Ara

Adım Zeyd

Adım Zeyd

Adım Zeyd. Sevgilinin âzâd ettiği, evlatlık Zeyd. Asr-ı Saâdet'ten sesleniyorum sizlere.

Âilem maddî durum olarak iyi bir seviyedeydi. Kimseye muhtaçlığımız da yoktu. Çarşı pazara çıkar birkaç günlük ihtiyâcımızı giderirdik. Bir gün annemle berâber çıktığımız bir yolculuk sırasında kaçırdılar beni ve sonra köle pazarında sattılar. Âdetâ bir kuştum, sonra kafese konuldum.

Annesinden koparılmış, merhamete muhtaç bir çocuk için ne kadar da tâlihsiz bir durum! Durum böyle görünse de her işte olduğu gibi bunda da Rahmân’ın bir hikmeti gizli imiş. Yaşadıkça anladım. 

Yaşadığım şehrin uzağına beni kaçıran haydutlar, yeni şehrin köle pazarına götürdüler. Âilemden koparılmıştım. Bu durumdaki bir çocuğun yaşadığı korku nasıl olursa öyle korktum, ümitsizliğe kapıldım. Yakalanmış bir kuşun kalbi nasıl çırpınıyorsa öylece çırpındı yüreğim. Artık hayâtımdaki hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ve beni çok kötü günlerin beklediğini düşündüm. Başıma nelerin gelebileceğini küçük yüreğimden kopan duygularımla hayâl etmeye, tahmîn etmeye çalıştım. Bir köleydim artık. Pazardaydım. Satılacaktım. Acaba beni kim satın alacaktı? Merhametli mi olacak yoksa bana zulmedecek bir zâlim mi?

İşte duygularımın zirve yaptığı, korkularımın damarlarımda kanıma karıştığı bir andı. Mekke’nin saygın zenginlerinden Hz. Hatice, Sevgili Eşine pazardan bir hediye almayı murâd etmiş ve yanımıza kadar gelmişti. Çok da pazarlığa lüzum kalmamış, beni satın almıştı. Zor günlerin şafağına düştüğümü düşünedurayım daha ilk günden korkularımın boşa çıktığını gördüm. Yeni sâhibem beni köle niyetine almamıştı. Sâdece kimliğime köle kaydı düşmüştü. Hayâtımdaki hiçbir şey eskisi gibi olmasa da beni zannettiğimin aksine güzel günler karşıladı. Bunlar, gelecekteki daha güzel günlerin başlangıcıydı.  

Kölesi olduğum ev, Hz. Muhammed(sav) ile Hz. Hatice’nin(r.anha) yuvasıydı. Aşk ile kurulmuş mütevâzı bir yuva. Huzur ve muhabbet rüzgarları esiyordu her köşesinde. Bu evde tebessüm, şükür ve nezâketti tanık olduğum. Köle gibi değil evin bir ferdi gibi muamele görüyordum. Evlatların babasının ismi ile anılması gerektiğini emreden âyet gelene kadar, Zeyd b. Muhammed olarak anıldım. Yâni Muhammed’in oğlu Zeyd.

Hayâtım O’nun yanında geçti. Her şeyi ile ölçünün tâ kendisiydi. Boyu meselâ, ne uzun ne de kısaydı. Saçları ne düz ne de kıvırcıktı, dalgalıydı. Ne asık yüzlü ne de çok neşeliydi. Hüzünlü bir tebessüm dururdu dâimâ dudağının kenarında. Yolda koşmaktan yavaş, yürümekten hızlı adımlar atardı. Yavaş yürüyor ama kimse O’nu geçemiyordu. Öyle güzel gözleri vardı ki zeytin tânesi gibi simsiyahtı. Beni en çok huzûra garkeden şey gözlerine bakmaktı doyasıya. Her gün misvak ile temizlediği dişleri inci gibiydi. Büyük küçük demez, kim ile konuşursa onu önemser, gözlerinin içine bakardı. Bir tarafa doğru dönecekse yalnızca başını çevirmez, tüm vücûdu ile berâber dönerdi. Çocuk ile çocuk olur, onları eğlendirirdi. Şakalaşmayı sever ve içinde yalan olmayan küçük şakalar yapardı. Ağzından kötü bir söz çıktığını aslâ duymadım. O’nun denginin, benzerinin olması mümkün değildi. Bazan kendi kendime şöyle derdim:

- İyi ki kaçırılmış, köle diye pazarlara düşmüş, Sevgilinin hânesine konmuşum. 

Sevgili’nin Peygamberliğinden itibâren de O’nun en yakınındaydım. İlk vahyin ardından hemen müslüman oldum, O’na şartsız îmân ettim. Sevgili’nin mücâdelesine şâhitlik etmek beni çok mutlu ediyordu. Mutluluk derken, çok zor zamanlara da şâhit oldum elbette, ama hiç bir zaman şikâyet etmedim. 

Mekke’de dîni anlatmak çok zor bir hâle gelmişti. Sevgili çok üzülüyordu. İnsanların îmanla tanışmasının gecikmesi de O’nu hüzünlendiriyordu. Bir çıkış yolunu aradığı bir zaman diliminde Tâif'teki akrabâları geldi gözünün önüne. Gidelim dedi Tâif’e. Hemen kabûl ettim teklîfini. Artık tebliğ için Tâif yolculuğuna çıkarken de Efendimiz’in yanındaydım. Büyük bir ümitle başladığımız yolculuk hüsranla bitti. Geri dönüş yolunda Sevgili’yi taşa tuttular. Kendimi siper ettim, taşların önüne geçtim ama nâfile. Yağmur misâli yağıyordu taşlar tüm bedenimize. Sevgili’yi ne korumaya gücüm yetti ne de tesellîetmeye. Henüz Ebu Tâlib ve Hatice’nin acısını yaşarken, bir de üstüne Tâif’te gördüğü muamele çok üzdü Efendimiz’i. Anlamlandıramadım, yakıştıramadım Tâif'tekilerin yaptıklarını çünkü kendilerine tavsiye edilen onların izzetli yaşamasından başka bir şey değildi. Yaşananların öfkesi ve âcizliğimin utancı içinde günlerimi geçirirken aldığım haber kendime getirdi beni: Sevgili Mi'râc'a çıkmış, Mevlâsı ile görüşmüştü. Merhem sürmüş Sevdiği, Sevgilisinin yüreğine.

Daralmıştı kocaman şehir Mekke, bizlere. Zulüm kol geziyordu her cephesinde. Medîne’nin Muallimi Mus’ab dâvet etti bizleri yeni şehrine. 

Mevlâ'dan izin çıkmıştı. Medîne’ye hicret ettiğimizde müşrikler, artık bizi savaşacak kadar büyük bir tehlike olarak görmeye başladılar ve harekete geçtiler. Çünkü artık, bir şehir devleti kurmuştuk. Bedir’in zaferini Sevgili’nin emriyledevesinin üzerinde ben haykırdım Medîne’ye. Hendek’te muhacirlerin sancaktârı idim.

Ve sonra Mute Savaşı. Bu savaş katıldığım son sefer olacaktı ve bunu hissediyordum. Sanki bu gidişin bir dönüşü olmayacak, Efendim’i artık göremeyecektim. Ordu yola çıkmaya hazırlanırken Allâh'ın Sevgilisi gelip sancağı bana verdi ve:

- Ey Zeyd, şehit olursan sancağı Cafer alsın. O da şehit olursa Abdullah alsın, dedi. İşte o an içimize şehâdetin aşkı yanında ayrılığın yakıcı ateşi düştü. Anladık ki çetin bir savaş olacak ve biz Rabbimize kavuşacağız.

- Ey Sevdiğimiz, en sevdiğimiz yoksa Seni bir daha göremeyecek, vuslat için âhireti mi bekleyeceğiz? Şu an bedenimiz rûhumuzla bir olup ızdırap çekmeye başlamışken ayrılık korkusuyla, peki biz toprağa düşünce rûhumuzun devâm eden hasret ızdırâbı ne olacak? demiştim sâdece.

Savaş meydanındaydık. Hayâtımın en çetin cengindeydim. Sevgilinin bize sancak üzerine verdiği son tâlimat adım adım, bir bir gerçekleşti. Bizler O’nun yolunda toprağa kurban misâli düşüverdik. Buradan sonrası Sevgiliyle kavuşacağımız güne özlem, Rabbimizin cemâli ve cenneti. Hem O’nunla geçen bir ömür, hem şehâdetle gelen bir ölüm. Âilemden ayrılıp köle pazarında satılıp sonra da böyle bir hayat süreceğim hiç ama hiç aklıma gelmezdi. Hem kimin aklına gelirdi ki? Ama bir an unuttuğum bir şey oldu, ben köle değildim ki. O’nun evlâdıydım. Aramızda çok yaş farkı yoktu ama büyüdüklerini göremeden toprağa verdiği oğullarının yerine koyduğu oğluydum ben O’nun.

Ben Zeyd, Asr-ı Saâdet'te kanını, canını vermiş Zeyd b. Hârise.

Beni yıllar yılı arayan âilem nihâyet Mekke’ye gelip beni bulmuş ve fidyemi vererek geri almak istemişti. Sevgili gidip gitmeme konusunda beni kendi tercîhimle başbaşa bırakmıştı. Ama ben hiç düşünmeden tereddütsüz ve bir anda sesimi biraz da yükseltmiş olarak:

- Efendim, ne olur beni anama babama terketme. Eğer ben Sensiz kalırsam bir an bile yaşayamam, diyerek yalvarır oldum. İşte tam da o gün, babamla gitmeyip kendisiyle kalmayı seçtiğim o gün elimden tuttu ve:

- Şâhit olun, Zeyd benim oğlumdur, o benim mîrasçım, ben de onun mîrasçısıyım! diyerek beni âzâd etti.

Aslında o gün açıldı kafesimin kapıları. O gün kanatlanıp uçtum ben cennete doğru. Şimdi öncelerden ötelere sizleri izliyor gibiyim. Sanki harap ve bîtap düşmüş bir haldesiniz. Sevgilinin emânetleri hâlâ içinizdeyken, onları yüreğinize basmanız gerekirken tereddüt ettiğinizi görüyor gibiyim. Sevgiliyi çok seviyorum diye bir iddia sâhibi olduğunuzu da görüyorum. Oysa ki gönül kafesinizin kapıları arkasında hâlâ esir olduğunuzu, kapıları açmak şöyle dursun ümitsiz olduğunuzu da görüyorum. Sevgili, sizleri Kevser Havzında bekleyeceğini müjdelerken etmeyin ettiklerinizi, bekletmeyin Sevdiğimi, kalkın ve O'nun yolunda özgür olun! Vesselâm.

Mart 2024, sayfa no: 38-39-40

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak