Ahî Çelebi Câmii, 1539 ve 1653 yıllarında iki kez yanmış, 1892 zelzelesinde ise büyük hasar görmüş. Câmi, Evliyâ Çelebi'ye dâir hikâyesi ile de İstanbul folklorunda ayrı bir yer tutar.
Ahî Çelebi Câmii, ‘Kanlıfırın Mescidi’ ve ‘Yemişçiler Câmii’ olarak da bilinir. Fatih ilçesi Eminönü semtinde, Yoğurtçular sokağındadır. İstanbul Ticaret Üniversitesi ile Zindan Han arasında kalır. Sâhile çok yakın bir mesâfededir. İstanbullular câmiyi daha ziyâde hikâyesi ile bilirler. Bânîsi Ahî Mehmed Çelebi'dir. (1432) Ahî Çelebi'nin adı kaynaklarda Ahmed ve Mahmud olarak da geçmektedir. Daha çok Ahî Çelebi ismiyle şöhret bulmuştur. Böbrek ve idrar kesesindeki taş oluşumunun sebeplerini ve tedâvisini incelediği eseriyle tanınan Osmanlı tabîbidir.
Babası tabîb Mevlânâ Kemâl (Kemâleddin olarak da bilinir) ile birlikte 1463’te İstanbul’a yerleşti. Mevlânâ Kemâl, Fatih Sultan Mehmet ve İkinci Bâyezid devirlerinin ünlü hekimlerindendir. Aslen Şirvan ya da Tebrizli olduğu çeşitli kaynaklarda zikredilir. Ahî Çelebi, hekimliği daha ziyâde babasından öğrendi. Onun ölümünden sonra devrin büyük hekimleri Kutbüddin ile Altunîzâde’den ders alıp kısa zamanda mesleğini ilerletti. Hekimlik becerisinin yanı sıra kuramsal bilgisiyle de kendisini kabûl ettirerek önce Fâtih Dârüşşifâsı’na hekim, sonra da başhekim oldu. II. Bâyezid’in teveccühünü kazanarak mutfak eminliğine, arkasından da hekimbaşılığa getirildi. Dört buçuk yıl bu görevde kalan Ahî Çelebi, Sultan Bâyezid’in ölümü üzerine geleneğe uyularak azledildi. Bir müddet sonra Yavuz onu tekrar hekimbaşılığa getirdi ve Mısır seferine berâberinde götürdü. Yavuz’un ölümünden sonra hekimbaşılıktan tekrar azledildi. Kaynakların belirttiğine göre, yaşı doksanı geçmiş olduğu halde, hacdan dönerken Kahire’de ölmüş ve İmam Şâfiî Hazretlerinin kabri civârına defnedilmiştir. (1524)
Ali Haydar Bayat’ın verdiği bilgilere göre: “Ahî Çelebi’nin en önemli eseri, II. Bâyezid devrinde Türkçe olarak kaleme aldığı, böbrek ve mesâne taşlarına âit on bölüm hâlindeki ‘Risâle-i hasâtü’l-kilye ve’l-mesâne’dir. Farsça yazdığı ‘el-Fevâdü’s-sultâniyye fî’l-kavâidi’t-tıbbiyye’ ile ‘Risâle fî’t-tıb’ ve ‘Mesnevî fî’t-tıb’ adlı iki Türkçe eseri daha tesbît edilmiştir.” Böbrek ve mesâne taşlarıyla ilgili eseri büyük ilgi görmüş, uzun süre hekimlerin başvuru kitabı olmuştur. İbni Sînâ’nın “el-Kânun fî’t-Tıb” adlı eserine İbnü’n-Nefis’in “Mucez’ül-Kânun” adıyla yazdığı şerhi Türkçe’ye çeviren de yine Ahî Çelebi’dir. Eminönü’deki câminin dışında İstanbul ve Edirne’de pek çok câmi, okul ve hamam da yaptırmıştır. İstanbul’da bir mahalleye, Edirne’de bir köye ve Bulgaristan’da bir yöreye (Eskiden Paşmaklı, şimdi Smolyan) Ahî Çelebi’nin adı verilmiştir.
İçi Su ile Dolan Câmi
Câmi, dikdörtgen planlıdır. İkişer kemerle desteklenen tek kubbeli, taş-tuğla yapıdır. Tek minâresi vardır ve bu minâre kalem gibi zariftir. Son cemâat yerinin, on iki fil ayağı üzerine oturtulmuş iki sıra hâlinde altı sağır kubbesi vardır. Bir buçuk metre çapında olan fil ayaklarının yerden yüksekliği üç metre civârıdır. Alçak tavan insanda başı tavana değecekmiş hissi uyandırır. Mekân basık ve loştur. Üzeri kurşunla kaplı büyük kubbe ise, altı fil ayağına bağlı kemerler üzerine oturtulmuştur. Kubbe kasnağı demirden bir çemberle çevrilidir. Bu bölüm, son cemâat yerine göre daha aydınlık ve ferahtır. Câminin Değirmen sokağına bakan ön cephesinde bir de mermer çeşme vardır. Sultan Abdül Aziz tarafından yaptırılan bu çeşmenin üstündeki yuvarlak madalyon içinde “Mâşâallah, tevekkeltü Alallâh ve mâ tevfîki illâ billâh/Allâh'ın dilediği olur. Allâh'a tevekkül ettim, güvendim. Başarım da ancak Allah'tandır.” 1281 (1864) ibâresi yazılıdır.
Bâzı kaynaklarda câminin ilk inşâ târihi 1500 olarak veriliyor. Tezkiret’ül Ebniye ve Tezkiret-ül-bünyan’da Mîmar Sinan’ın eserleri arasında gösterilen yapı, kimilerine göre ise Mîmar Sinan tarafından kapsamlı bir şekilde elden geçirildiğinden ona nisbet edilmiştir. Yapının hiçbir yerinde inşâ târihi ile ilgili bir bilgi yer almamaktadır. 1539 ve 1653 yıllarında iki kez yanmış, 1892 zelzelesinde ise büyük hasar görmüştür. Mîmar Sinan’ın mîmar başı olarak görev aldığı yıl olan 1539 târihi göz önüne alındığında, câminin bu tarihten önce yaptırıldığı düşüncesi kuvvetlenmektedir. 1892 depremi sonrası ile ilgili İbrahim Erseyrek şu bilgileri verir: “Ahî Çelebi Câmii yere batar; mihrabın sağından bir tatlı su fışkırdığından câmiin içi adam beline kadar su dolar. Her ne kadar suyu denize akıtırlarsa da önüne geçemezler. Câmi yararsız duruma düşer; yıllarca su içinde kalır. 1918 yılında su basan yerler toprakla doldurulur. Bu onarımda mukavemeti sağlamak için sütunların çevresi kesme taşlarla örülür; kubbe çemberlenir ve iki yönden birer ek kemerle desteklenir.” Câminin basık olma durumu işte bu detayda gizlidir. Zîrâ ne 16. yüzyıl câmi mîmârimizde ne de Mîmar Sinan eserlerinde böyle bir sıkıntı yoktur. Mekânsal tasarımda ferahlık ön plandadır.
İsminin Açıklanmasını İstemeyen Bir Hayırsever
1980’li yıllarda Haliç çevre düzenlemesi ve yeni Galata Köprüsü kazıklarının çakılması sırasında câmi büyük hasar gördü. Zemîni kayan câmiyi târihte olduğu gibi yine su bastı, minâresi de yıkıldı. Yirmi yıl boyunca perîşan halde onarılmayı bekledi. Bu arada çinileri çalındı, süslemeleri döküldü, hat yazılarının büyük bölümü kayboldu, duvarlarında otlar çıktı ve etrâfını çeviren otopark içinde kayboldu. 2005-2007 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün müsâadesiyle, isminin açıklanmasını istemeyen bir hayırsever vatandaşımız tarafından restorasyonu üstlenildi. Kısa bir müddet sonra da ibâdete açıldı. Câmi yok olmaktan kurtuldu. Bu onarımda, kazıklar çakılarak zemin güçlendirildi, yıkılan minâresi de aslına uygun olarak yeniden yapıldı. Câmi çevresini işgâl eden otopark ise yakın zamanda İBB tarafından kaldırılmış, çevre düzenlemesi de yapılmıştır.
Evliyâ Çelebi’nin Gördüğü Rüyâ
Evet, Osmanlı, hikâyesi olan bir devlet… Onda her şeyin bir hikâyesi var. Ahî Çelebi Câmii, hikâyesi ile de İstanbul folklorunda ayrı bir yer tutar. Ünlü gezgin Evliyâ Çelebi, kendi eserinde seyahatlerinin sebebini, 19 Ağustos 1630 târihinde gördüğü bir rüyâya bağlamaktadır. Buna göre Çelebi, Ahî Çelebi Câmii’nde Hz. Peygamber’i (sav) kalabalık bir cemâatle birlikte görür, heyecâna kapılıp Rasûl-i Ekrem’in elini öperken, “Şefâat yâ Rasûlallah” diyecek yerde “Seyahat yâ Rasûlallah” der. Hz. Peygamber (sav) tebessüm ederek şefâati, seyahati ve ziyâreti ona müjdeler; cemâatte bulunan ashâbın duâsını da alır; sahabeden Sa’d b. Ebû Vakkas (ra) da gördüklerini yazması temennîsinde bulunur. Çelebi’nin, bu rüyâyı tâbir ettirdiği Kasımpaşa Mevlevîhânesi şeyhi Abdullah Dede’nin: “Sa’d b. Ebû Vakkas’ın nasîhati üzere ibtidâ bizim İstanbulcağızı tahrîr eyle” tavsiyesiyle önce doğduğu ve yaşadığı şehri yâni İstanbul’u gezmeye, gördüklerini yazmaya karar verir.
Evliyâ Çelebi hakîkaten neredeyse dünyânın dörtte üçünü gezmiş ve pek kıymetli eserler vermiştir. 10 ciltten oluşan “Seyahatnâme” isimli ünlü çalışması 1814 yılında Hammer tarafından keşfedildikten sonra pek çok yabancı bilim adamı Çelebi hakkında araştırmalar yapmış, eser farklı dillere çevrilmiş ve yayımlanmıştır. Haziran 2013’te de UNESCO Dünya Belleği Listesi’ne dâhil edilmiştir.
Şubat 2021, sayfa no: 44-45-46-47
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak