Ara

Adım Mus’ab

Adım Mus’ab

Adım Mus’ab. Siz kardeşlerime Asr-ı Saâdet’ten sesleniyorum. Yaşamanın çok zor olduğu, insanlığın ayak altına serildiği, kimi yamyam kimi bilmem ne belâların efendi olduğu topraklarda yaşıyordum. Kâbe gibi bir hazînenin etek civarlarında bilinmeyen aşk ve kıymetsizlik. Ben de işte tam bu kıymetsizliğin hüküm sürdüğü evlerden birinde hayâtıma devâm ediyordum. O günün şartlarında özellikle de elit tabakadan neredeyse herkesin vazgeçemediği bir hobisi bir alışkanlığı olurdu. Ben de at yarışları hastasıydım. Onlardan vazgeçemiyordum. Çok kıymetli ve güzel bir atım vardı. Onunla yarışlara katılır ve katıldığım bütün yarışları da kazanırdım. Arkasından gelen alkışlar, tebrik bağrışmaları bana zevk veriyordu. Yine bir festival günüydü ve ben günler öncesinden yarışa hazırlanmış, yeni bir zafere kilitlenmiştim. Son aşama için hazırlanmamız bize işâret edilmiş, artık vakit gelmişti. Ben hazırlanadurayım, yanı başımdaki rakiplerimden iki kişinin arasındaki konuşma beni beynimden vurmuştu. Bütün dikkatimi onlara vermiştim. Biri diğerine:

- Duydun mu? Abdullah’ın yetimi Muhammed peygamber olduğunu söylüyor. Vahiy alıyormuş. Kendisine gökten Cebrail meleği geliyor haberler getiriyormuş.

Bu sözler beni çok etkilemişti. Çünkü Hz. Muhammed'i tanıyordum. Dürüstlüğü, eminliği beni çok etkiliyordu. Hep O’nun gibi dürüst olmak istemişimdir. Bu yeni duyduğum şeyler de O’nun bu özellikleri ile de örtüşüyordu. Bu arada yarış başlamıştı. Atım da benim gibi isteksizdi. Adım atmak ona da çok zor geliyordu âdetâ. Hayâtımda ilk defa bir at yarışını kaybetmiştim. İnsanlar şaşkındı ve hayretlerini yükselttikleri sesleriyle ayân ediyorlardı.

-Yazık çok yazık hiç yakışmadı Mus’ab. Bizi çok üzdün ne oldu sana Mus’ab?

Bense tam aksine târif edemediğim bir huzur hâlindeydim. Üzülmemiştim. Bu kaybettiğim yarış, âhiret hayâtını kazanmam konusunda bir başlangıç olacaktı. Benim için çok yakışıklı derlerdi ve o zaman 18 yaşındaydım. Saçlarım omuzlarıma kadar dökülüyordu ve çok bakımlıydım. Herkesin dikkatini çekiyordum. Ailem de beni çok severdi. Annem çok zengin bir kadındı. Şam’dan Hindistan’dan güzel kumaşlar getirtir, bana çok güzel elbiseler diktirirdi. Süründüğüm kokular da uzak diyarlardan gelirdi. Hadramut'tan ise özel terlikler getirilirdi bana. Annem beni vârisi olarak görüyordu. Yıllar yılı hayâtımı şekillendiren bu şatafat bir tarafta kalmış, bütün dikkatim beni etkileyen konuşmalara çevrilmişti. İşte ben, Mekke'de çokça itibar gören Mus’ab, bir gece aklımdaki sorulara cevap almaya karar verdim ve O’nun nerede olduğunu araştırdım. O günler gizli davet günleriydi. Peygamber Efendimiz’e bazı vakitler ulaşmak zordu. Benim gibi arayıp sorularına cevap bulan dostlarım O’nun Erkam'ın evinde olduğu haberini verince; gecenin karanlığında Erkam'ın evine doğru yola koyuldum. Müsâade isteyip içeri girdiğimde Allah Rasûlü’nün enfes sesi ile Kur'ân okuduğuna şâhit oldum. Hemen bana gösterilen yere oturmuştum. Dinlemekte olduğum sözlere, bu anlamlı sözlere hayran kalmıştım. Yıllardır böyle güzel şeyler duymamıştım. İçimde biriken kir, pas âdetâ bir el tarafından temizleniyordu. Aradığım huzur, aradığım aşk gönlüme yudum yudum akmaktaydı. Bu mübârek insanla ve bu enfes Kur'ân'ın mesajı ile yerimde duramıyordum. Allah Rasûlü Kur'ân okumayı bitirince, bendeki bu coşkuyu fark ederek yanına oturttu beni. Sonra mübârek elini göğsüme koydu. Göğsüme koyduğu el gül kokuluydu. İpekten daha yumuşak olan kutlu ellerinin serinliği ve mânevî gücü bende sâkinleştirici bir etki yapmıştı. Ardından:

- Ey Mus’ab, zamânıdır deyince, dilimden dökülüverdi en güzel kelâmlar:

- Eşhedu enlâ ilâhe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasûluhu.

Ve böylece ben Mus'ab bin Umeyr ilk Müslümanlar arasında yerimi almıştım. Bütün zamânımı bu huzurda geçirmeye karar vermiştim. Allah Rasûlü bazan bana iltifatta bulunur ve özellikle de topluluklarda:

- Mekke’de ve dahi uzak diyarlarda Mus’ab'dan daha güzel saçlı, daha güzel giyimli ve daha çok nimetler içinde yaşayan birini görmedim. Ama o İslâm'ı seçti, diyordu. Ben artık yeni bir heyecanla doğmuştum. Bu heyecânı, kavuştuğum bu olağanüstü güzellikleri başkalarına anlatmak, onlarla paylaşmak bende çok büyük bir hedef hâline gelmişti. Mekkelilerin müslümanlara çok büyük bir baskı yaptığını görünce, şimdilik îmânımı gizlemeyi düşündüm hattâ âilemden bile gizledim. Çünkü annem tam bir putperestti ve Müslümanlara âdetâ kin kusuyordu. Onları hiç sevmez, onların hayat haklarının dahi olmadığını iddia ederdi. Buna rağmen anneme olan saygımı ve sevgimi kaybetmemek için Peygamberimizi gizli gizli ziyârete gidiyordum ama bu durum bana çok zor geliyordu. O’ndan uzakta iken de kuytu yerlerde gizliden gizliye namaz kılıyordum. Günün birinde biri beni görmüş olacak ki, bu durumu anneme haber vermişler. Akrabâlarım bundan haberdar olmuşlardı. Ben ise onların bu haberdarlığını fırsata çevirmek isteyip onlara yeni dîni anlatmak istedim. İstesem bu kadar kalabalığı toplayamazdım. Kur'ân okumak üzere ayağa kalktığımda, annemin tokadı yüzümde patladı. Beni susturmuştu. Ona cevap vememem gerekiyordu çünkü o benim annemdi. Anneme saygı duyan asil bir duruş göstermek ve anneme hürmet göstermek zorundaydım. Ama annem çok sinirliydi. Âdetâ nefret kusuyordu. Beni caydırmak için aklında türlü türlü fikirler dolaşıyordu. Önce yumuşak yumuşak konuşmaya girişse de bendeki kararlılığın farkına varmıştı, sonra dayanamayıp beni bir odaya hapsetti. Bunlar benim için zor günler olsa da onların unuttuğu bir şey vardı. Odalarda hapsedilen bedenlerdi. Gönüller, sevdâlar Kutlu Huzurda oturmaya devâm ediyordu.

Ben Mus’ab. Mekke'nin en zengini, en yakışıklısı, 18 yaşındaki delikanlısı. Artık çile dolu günlere hazırlanıyordum. Annem beni iknâ edemeyeceğini anlayınca, tuttuğu paralı adamlara beni bağlattı ve bana günlerce işkence ettiler. Dayım farkına varmış olacak ki, anneme:

- Böyle yapmaya devâm edersen onu tamâmen kaybedersin, demişti.

Nihâyet beni serbest bıraktılar. Kafesten uçan kuş misâliydim. Rûhum aslâ esir olmamıştı. Şimdi bedenim de O’na eşlik ediyordu. Huzûrunda oturuyordum. Allah Rasûlü:

- Medîneli Müslümanlara bir öğretmen göndermemiz gerekiyor, derken gözlerimin derinliklerine bakmıştı. 

Mesajı anlamıştım. Yol gözükmüştü bana. Şimdi hicran vaktiydi. Kendimi nefesinde bulduğum Sevgiliden, yine O’nun emriyle uzak diyâra Medîne’ye gitmem gerekiyordu. Bir an tereddüt etmeden tamam demiş görevi kabûl etmiştim. Medîne günlerim zorlu başlamıştı ama her konuştuğum sanki beni bekliyormuşçasına bana sıcak davranıyor, çoğu konuştuklarımı onaylıyordu. Onlar îmân ettikçe ben Allah Rasûlü çok sevinecek diye seviniyordum. Günler günleri kovaladı ve nihâyet günü geldi, Allah Rasûlü mü'minlerle berâber Medîne'ye göç etti, hicret etti. Öyle bir sevinçliydim ki. Huzurdan ayrılırken yüreğim, akan yakıcı hicranla kavrulmuştu. Şimdi ise bir meltem misâli vuslat rüzgarlarıyla tedâvi olmuş, kıpır kıpır çarpıyordu. Nihâyet kavuştum Sevgilime. Anlattım O’na, O dinledi sevindi. O sevindi ben sevindim.

Mekkeli Müşriklere boş durmak yakışmazdı. Önce Bedir savaşı. Geldiler, öldüler, kalanlar için belki îman fırsatı. Bir yılı biraz geçmişti. Ulubaşlar hınçlarını bilediler, îman fırsatını teptiler yeniden geldiler. Vakit Uhud vaktiydi. Bedir’e katılamayan, yüreği cihad ateşiyle yanan gençler Meydan Savaşı istemişti. Sevgili istemiyordu, ama istişârede de rahmet var diyordu. Uhud meydanına varmış, tembihlenen yerlerimizde konumlanmıştık. Ben hemen Allah Rasûlü'nün yanı başındaydım. Zırhımı kuvvetlice giyinmiştim. Beni yanına çağırarak:

-Ey Mus’ab bugün sancağımızı, bayrağımızı sana emânet ediyorum, vazîfe senin, dedi.

Bir an gözlerimi kapadım kalbime verdim kulaklarımı. Gelen ses olması gerekendi:

-Elhamdulillah. 

Büyük bir vazîfeydi. Çok zorluydu. Çünkü görevi tevdi eden Allâh’ın Sevgilisi'ydi. Hakkını vermem gerekiyordu. Gerektiği yerde sancak düşmemeli, gerekirse Mus’ab’ın canı düşmeliydi. Aldım elime sancağı, “Bismillâh” dedim ve meydana koştum.

Savaş meydanında bir o yana bir bu yana seğirtip, Hz. Hamza ile sırt sırta vererek müşriklere boyun eğdirmeye çalışıyordum. Zaman zaman Allâh’ın Sevgilisi ile göz göze geliyordum. Bir sefer göz göze geldiğimde, âdetâ Allah Rasûlü bana: “Allâh'a ısmarladık ey Mus’ab” diyor gibiydi. O an Sevgilinin gözlerinden yaşlar süzülmüştü. Hz. Ebubekir Sevgililer Sevgilisine bakarak:

-Yoksa Mus’ab?! dedi.

Sözlerinin devâmını getiremedi, boğazına düğümlendi konuşacakları. Söz sırası Sevgilideydi:

-İyi bak Ey Ebûbekir, Mus’ab’ı son görüşün.

Bu son bakışta, gözünün karalığı gönlümün karanlığını aydınlatmıştı. O’ndan ayrılacak olma ihtimâli yüreğime bir kor ateş gibi düşmüştü ânîden. İslâm'ın sancağı benim elimdeydi. Sevgiliyle göz göze geldiğim anda sırtımda bir sıcaklık hissettim. Bir mızrak saplanmıştı böğrüme. Dermânım çekildi, çöktüm dizlerimin üstüne. Güç bulmaya çalışırken hâinler bir kolumu kestiler. Düşmemeliydi sancak. Ânî bir kavrayışla sancağı diğer elime aldım. O kolumu da kestiler. İslâm'ın sancağı, Sevdiğimin emâneti düşmesin diye bacaklarımın arasına aldım. Bacaklarımı kestiler. Çok mahçup olmuştum. Allah Rasûlü’ne lâyık olamamanın mahcûbiyeti. Geriye dönüp bakmaya yüzüm yoktu. Söylendim kendimce:

-Ey Mus’ab emâneti koruyamadın, sancak düşüyor. Aldığım ardı ardına kılıç darbeleri sonrası artık ayrılık zamânının geldiğini anlamıştım. Kafamla kumları eşeleyip kumlara gömdüm başımı. Utanıyordum ve:

- Ey Sevdiceğim, Ey Allâh'ın Rasûlü yapmam gerekeni yapamadım. Sancağını koruyamadım, Sana siper olamadım. İslâm'a lâyık olamadım.

Ardım sıra Hz. Hamza ve toprağa düşen niceleri. Sevgili savaş sonrası başucuma gelmişti. Konuşuyordu benimle. Duyuyordum O’nu hiç olmadığı kadar sevgiyle ve de hasretle:

-Ey Mus’ab, Mekke’nin en yakışıklısı, zengini, bir giydiğini bir daha giymeyen Mus’ab. Bak şimdi başını örtüyoruz ayakların, ayaklarını örtüyoruz başın açıkta kalıyor.

Ben Mus'ab Bin umeyr. Yaptıklarımdan hiçbir zaman pişmân olmadım. En çok gururlandığım, beni huzûra kavuşturan şey ise; İslâm'ın yolunda, Sevgilinin yolunda Uhud’un o sıcacık topraklarında Allâh'a kurbân olup, kumlara gömülmek oldu. 

Şimdi siz kardeşlerime öncelerden, çok öncelerden, Asr-ı Saâdet’ten sesleniyorum. Kimi putlara, kimi eşine, çocuğuna, kimi de şâna şöhrete kurbân oldu. Benim tercîhim ise Allah ve Rasûlü’ne kurbân olmak oldu. Şimdi sizlerin yüksek katlarınızda, dolaplarınıza istiflediğiniz stokladığınız elbiselerinizle, türlü türlü yiyeceklerinizle, lüksünüzden vazgeçmediğinizi duyar gibiyim. Sahi siz kime kurbân olmayı seçtiniz? Vesselâm.

Aralık 2023, sayfa no: 56-57-58-59

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak