Önceki yazımızda özetle şunları söylemiştik: Dünyâ, bize Rabbimizin rızāsını ve cennetini kazandıracak sınav yerimizdir. Sonucu kazanım olan her sınav da önemlidir, o sınavın yapıldığı yer de önemlidir. Biz, irâdemiz dışında insan olarak yaratıldık ve bu dünyâya geldik, sınava tâbi tutulduk. Tâbi tutulduğumuz bu sınavı kimimiz kazanacak, kimimiz kaybedecektir. Kazananlar için dünyânın güzel hâtıraları olacaktır, kaybedenler için ise dünyâ hayâtı acı hâtıralarla anılacak bir yer olarak kalacaktır.
A’râf sûresinde kazanan ve kaybedenlerin ākıbeti ne güzel anlatılır:
Ey Âdem oğulları! Size aranızdan âyetlerimizi okuyan peygamberler geldiğinde, kimler onların bildirdiklerine karşı gelmekten sakınır ve gidişini düzeltirse, işte onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
Âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlar, işte onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır. Allâh'a karşı yalan uyduran veya âyetlerini yalan sayandan daha zālim kimdir? Kitap'taki payları kendilerine erişecek olanlar onlardır. Elçilerimiz canlarını almak üzere geldiklerinde onlara: «Allah'tan başka taptıklarınız nerede?» deyince: «Bizi koyup kaçtılar» derler, böylece inkârcı olduklarına kendi aleyhlerine şâhitlik ederler.
Allah, «Sizden önce geçmiş cin ve insan ümmetleriyle berâber ateşe girin» der. Her ümmet girdikçe kendi yoldaşına lânet eder. Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için, “Rabbimiz! Bizi sapıtanlar işte bunlardır, onlara ateş azâbını kat kat ver” derler, Allah, «Hepsinin kat kattır, ama bilmezsiniz» der.
Öncekiler sonrakilere, «Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktu, kazandığınıza karşılık azâbı tadın» derler. Doğrusu âyetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara göğün kapıları açılmaz; deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete de giremezler. Suçluları böyle cezâlandırırız. Onlar için cehennemden bir yatak ve üstlerine de örtüler vardır. Zālimleri böyle cezâlandırırız.
İnanan ve yararlı iş işleyenler -ki kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz- işte cennetlikler onlardır, orada temelli kalacaklardır. Cennette zemîninden ırmaklar akarken gönüllerinden kîni çıkarıp atarız. «Bizi buraya eriştiren Allâh’a hamdolsun. Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık. And olsun ki Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmiştir» derler. Onlara, “İşlediğinize karşılık işte mîrasçısı olduğunuz cennet” diye seslenilir.
Cennetlikler, cehennemliklere: «Biz Rabbimizin bize va’dettiğini gerçek bulduk, Rabbinizin size de va’dettiğini gerçek buldunuz mu?» diye seslenirler, «Evet» derler. Aralarında bir münâdî, «Allâh'ın lâneti Allah yolundan alıkoyan, o yolun eğriliğini isteyen ve âhireti inkâr eden zālimleredir.» diye seslenir.
İki taraf arasında bir perde ve burçlar üzerinde her iki tarafı da sîmâlarından tanıyan adamlar vardır; cennetliklere: «Size selâm olsun» derler. Bunlar henüz girmeyen fakat cenneti uman kimselerdir. Gözleri cehennemlikler yönüne çevrilince: «Rabbimiz! Bizi zālimlerle berâber bulundurma» derler.
Burçlarda olanlar, sîmâlarından tanıdıkları adamlara: «Topluluğunuz, topladığınız mal ve büyüklük taslamalarınız size fayda vermedi, Allâh'ın rahmetine erdirmeyeceğine yemîn ettikleriniz bunlar mıydı? Oysa Allah onlara şöyle der: «Cennete girin, size korku yoktur, sizler mahzun da olmayacaksınız.»
Cehennemlikler cennetliklere: «Bize biraz su veya Allâh'ın size verdiği rızıktan gönderin» diye seslenirler, onlar da: «Doğrusu Allah dinlerini alay ve eğlenceye alan, dünyâ hayâtına aldanan inkârcılara ikisini de harâm etmiştir.» derler. Bugünle karşılaşacaklarını unuttukları, âyetlerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi biz de onları unutuyoruz.1
Aslında her insan şu dünyâ hayâtında âhiretine hazırlık ve yatırım yapar. İnsan bu dünyâda ya cennetini tefrîş eder, ya da cehennem ateşine odun taşır. Dünyâ âhiretin tarlasıdır, burada ekilenler orada biçilecektir. Bu dünyâ imtihan tarlasına îman, ihlâs ve sâlih amel ekenler; hasat mevsimi âhirette cennet, nîmet, izzet ve ikram biçeceklerdir. Bu fânî dünyâda inkâr, isyân ekenler ise, öteki dünyâda cehennem, ateş, azap ve gazap biçeceklerdir. Onun için hesap gününde münâfıklar, mü’minlerden Bizi de gözetin; nûrunuzdan faydalanalım dediklerinde, onlara şöyle cevap verilecektir: Ardınıza dönün de ışık/nûr arayın.2 Yâni dönebiliyorsanız geri dünyâ hayâtına dönün, orada îman ve sâlih amelle nûr arayın. Zîrâ biz bugün sâhip olduğumuz nûrumuzu, dünyâ hayâtında îman ve amellerimizle kazandık! Siz de dönün, ardınızda bıraktığınız dünyâda nûr arayın. Tabii ki dönme imkânı olmayacaktır. Nitekim cehennemliklerin azâbı görünce tek istekleri dünyâya geri dönmek olacaktır: Onlardan birine ölüm gelince: «Rabbim! Ne olur beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim» der.3 Onların, ateşin kenarına getirilip durdurulduklarında, «keşke dünyâya tekrar döndürülseydik, Rabbimiz'in âyetlerini yalanlamasaydık ve inananlardan olsaydık» dediklerini bir görsen!4
Dünyânın Geçici Olduğunu da Dünyâdan Payını da Unutma!
Pek çok âyette dünyânın geçici/fânî, kısa, oyun ve eğlenceden ibâret olduğu hatırlatılır. Bu husus pek çok âyette tekrarlanır. Zîrâ çoğu insan bu konularda aldanmıştır, dünyâ onları aldatmış ve asıl yurt olan âhireti unutturmuştur. Sonuçta onlar dünyâ hayâtını yegâne hayat olarak görmüşler, âhireti hiç hatırlamamışlar, âhiret yurdu için hazırlık yapmamışlardır. İşte onlardan biri de Yüce Allâh’ın kendisine çok büyük hazîneler bahşettiği Kārûn idi. Hz. Mûsâ döneminin ileri gelen zenginlerinden olan Kārûn, bitmez tükenmez hazînesinin kendisini ebedîleştireceğini sanmış ve Rabbine baş kaldırmıştı. Ona şöyle uyarılar yapılmıştı: Böbürlenme, Allah şüphesiz ki böbürlenenleri sevmez. Allâh'ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu gözet, dünyâdaki payını da unutma; Allâh'ın sana yaptığı iyilik gibi, sen de iyilik yap; yeryüzünde bozgunculuk isteme; doğrusu Allah bozguncuları sevmez.5
Aslında bu uyarılar, tüm herkese idi. Bir kere şu dünyâda sâhip olunan her şey Yüce Allâh’ın vergisiydi. Var oluş, vâriyet sâhibi oluş, makam mansıplara konuş… Bunların hepsi Yüce Allâh’ın vergisi olan fırsatlardı. Bunlar, âhiret yurdunu kazanmak için kullanılmalıydı. Bunun için Yüce Allâh’ın, kullarına karşılıksız verdiği gibi, kullar da sâhip olduklarını O’nun ölçüleri doğrultusunda vermesini bilmeli, O’nun yolunda kullanmalı, aslâ azgınlık ve taşkınlığa sapmamalıydı.
Ne var ki bu uyarılara çoğu zaman çoğu insan kulak asmadı. Sâhip olduklarının kendisini ebedîleştireceğini sandı. Yüce Allâh’ın emâneti olan vâriyetini, O’na isyanda kullandı, azgınlık ve şımarıklığı arttıkça arttı, sonunda sâhip oldukları ile birlikte yerin dibine batıp helâk oldu. Kārûn bir örnekti, insanlığa bir ibretti. Onun gibi dünyevîleşen herkes, onun gibi vâriyetiyle birlikte yerin dibine batmayabilirdi. Bu, onun doğru yolda olduğunu göstermezdi. Çünkü zālimleri ne zaman ve ne şekilde cezâlandıracağına karar verecek olan Yüce Allah’tı. O, zālimlere fırsat verirdi, ama aslâ onların yapıp ettiklerini yanlarına bırakmazdı. Zulmedenler, nasıl bir yıkılışla devrileceklerini yakında anlayacaklardır.6
İnsan için dünyâ bir sınav yeri, sınav aracı yâni fitneydi. İnsanlar onunla sınanacaklardı. Nice insan dünya ve dünyâlıklarla kazanacaktı Rabbin rızāsını ve âhiret yurdunu. Kimi de dünyâ ve dünyâlıklarla Rabbin rızāsını kaybedecek, O’nun gazap ve azâbına düçâr olacaktı. İşte Peygamberler ve sâlih kullar. Onlar iki dünyâlı insanlardı. Onlar, aslâ dünyadan el-etek çekmemişler, dünyâyı zālimlere bırakmamışlardı. Çünkü Yüce Allah, bu dünyâyı sâlih kullarına mîras bırakmış, onlara emânet etmişti. Bu gerçek tüm ilâhî kitaplarda yazılı olan değişmeyen hakîkat, Yüce Rabbin hak edenlere lütfedeceği lütf u keremi idi. And olsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak iyi kullarımın mîrasçı olduğunu yazmıştık.7 Âyetteki Zebûr’dan kasıt tüm ilâhî kitaplar yâhut Hz. Dâvûd peygambere verilen kitaptır. Yine âyette geçen ve sâlih kullara bahşedilecek olan arz’dan kasıt yeryüzü yâhut âhiret yurdu cennettir.8
Sâlihlerin bu dünyâya sāhip olmaları, dünyâyı âdil bir şekilde yönetmelerine sebep olacaktı. Onlar Süleyman rûhu ile dünyâyı Rabbin emrinde kullanacaklar ve seçkinlerden olacaklardı. Bunun için Hz. Süleyman, Rabbinden dünyâlık isterken şöyle diyordu: Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver.9 Süleyman Peygamber bunları isterken, dünyâya tutkusundan istemiyordu. O, kendisine verilecek dünyalıkların nasıl Rabbin yolunda kullanılacağını insanlığa göstermek için istiyordu. Yine O, ne kadar dünyâlık verilirse verilsin, sonunda dünyânın sonlu olduğunu, sâhip olunan dünyâlıkların bırakılıp gidileceğini insanlığa göstermek istiyordu. Nitekim öyle de olmuştur. Sâhip olduğu sonsuz ikramları: Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; fakat nankörlük eden bilsin ki Rabbim müstağnîdir, kerem sâhibidir10 diye karşılayan Hz. Süleyman, saltanatını hep Rabbin yolunda kullanmıştır. Sonuçta tüm sâhip olduklarına rağmen O da vakti gelince, tüm sâhip olduğu dünyâlıklarını bırakarak göçüp gitmiştir. Ardından ise, tüm insanlığa şu darb-ı meseller yâdigâr kalmıştır: Dünyâ Sultan Süleyman’a kalmadı ki sana kalsın! Dünyâ birine kalacak olsaydı Süleyman'a kalırdı. Ölüm satın alınsaydı Nemrut tutar alırdı. Çıkmadık canlara dermân olurdu, Lokman Hekim ölmedi mi?
Bir başka Sultan Peygamber Hz. Yûsuf’un, zindandan çıktığında ve Mısır Azîz’i kendisine dile benden ne dilersen diye sorduğunda: Beni memleketin hazînelerine memur et, çünkü ben korumasını ve yönetmesini bilirim11 demesi, bir anlamda makāma ve dünyâlıklara tâlip olması da aynı gâyeye mâtuftu. Zîrâ Hz. Yûsuf biliyordu ki yedi bolluk yılından sonra gelecek olan yedi kıtlık yılını yönetme işini yapacak olan tek liyâkatli kişi kendisiydi. Onun için göreve tâlip olmuş, hakîkaten göreve gelince de bunu lâyıkıyla yerine getirmişti.
Bu imtihan dünyâsında, kime ne kadar ömür, fırsat, dünyâlık verileceğine karar veren Yüce Allah’tır. Zîrâ bunlar sınav soruları ise, sınavın sorularını sınavın sâhibi belirleyecektir. Onun için herkes üzerine düşeni yapmalı, çalışıp çabalamalı, helâlinden şu dünyâdan nasîbini aramalı, sonuçta Rabbin kendisine verdiğine râzı olmalıdır. Unutmamalıdır ki O, verirse lütfu keremindendir; vermezse yâhut birazcık ölçülü verirse gizli hikmetindendir. Mü’min, kul olarak yapılması gerekenleri yaptıktan sonra, sonucu rızā ile kabûl etmeli, veren Sen’sin, alan Se’nsin, kılan Sen. Ne verdinse odur, dahi nemiz var, diyebilmelidir. Unutmayalım ki, dünyânın en yoksul, en kötürüm insanı bile Yüce Rabbin sayısız nîmetleri içerisindedir. Yüce Allâh’ın nîmetleri ise saymakla bitmez tükenmez. Yine unutmayalım ki helâller hepimize yetecek kadar fazladır. Onun için nasîbimizi ararken aslâ haramlara sapmadan, şüpheli şeylere bulaşmadan payımıza düşene nâil olmalıyız.
Dipnotlar:
1 A’râf 7/35-51.
2 Hadîd 57/13.
3 Müminûn 23/99.
4 Enâm 6/27, Secde 32/12.
5 Kasas 28/76-77.
6 Şuarâ 26/227.
7 Enbiyâ 21/105.
8 İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr.
9 Sâd 38/31.
10 Neml 27/40.
11 Yusuf 12/55.
Ocak 2025, sayfa no: 6-7-8-9
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak