Ara

Adım Ümmü Ma’bed

Adım Ümmü Ma’bed

Adım Hâlid kızı Atike. Siz kardeşlerime, olmak istediğiniz asırdan, Asr-ı saâdetten yazıyor, sesleniyorum. Ötelerde yaşayan siz kardeşlerimle hasbihâl etmektir niyetim. Dökmek isterim içimdeki muştuları gönül hânelerinize. 

Her ne kadar adım Atike olsa da, Oğlum Ma’bed’e olan düşkünlüğümden olsa gerek; Kabîlem Huzaa tarafından, sonrasında da hayâtımın her ânında Ümmü Ma’bed olarak isimlendirildim, böyle tanındım. Cömert olmayı, ikramda bulunmayı çok severdim. Tehlikelerden hemen ürkmeyen, cesâretli olmaya çalışan bir insandım. 

Mekke-Medîne yolu üzerindeki Kudeyd köyünde yaşıyor, geçimimi koyun güderek sağlıyor, bunun yanında yoldan geçenlerin yiyecek ve içecek ihtiyâcını da karşılamaya çalışıyordum. Hicretin olduğu sene idi. Şiddetli bir kuraklık baş gösterince koyunlarımı iyi besleyememiştim ve koyunlarımın çoğu sütten kesilmişti. Bu sıkıntılı günlerin birinde çadırımın önünde otururken karşıma çıkan dört yolcu hayâtımın seyrini değiştirdi. Tam da bu noktada yaşadıklarımı siz kardeşlerimle paylaşma arzusundayım ve size yazmam ondandır.

Sıkıntılı günlerimde çadırımın önünde oturuyordum. Biri hepsinden güzel tam dört güzel, hicret yolunun üçte birini geçmiş dinlenmek ve yiyecek bir şeyler bulmak için çadırıma kadar gelmişlerdi. Bana verdikleri selâm, yüzlerindeki tebessüm hayat ırmağım olmuştu âdetâ. Benden eğer varsa hurma ve et satın almak istediklerini söylediler. Çadırıma gelen herkese yaptığım gibi onlara da elimde olanlardan vermek istesem de, kıtlık ve kuraklık sebebiyle bu kutlu misâfirlere verecek hiçbir şeyim kalmamıştı. O sırada bu kutlu misâfirlerin içindeki, diğer üç kişiden çokça saygı gören müstesnâ şahsiyyet, ki O Allah Rasûlü, zayıf ve bitkin olan bir koyunumun olduğunu gördü ve onu sağmak için benden izin istedi. O Pâk Zâtın sıradan bir kimse olmadığı içime düşse de henüz îman dâiresine girme lütfuna ermediğimden biraz ümidsiz ve şaşkın bir vaziyetteydim. O koyunun güçsüzlüğü sebebiyle sürüden geri kaldığını, bir damla bile süt çıkmayacağını ancak isterse yine de onu sağabileceğini söyledim. Her hâliyle beni etkileyen, beni huzuruna yaklaştırdıkça yaklaştıran bu Müstesnâ kişi besmele çekti, Allâh’a dua etti ve koyunumu sağmaya başladı. Sürüye katılmaya bile gücü olmayan o zayıf ve bitkin koyunum, mübârek elde âdetâ can bulmuş, memeleri sütle dolmaya başlamıştı. Bu Müstesnâ Kimse benden bir kap istedi ve sağdığı sütü ilk olarak bana ikrâm etti. Titreyen ellerimde süt kabı, heyecandan zangır zangır titreyen mecalsiz dizlerim, gümbür gümbür kafesine sığmayan kalbim. Gözlerime inanamıyor, cılız koyunumdan süt çıkmasına akıl sır erdiremiyordum. Müstesnâ Kişi daha sonra yol arkadaşları için süt sağmaya devâm etti. Herkes doyasıya içtikten sonra en son kendisi içti. Koyunumun sütü o kadar bereketlenmişti ki, Müstesnâ misâfirim ve arkadaşları yanlarındaki kapları bile doldurmuşlardı. Hattâ bir kap sütü de fazladan yanıma bıraktılar. İşlerinin acele olmasından veya tehlikeli bir mecrâda olmalarından olsa gerek fazlaca durmadılar, teşekkürler edip Çadırımdan ayrıldılar. Arkalarından bakakalmıştım. Kalbim kafesinden çıkmak, gidenlerle gitmek için beni sıkıştırıyordu. Sonra o an anlam veremediğim göz yaşlarım gözlerimden sıcak mı sıcak, usul usul akmaktaydı. Gözlerimi yaşlarıyla kapadım ve O Müstesnâ kişinin her hâlini zihnime kazımaya, yazmaya başladım. Bu bilerek ve isteyerek yaptığım bir durum değildi. Beni zorlayan bir güç vardı âdetâ. 

Havanın kararmaya başlamasıyla berâber sürüleri otlatmaktan dönen kocam evde süt dolu kabı görünce çok şaşırdı ve bu sütü nereden bulduğumu sordu. Henüz taptâze olan heyecânımla yaşadığım olağanüstü durumu anlatmaya başladım:

  • Çadırımıza müstesnâ bir şahıs geldi, yiyecek birşeylere ihtiyaçları vardı. Sonra koyuna dokunmasıyla sütü gelmeye başladı. 

Eşim benden bu Müstesnâ kişiyi daha ayrıntılı anlatmamı istedi. Dilimin bağı çözüldü ve sanki yıllardır tanıyorum, âdetâ her hâline vâkıfmışım gibi bu Müstesnâ kişinin özelliklerini târif etmeye başladım:  

“Aydınlık yüzlü ve güzel yaradılışlı idi; zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve beyazı birbirinden iyice ayrılmıştı. Kaşlarının ucu ince, saçları koyu siyahtı. Boynunda yükseklik, sakalında sıklık vardı. Konuştuğu zaman kendisinde güler yüzlülük ve tatlı sözlülük vardı. Sözleri, sanki dizilmiş birer inci gibi, ağzından tatlı tatlı akmakta idi. Arkadaşlarının arasında en güzel görüneni ve nur yüzlü olanıydı. Arkadaşları, ortalarına almış durumda hep onu dinliyorlar; bir emir verdiği zaman da hemen emrini yerine getirmekte acele ediyorlardı. 

Bütün bunları pür dikkat dinleyen eşim anlattığım kişinin, Kureyşliler'in peşine düştükleri Peygamber olduğunu söyledi ve çadırına gelen bu Kutlu Misâfir’i göremediği için çok fazla üzüldü. Eşiminki üzüntü, siz o an bir de benim hâlimi görseydiniz. Ne kadar şanslı fakat bir o kadar da îmânı geciken bir nasipsiz âdetâ. Şimdi kafesini yırtmak isteyen kalbimin hâlini anlamış, ona hak vermiştim. 

Allah Teâlâ’nın her kuluna nasîb etmediği peygamber mûcizelerinden biri bize nasîb olmuş, cılız ve güçsüz bir koyun, ben ve ailem için hidâyet ve bereket kaynağına dönüşmüştü.

Hz. Peygamber çadırımızdan ayrıldıktan sonra ben ve eşim çadırımıza gelen misâfirin peygamber olduğunu anlamış ve en kısa zamanda Medîne’ye gitmeye karar vermiştik. Ancak Mekkeliler Müstesnâ misâfirin peşinde idiler. Bundan dolayı O’nun izini sürmelerinden çekindik ve bir süre beklemeye karar verdik. Kutlu Misâfirin Medîne’ye vardığı haberini günler sonra alınca endîşeli bekleyişimiz son bulmuştu. Vakit gelmiş artık yola koyulmuştuk. Medîne’ye vardığımızda hemen vakit kaybetmeden Hz. Peygamber'in huzûruna çıkıp eşimle berâber îmân ettik ve Sevgilinin gönül deryâsına yazdığımız îman dilekçemiz kabûl olduğu için her dâim Mevlâ'ya şükrettik. 

Ben Ümmü Ma’bed. Ailem İslâmiyet’i kabûl ettikten sonra da Kudeyd köyünde yaşamaya devâm ettim. Hz. Osman zamânına kadar Allâh’ımız bana yaşama mühleti vermişti. Benim için, Hz. Peygamber’in çadırıma geldiği gün hayâtımın dönüm noktası olmuştu. Ailem içerisinde sürekli bahsi geçen o günü “Müstesnâ Kimsenin Günü” diye nitelendirmiştim. Öncesi ve sonrasını da “Müstesnâ Kimse gelmeden önce” ve “Müstesnâ Kimse geldikten sonra” diyerek ayırmıştım. Bu güzel anımı 644 yılında, Hz. Ömer ve Hz. Peygamber'in eşleri ile birlikte çıktığımız hac yolculuğunda, Rasûlullâh’ın bana misâfir olduğu yere geldiğimizde tekrar hatırlamıştım. Hüzünle unutamadığım o günü anlatmaya başlayınca Hz. Ömer başta olmak üzere Ezvâc-ı Tâhirat da Rasûlullah’a duydukları özlemle birlikte gözyaşlarıyla beni dinlemişler, beni tebrîk etmişlerdi.

Ben Ümmü Ma’bed. Asırlar öncesinden yazdım sizlere. Herbirinizin hayâtında müstesnâ anlar, yaşamlar olmuştur. Kimi ânınızı baş köşeye oturtur, belki de her ânınızı o ânınıza pervâne edersiniz. İşte benim hâlim tam da bu hâlin içinde gizli. Yaşadığım o anım hayâtıma yön veren bütün anılarımı âdetâ kurban ettiğim andı. Müstesnâ kimsenin, “Allah Rasûlü”nün hayâtıma dokunduğu, vuslata erdiğim andı. Dilerim ki sizlerin de hayâtına Müstesnâ bir dokunuş olsun. Âdetâ yudumladığınız bir yudum süt sizleri Müstesnâ bir tebessüme, gözlerden akan sımsıcak hasret yaşları sizleri Livâ'ül-Hamd Sancağı altında, Kevser Havuzunda vuslata erdirsin. Vesselâm.

Nisan 2023, sayfa no: 41-42-43

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak