Ara

Ahlâkî, Hukûkî ve Mânevî Bir Değer: ADÂLET

Ahlâkî, Hukûkî ve Mânevî Bir Değer: ADÂLET

  "Verdikleri hükümlerde, âilelerinde ve halkının yönetiminde adâletle davrananlar, -kıyâmet gününde- Allah nezdinde arşın sağında nurdan minberler üzerindedirler." (Müslim, İmare 18 No: 1827; Nesaî, Kudat 1 No: 5379; Ahmed b. Hanbel, Müsned:2/160) ADÂLET, MÂNEVî DEĞERLERİN TEMİNÂTIDIR Sevgi, şefkat, barış, hoşgörü, eşitlik, hakkaaniyet, hürriyet, karşılıklı saygı, emek ve alın teri, ırz ve nâmusun korunması, sorumluluk duygusu, mülkiyet hakkı gibi insânî değerleri vazgeçilmez temel ahlâkî değerler olarak kabûl eden İslâm, bu mânevî değerlerin korunmasını ve yaşatılmasını emretmiştir. Bu değerlerin korunması ve yaşatılması ancak "adâlet"in hayâta hâkim olmasıyla mümkündür. İslâm toplumu hak ve adâlet toplumudur. Adâlet, bir medeniyet ve insanlık sembolüdür. Hukûkun tek hedefi adâleti sağlamaktır. Adâletin olmadığı yerde zulüm ve haksızlık vardır. Zulüm ve haksızlığın hâkim olduğu toplum ise ilkel, vahşî ve seviyesiz bir toplum niteliğini taşır. Adâlet; insanlığın, şefkat ve merhametin, şerefli, saygın ve fazîletli ahlâkın gereğidir. Âdil olabilmek, âdil davranabilmek ve âdil kararlar verebilmek üstün ahlâkî seviyenin göstergesidir. Adâlet; çıkarcılık, ayrımcılık, kayırmacılık, hizipçilik, ırkçılık, zulüm ve haksızlığa kesinlikle geçit vermeyen, toplumun özlediği mutlu ve huzurlu hayâtın gerçekleşmesinin güvencesi olan ahlâkî ve hukûkî değerdir. Adâleti temin etmek sâdece hâkimlerin görevi değildir. Toplumda adâleti sağlamak herkesin görevidir. Âilede, iş hayâtında, ticâret hayâtında ve her çeşit beşerî münâsebetlerde adâletle ve hakkaniyetle davranmak Cenâb-ı Hakk’ın yüce emri, Peygamberimiz (s.a.v)’in sünneti, insanlığın ulvî hedefidir. ADÂLETLE DAVRANMAK ALLÂH’IN EMRİDİR "Adâlet" şerefli bir vasıf, üstün bir özellik ve paha biçilmez bir değer olduğu için Yüce Rabbimiz’in 99 güzel ismi arasında ‘’el-ADL’’ (cc) de yer almıştır. El-ADL, son derece âdil olan, aslâ zulmetmeyen, hakkaniyetle hükmeden, haktan başkasını söylemeyen, haktan başkasını yapmayan anlamındadır. Cenâb-ı Hakk hükmünde, emrinde, kazâ ve kaderinde son derece âdildir. Son derece âdil olan Allah (cc), kullarına da âdil davranmayı, âdil hüküm vermeyi emreder. Her hafta minberden mü’minlere hatırlatılan ‘’Allah size adâletli olmanızı emreder’’ (Nahl 90) âyeti bizlere “adâleti sağlama” görevinin Müslümanın gündeminde ne kadar önemli yer tuttuğunu göstermektedir. Allah (cc), söz ve davranışlarında âdil olan, hüküm ve kararlarında âdil davranan kullarını sever. Kur’ân’da bu gerçek defalarca vurgulanmaktadır: ‘’Allah âdil davrananları sever.’’ {(Mâide 42), (Hucurât 9), (Mümtehıne 8)} Kur’ân-ı Kerim’de “A-D-L” kökünden türeyen kelimeler 28 âyette geçmektedir. Ayrıca adâlet mânâsına gelen ‘’Kıst’’ kökünden türeyen kelimeler ise 15 âyette kullanılmaktadır. Yine birçok âyette Cenâb-ı Hakk zulümden tenzih edilmiş, zâlimler kınanmış, zâlimlerin şiddetle cezalandırılacağı beyân edilmiştir. Adâlet; her çeşit zulüm ve haksızlığın engellenmesi, toplum içindeki istikrârın korunması, ayrımcılık yapılmaması, nimetlerin hakkaniyetle paylaşılması, hayatta insaf ve hakkaniyet ölçülerinin hâkim olması demektir. Adâletin gerçek anlamda adâlet sayılabilmesi; Kur’ân ilkelerine, Kur’ân prensiplerine ve Kur’ân ölçülerine uygunluğu ile mümkündür: ‘’Onunla –Kur’ân’la- hükmeden adâletle hükmetmiş olur.’’ (Tirmizî, Sevabü’l Kur’ân 14; Darimî, Fedailü’l-Kur’ân 1.) Toplumda gerçek adâletin sağlanması, gerçekleşmesi imkânsız bir hayâl değildir. Gerçek anlamıyla adâletin hâkim olduğu bir toplum kurmak ütopya değildir. Târihte Kur’ân ahlâkının uygulandığı, toplumda adâlet, sevgi, barış, kardeşlik, huzur ve güvenin hâkim olduğu şerefli dönemler yaşanmıştır. Bizim şanlı târihimiz Müslüman ecdâdımızın; kendi vatandaşları bir yana, gayrimüslim azınlığa karşı da sergilediği âdil ve hakkaniyetli uygulamalarıyla doludur. Sosyal adâlet; toplumda denge ve itidâlin korunması, güçsüz ve zayıf olup da hakkını alamayanların desteklenmesi, zengin-fakir arasında ekonomik uçurum oluşmasının engellenmesi, hayâtın bütün yönlerinde hukûkun hâkim olması, maddî refah, gönül huzûru ve sosyal barışın sağlanması demektir. Sosyal adâlet anlayışında ana kriter, dengeli ve ölçülü davranmaktır. Şahsî servette dul, yetim ve yoksulların da hakkının bulunması, mü’minlerin îman kardeşi sayılmaları, toplum içinde yaşayan herkesin insanca yaşama hakkının bulunması, herkesin temel ihtiyaçlarını temin etme imkânının sağlanması, hayâtın hiçbir noktasında zulüm ve haksızlık yapılmaması sosyal adâletin gereğidir. Ekonomide, ticârette ve günlük hayatta adâlet; hak edilenle verilen arasındaki dengenin sağlanmasıdır. ÂDİL YÖNETİCİLER Allâh’ın rızâsını kazanmayı en büyük gâye olarak kabûl eden Müslüman yönetici; halka şefkat, merhamet ve adâletle davranacaktır. “Allah râzı olsun” duâsına tâlip olan Müslüman yönetici; âdil, merhametli, şefkatli, hoşgörülü, anlayışlı, iyiliksever olur. Allâh’ın rızâsına erişmek isteyen yönetici; haram yemez, hırsızlık yapmaz, rüşvet almaz, halkına tepeden bakmaz, halkını küçümsemez, halkının inancıyla savaşmaz. Bu ulvî gâyeyi taşıyan yönetici yetim malı yemekten, fâizli muamelelerden, adam kayırmaktan, emâneti ehil olmayana vermekten, baskı ve işkenceden şiddetle kaçınır. Böyle bir yöneticinin hayâtında yolsuzluklar, arsızlıklar, skandallar bulunmaz. Âdil yönetici olmanın âhiretteki mükâfâtı ise çok büyüktür. “Adâletli devlet başkanı” (Buharî, Hudud 19; Müslim, Zekât 16; Tirmizî, Zühd 53; Nesaî, Kudat 2; İbn Mace, İkame 78; Malik, Muvatta: Şiir 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 3/22, 55); Allâh’ın arşının gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde arşın gölgesi altında ilâhî ikrâma lâyık yedi grup insan arasında ilk sırada yer alacak, âdil davrananlar kıyâmet gününde nurdan minberler üzerinde insanlığa takdîm edileceklerdir: “Âdil davrananlar, -kıyâmet gününde- Allah nezdinde arşın sağında nurdan minberler üzerindedirler. Onlar hükümlerinde, âilelerinde ve emri altındakileri idâre ederken adâleti gözeten kişilerdir.” (Müslim, İmare 18; Nesaî, Kudat 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/160) Adâletle davranmayı ilâhî bir emir olarak kabûl eden Müslüman, evinde eşine ve çocuklarına karşı adâletten ayrılmamalı, haksız muamele etmemeli, işyerinde insaf ve adâleti terk etmemeli, her çeşit haksızlığa karşı meşrû tepkisini ortaya koymaktan çekinmemelidir. Adâletin yeryüzünde gerçekten hâkim olabilmesi için insanların, önce kendi şahsî çıkarlarını gözetmek yerine “hakka hizmet, hukûka hürmet, emânete riâyet, uhrevî sorumluluk, din kardeşliği” gibi ulvî duyguları ön plana almaları, bunun için de Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmaları gerekir. KIZGINLIK VE KİNLE VERİLEN KARAR, ÂDİL KARAR OLAMAZ Bir kişiye veya bir topluluğa duyulan kızgınlık; âdil, sağlıklı ve mantıklı karar vermeyi engelleyen faktörlerden biridir. Şuurlu mü’min, kişileri veya olayları değerlendirirken ya da birileri hakkında hüküm verirken ön yargı ile, şahsî kaprislerle davranmamalı, insâfı elden bırakmamalıdır. İslâm toplumu kin ve nefret toplumu değil, hürmet ve muhabbet toplumudur. İslâm toplumunda ön yargı değil, kıyâmetteki son yargı dâimâ ön plandadır. Kızgınlık, kin ve intikam duygusuyla sert ve acımasız kararlar vermek câhiliye anlayışıdır. Mâsum olduğunu bildiği halde sâdece beslediği düşmanca duygular sebebiyle muhatabına her türlü haksızlığı revâ görme ve aleyhine yalan yere şâhitliği mübah sayma anlayışı, İslâm ahlâkıyla aslâ bağdaşmayan çirkin bir anlayıştır. Müslüman, şartlar ve gerekçeler ne olursa olsun kızgınlığı sebebiyle adâletten ayrılamaz. O; adâletle davranmak, adâletle karar vermek ve adâleti sağlamakla yükümlüdür. Bu konuda Kitâbımızın açık uyarısı şu şekildedir: “Ey îmân edenler, âdil şâhidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kîniniz, sizi adâletten alıkoymasın. Âdil olun. Çünkü o, takvâya daha yakındır. Allah’tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır.” (Mâide 8) Eşsiz bir örnek, ideal bir şahsiyet olan Peygamberimiz (s.a.v)’in Medîne toplumunda hiçbir ayırım gözetmeden herkese şefkat ve rahmetle davranması; Yahudilere adâlet ve hakkaniyetle muamele etmesi; Mekke’nin fethinde, kendisine ezâ ve cefâ eden Mekkelileri bile affetmesi pek çok kimsenin gönlünün îmanla şereflenmesine sebep olmuştur. Allah Rasûlü’nün; zâlimlere engel olmak, mazlumları himâye etmek, hak ve hürriyetleri korumak, adâlet ve hakkaniyeti savunmak amacıyla, aralarında kendisinin de bulunduğu fazîletli şahsiyetler tarafından Mekke’de kurulan Fazîletliler İttifâkı (Hılfu’l-Fudûl) hakkında yıllar sonra “(Bugün) İslâm döneminde böyle bir ittifâka dâvet edilsem yine icâbet ederdim.” (İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye: 1/142) buyurması O’nun adâlet ve hakkaniyeti gözetmeye verdiği önemi açıkça göstermektedir. ZULÜM DÜZENİ Günümüzde dünyâ çapında insan hak ve hürriyetlerinin savunuculuğuna soyunan süper güçler, adâleti sâdece maddî çıkarları söz konusu olduğunda hatırlamakta; açlık, kıtlık ve salgın hastalıkların pençesinde kıvranan üçüncü dünyâ ülkelerinin, ülkelerinden göç etmek zorunda kalan mültecîlerin acı ve perişan durumlarına seyirci kalmaktadırlar. İnsâfa geldiklerinde yoksul milletlere yardım elini uzatan zengin devletler, bir taraftan da Asya ve Afrika ülkelerinde darbe kışkırtıcılığı ve savaşlarla zulüm düzenini sürdürmektedirler. Adâletin önemine ve gerekliliğine inanmak yeterli değildir. Asıl yapılacak iş, imkânların ve nimetlerin âdil paylaşımını sağlamak; sosyal adâletin gerçekleşmesi için pratik ve kalıcı adımlar atmak; vakıflar, dernekler, diğer sivil toplum kuruluşları vâsıtasıyla sosyal adâlete katkıda bulunmak; toplumda yaşanacak her çeşit zulüm ve haksızlığı engellemeye çalışmaktır. Zîrâ dünyâ genelinde adâletin gerekliliği ve zorunluluğunu dile getiren bazı güçler, maddî çıkarları söz konusu olduğunda fütursuzca adâleti ve hukûku çiğneyebilmekte; suçluları suçsuz, suçsuzları suçlu gösterebilmekte; zulüm ve haksızlığı, kan dökmeyi, kin kusmayı gâyet normal görebilmektedirler. Günümüzde rüşvet, iltimas, baskı, zulüm, işkence, sahtekârlık, yalancı şâhitlik ve karanlık işlerle hayatlarını mânevî açıdan karartanlar bile bu karanlık uygulamaları için kendilerince haklı(!) gerekçeler ileri sürebilmektedirler. O halde önemli olan teorik tartışmalar yapmak değil, pratik uygulamalar sergilemektir. İnsanlığa faydalı olan şey insan hakları bildirileri değil, bu bildirilerin ve raporların gereğini yapmaktır. Özlenen dünyâ düzeni, insânî ve ahlâkî değerlerin yaşandığı, objektif adâlet, insaf ve hakkaniyet ölçülerinin uygulandığı, güç ve güçlünün değil Hakkın ve haklının üstün tutulduğu; huzur, barış, güven, sevgi ve kardeşliğin hâkim olduğu dünyâ düzenidir. Bu da târihte olduğu gibi günümüzde de ancak, ilâhî emirlerin, nebevî tavsiyelerin ve mânevî değerlerin gönüllere ve hayâta hâkim olmasıyla mümkündür.   Doç. Dr. Halil İbrahim Kutlay

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak