hayâtımızın kurucu metinlerinden olan Mevlid, “derleyip toparlayıcı” bir metin olmanın yanında, bir şiir geleneği de inşâ etmiştir. Türk edebiyatında “mevlid türü” oluşmuştur. Bu tür içerisinde yüzlerce eser yazılmıştır. Peki, bu eserin şâiri kimdir ve eser nasıl bir ortamda kaleme alınmıştır? Bu soruların izini tâkip etmeye çalışalım.
Süleyman Çelebi, Bursa Ulucâmi’nin imamıdır. Burada yazdığı Vesîletü’n-Necât yâhut halkın isimlendirmesiyle Mevlid adlı eseriyle tanınmıştır. 1351 yılında Bursa’da doğmuş ve 1422 yılında yine burada vefât etmiştir.
Süleyman Çelebi, Orhan (1281-1362), Murâd-ı Hüdâvendigâr (1326-1389), Yıldırım Bâyezid (1360-1403), Emir Süleymân (1375-1420), Mûsâ Çelebi (1388-1413) ve Çelebi Mehmet (1382-1421) dönemlerini idrâk etmiş ve Sultan Murad (1404-1451)’ın saltanatının ilk yılına erişmiştir.
Bu isimler, kronolojik çerçevede düşünüldüğünde, Osmanlı’nın kuruluşundan gelişimine kadar olan dönemi işâret eder. Dönemin en belirgin özelliği, Emir Süleyman ve Çelebi Mehmet devirlerindeki fetret dönemi dikkate alınmaz ise, bir derlenip toparlanma, fetih ve devlet kurumlarının oluşması fikridir. Mâmâfîh dönem, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin ifâdesiyle, “Taş u toprak arasında yapılma/yapılanma” dönemidir; Mevlid ise, tam da bu yapılanma döneminin eseridir.
Süleyman Çelebi, köklü bir âileye mensuptur. Dedesi Şeyh Mahmut Efendi, bilgin bir zâttır. Endülüslü büyük bilge İbnü’l-Arabî’nin meşhur eseri Fusûsu’l-Hikem’i şerh etmiştir. Sultan Orhan’ın, döneminin âlimlerinden olan Şeyh Mahmut’un adına İznik’te bir medrese inşâ ettirdiği bazı tezkire tarzı kaynaklarda geçiyor. Fakat bu bilgiyi teyit edecek imkânlardan şu an için mahrûmuz.
Gelibolulu Âli haklıdır; çünkü elimizde ondan geride kalan ne bir dîvân ne de şiirleri hakkında değerlendirme yapabileceğimiz birkaç şiiri vardır. Kaynaklar onun şâirliğine tanıklık eden birkaç beyit zikrederler. Bu beyitlerden birsi şudur:
Velâyet gösterip suya seccâde salmışsın
Yakasın Rumeli’nin dest-i takvâ ile almışsın
Bu beyit, Orhan Gâzi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın Rumeli’ye geçişini tebrik sâdedinde yazılmıştır.
Şurası kesindir ki Çelebi’nin babası, hakkında yeterli bir bilgiye sâhip olmadığımız Ahmet Paşa’dır. Muhtemelen Ahmet Paşa, dönemin devlet adamlarından birisidir. Hattâ Kâzım Baykal’a göre, Orhan Gâzi’nin vezirlerindendir.
Süleyman Çelebi, böylesine asil bir âileden gelmektedir. Kaynaklar kısaca bunlara temâs eder; bununla birlikte nerede, hangi medresede ve kimden ders aldığı meçhuldür. Âilesinden ve dönemin seçkin âlimlerinden ders aldığı anlaşılmaktadır. Onun bilge bir kişi olduğunu “Çelebi” olarak anılmasından da anlıyoruz.
Süleyman Çelebi gençliğinde hangi görevlerde bulunmuştur? Neler yapmıştır? Bunları da bilmiyoruz. Yalnız, onun erken yaşlarda hükümdar âilesiyle ilişkiye geçtiğini görüyoruz. Yıldırım’ın oğlu Emir Süleyman’ın nedîmi ve sohbet arkadaşı (müsâhip) olduğu rivâyet edilir. Daha sonra Yıldırım Bâyezid’in Dîvân-ı humâyun imâmlığına getirildiği bilinmektedir. Bilahare Ulucâmi’nin inşâsı tamamlanınca imamlık görevi buraya tahsîs edilmiştir. Vesîletü’n-Necât’ı da burada yazmıştır.
Hakkındaki kayıtlara ve düşürülen “Râhat-ı ervâh” târihine bakılırsa, 825 (1421-2)’de vefât etmiştir. Türbesi, Çekirge yolundaki Dağınık Serviler Mezarlığı’nda Yoğurtlu Baba Dergâhı’nın yakınındadır.
Bazı kaynaklar, Süleyman Çelebi’yi Süleyman Dede diye anarlar. Bunun sebebi, onun dervişliğidir. Nitekim Süleyman Dede’nin Bursa’nın “çoban yıldızı” olan Emir Sultan’ın sohbet halkasında bulunduğu ve burada iç aydınlığına erdiği de biliniyor.
Emir Sultan yeni bir yol tesis etmemiş, Necmeddîn-i Kübrâ (ö. 618)’nın oluşturduğu geleneğin izini sürmüştür.
Burada şu soruyu yöneltmekte fayda vardır: Vesîletü’n-Necât mevlit türünün ilk eseri midir?
Yapılan çalışmalarda mevlid türünde müstakil olarak ilk yazılan eserin, Vesîletü’n-Necât olduğu görülmektedir. Fakat Süleyman Çelebi’yle aynı dönemde yaşadığı bilinen Ahmedî (ö.1412)’nin Bursa’da, Vesîletü’n-Necât’tan iki yıl önce yazdığı İskender-nâme’ye dâhil edilen muhtasar bir mevlid yazdığını da biliyoruz.
Kezâ bir dönem Bursa’da da yaşamış olan Arap şâiri İbnü’l-Cezerî (ö.1429)’nin yazdığı el-Mevlidü’l-Kebîr’i de hatırlamakta yarar vardır. Kuvvetle muhtemeldir ki Süleyman Çelebi, hem Ahmedî ile hem de İbnü’l-Cezerî ile görüşmüş yâhut eserlerini inceleme fırsatı bulmuştur.
Her ne kadar evvelki tecrübelerden yararlanılmış ve geleneğin izinde gidilmiş olsa da, Vesîletü’n-Necât Hz. Peygamber’in doğumu ve bu süreçte yaşanan olağanüstü hâdiseler, delâilü’n-nübüvvet, bilhassa mi’rac hâdisesi gibi mûcizeleri ve ölümünü konu edinen ilk mevlid olma özelliğine sâhiptir.
Kadîm şâirler, eserlerini bir sebebe binâen yazmışlardır. Çoğunlukla da bu sebebi, eserlerinin hemen girişinden sonra “sebeb-i telif” başlığı altında izah etmişlerdir. Fakat Vesîletü’n-Necât’ta eserin niçin yazıldığını izah eden bir bölüm bulunmamaktadır.
Oysa edebiyat târihimiz içinde mevlit türünün, mevlit okuma geleneğinin oluşmasına sebep olan bu kurucu metnin ve toplumumuzda Hz. Peygamber(sav) algısını inşâ eden bu kök metnin yazılışının bir sebebi olmalıdır.
Vesîletü’n-Necât’ın bir yazılış sebebi var. Rivâyet o ki, bu eserin yazılmasına Ulucâmi’de cereyân eden bir tartışma sebep olmuştur. Şöyle ki, bir vâiz kürsüden Bakara sûresinin 285. âyetini tefsîr eden bir sohbet yapıyormuş. Bu âyette, “Onun elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz!” buyurulmaktadır. Bu ifâde, Peygamberin ve mü’minlerin ağzından verilmektedir. İslâm inanç esaslarından biri olan peygamberlere îmânın mâhiyetini öğreten bu âyetten hareketle o vâiz: “Ben Muhammed Mustafâ’yı Îsâ Peygamber’den -Allah’ın salât ve selâmı ikisine olsun- üstün tutmam.” demiş. Bunu duyan Arap asıllı, bir bilge ve âlim kişi gayrete gelip “âyette “peygamberler arasında fark yoktur” buyurulmasından maksad, resûllük ve nebîlik husûsunda bir farkın olmadığıdır; yoksa fazîlet açısından değildir” diye itirâz etmiş. Bu görüşünü de aynı sûrenin 253. âyetinde, “İşte, o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan kimine konuştu, kimini de derecelerle yükseltti…” âyetiyle temellendirmiş.
Ulucâmi’de, İslâm’ın bu beşinci kutsal makâmında ortaya çıkan tartışmaya ahâlî de dâhil olmuş ve vâizden yana tavır almışlar… Derken mesele büyümüş, Arap âlim, Arabistan, Mısır ve Halep ulemâsından alınan fetvâlarla İranlı vâizi ilzâm etmiş, hattâ rivâyetlere bakılırsa, katline bile hükmettirmiştir. İlmî bir münâkaşanın geldiği nokta Süleyman Çelebi’yi ziyâdesiyle etkilemiş ve oracıkta hemen şu beyiti yazmıştır:
Ölmeyüp Îsâ göğe bulduğı yol
Ümmetinden olmak içün idi ol
Kaynaklarda Mevlid’in yazılmasına sebep olan hâdise bu şekilde rivâyet edilir. Ancak konuya sosyal târih açısından da bakmak, yazılışa sebep olan atmosferi tahlîl etmek de gerekir. Nihâyetinde Vesîletü’n-Necât, bir edebî şâheserdir.
Mevlid, Fetret Dönemi’nde, Ankara Savaşı’ndan takrîben yedi yıl sonra yazılmıştır. Fetret dönemi, Yıldırım’ın çocukları arasında cereyân eden taht mücâdelelerini hatırlatır. Sultanın küçük oğlu Kasım dışında, Emir Süleyman, Îsâ Çelebi, Mûsâ Çelebi, Mustafa Çelebi ve Mehmed Çelebi bu mücâdele içerisinde karşılıklı savaşmışlardır. Akıncı beyleri ve muktedir âilelerin de işin içine girmesiyle, hattâ bazı beyliklerin ve Bizans’ın da olaya müdâhil olmasıyla, bütün bir Osmanlı coğrafyası trajik olaylara sahne olmuştur.
Bu gibi zamanlarda bazı fırsatçıların dînî ilkelerden hareketle kurtarıcı fikrini kalabalıklara sundukları görülür. Nitekim bu dönemde de olan budur: Mehdîlik ve Mesihlik fikri konuşulur olmuştur. Hattâ bununla da kalınmayıp, gayr-i Müslim halkı da etkilemek amacıyla, Hub Mesihlik (Îsâ severlik) akımının olduğu görülmektedir. Muhtemeldir ki, Ulucâmi’de konuşan İranlı vâiz, Îsâ severlik akımının tesiri altındadır.
İranlı vâizi bilmiyoruz; ama Mûsâ Çelebi’nin kazaskeriyken Mehmet Çelebi’ye esîr düşen Şeyh Bedreddîn (ö. 1416)’in dervişleri mehdîlik iddiasını dillendirmişler ve bir isyâna sebebiyet vermişlerdi. Şeyh Bedreddin, her şeyden önce iyi bir fakîh, muktedir bir âlimdir; lâkin kendisi olmasa bile, ileri gelen müridleri tarafından mehdî ilân edilmekten kurtulamamıştır.
Aynı dönemlerde İran’da Fazlullah Hurûfî (ö.1394) de kendisinin velâyet yolunun son noktası (hatmü’l-evliyâ) ve mehdî olduğunu ileri sürmüştür. Dönem, gerek siyâsî boşluk ve fetret sebebiyle Anadolu’da, gerekse diğer İslâm coğrafyasında arayışlar dönemidir. Bazı mihraklar ve kişilerin bu arayışları fırsata çevirip, halkın dînî inanç ve düşüncesini istismâr etmesi ihtimâl dâhilindedir.
Ulucâmi’nin bilge imamı, sâdece rivâyet edilen bir tartışmadan hareketle değil, aynı zamanda da ortaya çıkan kurtarıcı fikirleri dikkate alarak bu eserini yazmıştır. Bir bakıma onun asıl murâdı, Karahanlı ve Selçuklu’yu meşgûl eden bâtınî düşüncelerin Anadolu topraklarında yeşermesinin önüne geçmektir. Nitekim eserin daha adında şâirin bu niyetini sezmek mümkündür: Vesîletü’n-Necât… Kurtuluş vesîlesi. Neden kurtuluş? İçine düşülen fetretten kurtuluş! Ona göre fetret, Hz. Peygamber’in mânevî mîrâsına bağlanmakla aşılacaktır. Bu bakımdan Vesîletü’n-Necât, mü’minlerin Hz. Peygamber’e olan bağlılıklarını (biat) yenileyen ve kuvvetlendiren bir metindir.
Süleyman Çelebi, bu derin felsefî meseleleri en kolay ve en anlaşılır bir üslûp ve dille (sehl-i mümteni) dile getiren bir âlim ve mütefekkir şâirdir.
Ger Muhammed gelmese sen şunı bil
Ne kulak işidüben söylerdi dil
Ger Muhammed'den şefâat olmasa
Deng-i küfrün zulmetini kim basa
Ol Muhammed'den açıldı dînümüz
İslâm içre dîn ile îmânumuz
O, Fetret Dönemi’nin ıstırâbını yaşayan insanlara bu şekilde sesleniyor: Eğer Hz. Muhammed(sav) gelmeseydi, ne kulağın işitirdi, ne de dilin söylerdi. İşitmemizin de söylememizin de kaynağı, Hz. Muhammed’dir.
Bu kargaşaya, kafa karışıklığına hâcet yok; bizim birbirimizle alâka kurmamız, konuşup dinlememiz, anlaşmamız, diyaloğa geçmemiz ve böylece huzurlu bir toplum kurmamızın esaslarını bize Hz. Peygamber öğretmiştir. Şu halde, hangi kurtarıcıyı arıyorsun? Küfrün zulmetini giderecek yegâne iksir, Hz. Peygamber’in şefâatidir. Dolayısıyla sana düşen, O’nun yolunda olmaktır.
Nisan 2025, sayfa no: 22-23-24-25
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak