Başımıza ne geldiyse gözü kapalı şekilde Avrupa’dan kopya ettiğimiz kānunlar sebebiyle geldi. 1839’da yayınlanan Tanzimat Fermanı bunun başlangıcı kabûl edilir. İlginçtir ki bu fermânın getirdiği yeniliklere en çok da azınlıklar tepki göstermiştir. Osmanlı’da her vatandaşın eşit hak ve yükümlülüklere sâhip olacağını vaad eden bu ferman ile azınlıklara da askerlik zorunluluğu getirilmişti. Oysa Osmanlı’nın uyguladığı Şer’î hukûka göre tüm Gayri Müslim azınlıklar ehl-i zimme statüsünde kabûl edilmiş, devletin koruması altında sürekli oturma iznine sâhip olmuş ve sâdece cüz’î bir cizye vermekle sorumlu tutulmuştu. Osmanlı’daki azınlıkların bağımsızlık sevdâsına kapılması da bu süreçten sonra hızlanmıştır.
Avusturya Başbakanı Metternich 1840’da Osmanlı’ya şunları tavsiye ediyordu: “Bana göre, Osmanlı’yı bu hâle düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma zihniyeti gelir. Bunun temelinde, tam bir cehâlet ve akıl almaz hayâlperestlikten başka bir dayanağı olmayan ve ısrarla savunulan Avrupa kopyası reformlar yapma hevesi yatar. Avrupa medeniyetinden sizin kānun ve nizamlarınıza uymayan kānunları almayın. Avrupa uygarlığından, sizin kurumlarınızla uyuşmayan sistemler almayın. Zîrâ Batılı kurumlar, imparatorluğunuzun temelini meydana getiren ilkelerden farklı ilkelere dayanmaktadır. Avrupa’nın şartları başkadır Türkiye’nin başka... Avrupa’nın temel kānunları Doğu’nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felâkete sürükler.”
2012 yılında yayınlanan 6284 sayılı kanun (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun) bunun acı örneklerinden biridir. Nitekim Kanunun 1. maddesinde referans verildiği üzere, kānundaki esaslar büyük ölçüde İstanbul Sözleşmesi'ne göre oluşturulmuştur. İstanbul Sözleşmesi ya da tam adıyla “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan ve tamâmen Hristiyan Batı değerlerine göre tasarlanan bir sözleşmedir. Dolayısıyla bu sözleşme %99’u Müslüman olan Türk toplumunun değerleriyle uyuşmamaktadır.
“Kadın Cinâyeti” kavramı günümüzdeki anlamıyla ilk kez 1976’da feminist yazar Diana E. H. Russell tarafından kullanılmıştır. Aynı yazar bu kavramın siyâsallaşmasının da mîmârıdır. Yāni “Kadın Cinâyeti” kavramını ortaya atanlar kendilerini “lezbiyen-feminist” olarak tanımlayan ve kadını âilenin bir üyesi olarak görmeyi reddeden, hattâ âile kurumuna karşı mücâdele eden isimlerdir. Türkiye’nin “İstanbul Sözleşmesi”ne katılmasında ısrarlı olanlar da koyu iktidar karşıtlığı ile bilinen feminist, LGBT-İ gruplarıdır.
Bir de istatistiklere bakalım. Bu kānunu ve sözleşmeyi savunan “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu”nun verilerine göre 2012 yılında 200 civârında olan kadın cinâyeti sayısı 2021 yılında ikiye katlanarak 400 bandını aşmıştır. İçişleri Bakanlığı’nın TBMM’de açıkladığı verilere göre 2012’de kadın cinâyeti sayısı 128 iken 2021 yılında bu sayı 380’e çıkmıştır. Yine 2012 yılında 160 olan evden uzaklaştırma karârı sayısı 2024 yılına gelindiğinde “Eve yeteri kadar bakmıyor”, “Bana sesini yükseltti”, “Evdeki ışığı kapatmadı” gibi oldukça basit nedenlerle 150 bine ulaşmıştır. Yāni 150 bin ailedeki çocuklar aylarca hattâ bazan yıllarca babalarından mahrum bırakılmaktadır. Bu da 6284 sayılı kānunun kötü niyetli kişilerce nasıl suiistimâl edildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Benzer şekilde 2012 yılında 120 bin olan boşanma sayısı 2021 yılında 180 bine çıkmıştır. TÜİK verilerine göre son bir yıl içindeki boşanma olaylarından 165 bin 937 çocuk doğrudan etkilenmiştir.
Tüm bu rakamlar gösteriyor ki İstanbul Sözleşmesi sebebiyle çıkarılan 6284 sayılı kanun ülkemizdeki kadın cinâyetlerini durdurmak bir yana hızlı bir şekilde artmasına sebep olmuş bunun yanı sıra yüzbinlerce âilenin dağılmasına yol açmıştır. Çünkü sözleşmeden çıkmış olsak da sözleşmenin gereği olarak çıkarılan 6284 sayılı kanun hâlen yürürlüktedir. Bu manzara Türk âilesi adına tam bir çöküşü haber vermektedir. Kaldı ki “Kadın Cinâyeti” tanımı hukûkî değildir. Cinâyetin kadına veya erkeğe göre tanımlanması tam bir garâbettir. Cumhurbaşkanımızın aldığı kararla İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmış olmamız bu sözleşmenin yargıdaki uzantısı sayılan ve hâlen yürürlükte olan 6284 sayılı kanun kaldırılmadan bir şey ifâde etmiyor. Mevcut iktidârı 23 yıldır destekleyen muhafazakâr kesimin çağrısı bu sözleşmeyle berâber 6284 sayılı kānunun da kaldırılması yönündedir. Çünkü bu sözleşmeyi/kānunu savunan oluşumların kimler oldukları ortadadır ve ülkemizin bekāsı için tıpkı Gezi kalkışmasında olduğu gibi bu azgın grupların kışkırtmalarına geçit verilmemelidir. Milletimizin dînî değerlerine, örf ve âdetlerine uygun yeni bir düzenleme yapılarak; dînî eğitim daha yaygın ve nitelikli hâle sokularak toplumun temelini oluşturan âile kurumunun çökmesi engellenmelidir. Çünkü cinâyetlerin asıl sebebi dînî ve millî değerlerimizin yeterince öğretilememesidir. Bizi biz yapan elimizdeki tek değer âile kalmıştır. Bu da yıkılırsa elimizde hiçbir şey kalmayacaktır.
Âileme Dokunma!
Örgütlü azınlıklar örgütsüz çoğunluğa hükmederler. Bu hakîkatin yansımalarından biri de LGBT sapkınlığında açıkça görülebiliyor. 1980’lerden bu yana dünyâda hızlı şekilde örgütlenen LGBT oluşumları bugün itibâriyle hükümetleri, meclisleri ve kānunları tahakküm altına alacak baskı unsuruna dönüşmüştür.
LGBT sapkınlığının ülkemizde yaygınlaşması yakın târihlerdedir. 2000’li yıllardan sonra, özellikle de 2010’dan itibâren İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanunun yürürlüğe girmesi LGBT oluşumlarının ülkemizdeki varlığını meşrûlaştırmış ve garanti altına almıştır.
LBGT oluşumları geçen zaman içinde âdetâ ideolojiye, siyâsî harekete dönüşmüştür. Daha çok marjinal sol örgütlerle kol kola yürüyen bu oluşumların dile getirdiği “Hak ve Özgürlük” çağrısı bugün itibâriyle belirgin bir dayatmaya dönüşmüştür.
Küresel LGBT oluşumunun merkezi konumundaki ABD, İngiltere, Hollanda, Fransa ve Almanya bu yayılımı finanse etmekte, kurdukları sosyal ağlar yoluyla diğer ülkelere aşılamaktadır. LGBT dayatması sâdece Müslüman ülkelerin değil tüm dünyânın sorunu hâline gelmiştir. ABD ve Avrupa ülkelerindeki çoğu Katolik yapıların bu tehlikeyi fark ederek milyonların katıldığı yürüyüşler düzenlemesi bunun örneklerindendir.
LGBT dayatmasından kastınız nedir diye soranlar olabilir. Hemen cevap verelim. AB müzâkere başlıklarından biri de LGBT haklarının tanınması ve sözde “Toplumsal Cinsiyet” rollerinin küçük yaşlardan itibâren çocuklara eğitim yoluyla aşılanmasıdır. Bu kavramın özü şudur: “İnsanın cinsiyeti doğuştan gelmez. Dileyen herkes kendi cinsiyetini seçebilir, dileyen erkek kadın, dileyen kadın da erkek olabilir. Bu sizin hakkınızdır ve dilerseniz çocukluktan itibâren bunu talep edebilirsiniz.” İşte bu zehirli talep özellikle LGBT haklarını savunan STK’lar tarafından çocuklarımıza aşılanmaktadır.
Çocuklarımızın ve gençlerimizin izlediği film platformlarında LGBT propagandası yapılması sıradan bir durum hâline gelmiştir. ABD merkezli dünyânın en büyük dijital film üreticileri olan Netflix, Amazon, HBO, Fox, Blue Tv, Apple Tv, Mubi gibi milyar dolarlık şirketler sponsor oldukları dizilerde LGBT temasının işlenmesini zorunlu tutmaktadır. Sâdece bu dijital platformların ürettiği film ve diziler tüm sektörün %80’ini oluşturmaktadır. Bu şirketler tarafından internet üzerinden yayılan dizilerde eşcinsel sahnelere yer verilmesi şart koşulmaktadır. Bu filmler ile çocuklarımıza verilen “Toplumsal Cinsiyet” eğitimleri eşgüdümlü ve planlı olarak çocuklarımızı zehirlemektedir.
Bunun yanı sıra kimi büyük bankaların, holdinglerin, burs veren vakıfların sözleşmelerinde LGBT hakları zorunlu madde olarak dayatılmakta, çalışan veya hizmet alanların bu oluşumlara katılması teşvîk edilmekte, LGBT aleyhine söz sarf etmesi hâlinde başına gelecekler açık dille deklare edilmektedir. Tüm bu durumlar dayatma değildir de nedir?
Sayın Cumhurbaşkanımızdan istirhâmımız Müslüman Türk halkının haklı taleplerine kulak verilmesi, âileyi ve değerlerimizi aşındıran, boşanma oranlarını hızlı şekilde artıran, çocuklarımızdaki LGBT eğilimlerini katlayan bu zehirli propagandanın önüne geçilmesidir. Çünkü bu milletin asıl sermâyesi ahlâklı, donanımlı, şuurlu ve sağlıklı nesilleridir. Mevcut iktidârı uzun yılların özlemi ve beklentisi olarak destekleyen ve sorumluluk makāmına taşıyan muhafazakâr/mütedeyyin kesimlerin tek talebi dün olduğu gibi bugün de aynıdır: “Çocuklarımızı inançlarımıza uygun şekilde yetiştirmek istiyoruz! Çocuklarımızı çağın felâketlerinden korumak istiyoruz! Tıpkı esrar/eroin/alkol/kumar/fuhuş gibi zehir yayan her türlü oluşumdan çocuklarımızın korunmasını istiyoruz! Müslüman olarak yaşayıp Müslüman olarak ölmek istiyoruz!”
Çok şey mi istiyoruz?
Eylül 2025, sayfa no: 58-59-60
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak