Adım Muaz. Sizler beni Muaz b. Cebel olarak duydunuz.
Ben barış ve huzurdan yoksun, kin ve nefretin hâkim olduğu bir şehirde, Yesrib’de doğup büyüdüm. Kabîlemiz olan Hazrec ile Evs kabîlesi arasında yüz yılı aşkın süredir devâm eden bir kan dâvâsı vardı. Bu durum şehirde ne huzur ne bereket bırakmıştı. Birkaç sene önce meydana gelen olaylarda her iki kabîleden pek çok kişi ölmüş, geriye nice dul ve yetim kalmıştı. Kur’ân’ın ifâdesiyle insanlar ‘bir ateş çukurunun tam kenarında’ kurtarıcılarını bekliyorlardı. Babam da, ben henüz küçük bir çocukken bu olaylarda vefât etmişti. Annem, babamdan sonra Cedd b. Kays ile evlenmişti. Bu târihten itibâren Medîne’nin uzağında yüksekçe bir yerde üvey babamın evinde yaşamaya başladım.
Üvey babam iri yapılı, giyim kuşamına dikkat eden, pek zengin fakat bir o kadar da cimri biriydi. Efendimiz bir defasında kabîle büyüklerimize:
- Reisiniz kimdir? diye sormuştu.
“Cimriliğiyle meşhur olan Cedd b. Kays’tır.” denilince:
- Cimrilikten daha büyük hastalık var mıdır? buyurmuştu.
İslâm, Medîne’de yayılıp Sevgili Efendimiz (sav) hicret ettiğinde Üvey babam görünüşte Müslüman olmuş ancak yüreğinde derin bir kin beslemiş, Allah ve Rasûlü’ne düşman olmuştu. O ve yakın dostları şehrin huzûrunu bozuyor, fitne ve fesat çıkararak Müslümanlara zarar vermeye çalışıyorlardı.
Peygamber Efendimiz umre yapmak üzere yola çıkıp Hudeybiye’ye vardığında kāfilenin içinde Üvey babam da vardı. Efendimiz Mekke müşriklerine savaşmak için değil, umre yapmak, Allâh'a ibâdet etmek amacıyla geldiklerini haber vermek istemiş; Hz. Osman’ı Kureyş’e elçi olarak göndermişti. Kısa bir süre sonra Müslümanlar Hz. Osman’ın Mekkeliler tarafından öldürüldüğüne dâir gelen haberle sarsıldılar. Efendimiz bu haber üzerine Müslümanları savaşmak, müşriklere karşı ölünceye kadar mücâdele etmek üzere biate çağırdı. Rıdvan ağacı altında yapılan biate katılanlardan Allah Teâlâ razı olmuş, Efendimiz kendisine biat eden Müslümanları cennetle müjdelemişti. Sefere katılan 1400 Müslüman içinde cehennemden azad edilmeyen, cennet müjdesini alamayan yalnızca bir kişi vardı ki o da üvey babamdı.
Müslümanlar Efendimize söz vermek için toplandıklarında üvey babam hemen oradan uzaklaşmış, devesinin altına saklanarak biate yanaşmamıştı. Bunun üzerine Efendimiz onun hakkında şöyle demişti:
- Ağacın altında biat edenlerden kırmızı devenin sâhibi hariç hiç kimse cehenneme girmeyecektir.
Üvey babam ayağına kadar gelen nîmeti reddetmiş, cennete girmeyi değil, kırmızı devesinin altında saklanmayı tercîh etmişti. O, hayâtı boyunca Peygamber Efendimiz'i üzecek ne varsa hep o safta bulunmayı tercîh eden bir bedbahttı.
İşte benim çocukluk yıllarım böyle bir adamın yanında geçti.
Bir gün şehre güler yüzlü, tatlı sözlü bir genç geldi. O, Sevgili Peygamberimizin elçisi, İslâm’ın ilk öğretmeniydi. O, bir zamanlar Mekke’nin en güzel giyinen ve en yakışıklı genci olup nîmetler içinde yüzerken tüm bunları terk eden, zindanları, işkenceleri, açlık ve susuzluğu, gurbeti tercîh eden Mus’ab b. Umeyr’di. Mus’ab o güne kadar inen âyetleri ezberlemişti, iyi bir hatipti. Konuştuğu insanları etkiliyor, onları doğru olana kavuşturuyordu.
Mus’ab Medîne’ye vardığında Es’ad b. Zürâre’nin evine misâfir olmuştu. O da Sevgililer Sevgilisi'yle tanışan, rahmet denizinde yüzenlerdendi. Mus’ab Esad’la ev ev dolaşıyor, hurma bahçelerinde insanlara İslâm’ı anlatıyordu.
Mus’ab’ın gelişiyle, huzur ve mutluluğu unutmuş olan bu şehre yeni bir nefes gelmişti. Mus’ab’ın dilinden kardeşlik ve sevgi sözcükleri dökülüyor, etrâfındaki halka her geçen gün daha bir genişliyordu. Şehrin kasveti dağılıyor, Mus’ab’ın dînine girenlerin yüzünde mutluluk okunuyor, îmânın verdiği huzur dalga dalga yayılıyordu.
Ben ise Üvey Babamın yanı başında onun yaptıklarıyla harap ve bîtap düşmüştüm. Bazen baş kaldırıyordum amma o da bunun karşılığını anneme zulmederek gösteriyordu. Bir yerde dur deme, artık kendimi bulma vaktim gelmişti geçmek üzereydi. Bu rahmetten uzak kalamazdım. O zamanlar yanımda bulunan hatırı sayılır arkadaşlarımdan diğer gençlerle birlikte hemen Mekkeli dâvetçinin yanına, Es'ad’ın evine koştuk. Müslüman olduğumda henüz on sekiz yaşındaydım. Tıpkı Mekke’de îmanla tanıştığında onsekizinde olan Mus’ab gibi.
Müslüman olur olmaz yüreğime henüz görmeden îmân ettiğim Peygamber Efendimiz’in aşkı düşmüştü. Âdetâ kavruluyordum. İçimdeki heyecan beni uyutmuyor, oturtmuyordu, bir küheylan misâliydim. Bir yolunu bulup Sevgili'yi görmeli, hasretimi dindirmeliydim. Nihâyet Hac mevsimi geldiğinde Medîneli hacılarla birlikte Mekke’ye, Efendimiz'i görmeye gitme fırsatını yakalamıştım. Yola çıkmıştım. Çıktığım en uzun yolculuktu ve bitmek bilmiyordu. Günler sonraydı ve Akabe vâdisindeydik. Yetmiş beş kişiydik. Birimiz diğerinden heyecanlı. Haber geldi. Az sonra yanımızda olacaktı. Aman Allâhım! Bu kalbim neden yerinde durmuyor, deli taylar gibi bayırlara salmışçasına coşkun? Nihâyet Sevgili karşımızdaydı. Onu gördüğüm an dilim tutulmuş, benzim atmıştı:
- Bu nasıl bir zarâfet. Bu yaratılış bambaşkaydı. O’nu görmek, O’nu dinlemek, elimi mübârek elinin üzerine koyup O’na söz vermek müthiş ve târif edilemeyecek bir mutluluktu. Sevgili Peygamberimizin güler yüzü, mübârek sözleri ölü ruhlarımıza hayat, gönüllerimize şifâ vermişti. O’nun bir bakışı mevsimlerimizi değiştirmiş, kışlarımızı bahara çevirmişti.
Ben Muaz. Rasûlullâh’ı gördükten sonra sanki yeniden doğmuş, yüreğim îman nûru ve mücâdele rûhuyla dolmuştu. Yesrib’e dönerken Akabe’de Sevgili'ye verdiğim sözü, İslâm’a nasıl hizmet edeceğimi, kavmimin hidâyeti için neler yapabileceğimi düşündüm. Şehre geldiğimde hemen harekete geçtim.
Amr b. Cemuh kabîlemizin yaşlılarından, sevilen sayılan bir kimseydi. Onu iknâ ettiğim takdirde yolumun açılacağını ve insanların fevc fevc îman dâiresine koşacağını biliyordum. Ama Amr, Mus’ab b. Umeyr’i sevmiyor, anlattıklarını çok tehlikeli buluyordu. Ona göre en doğrusu atalarından kendilerine mîras kalan geleneklere sâhip çıkmaktı. Mus’ab’a ve okuduğu âyetlere kulak vermiyor, Menat isimli putunu her şeyden çok seviyor, önünde saygıyla eğilmekten büyük zevk alıyordu.
Bu durum karşısında hemen vazgeçmemeliydim. Amr b. Cemuh gibi bir ihtiyarın cehenneme gitmesini istemiyordum, onu hidâyete erdirebilmenin yollarını arıyordum. Amr’ın oğlu Muaz da babasının bu durumuna çok üzülüyor, onu ateşten kurtarmayı arzuluyordu. Nihâyet biz iki Muaz bir araya geldik ve Amr’ın evde olmadığı bir saatte onun putunu alıp pislik dolu bir çukura yuvarladık. Amr eve gelip putunu bulamadığında derin bir üzüntü yaşadı. Hemen sokağa fırladı ve her yerde putunu aradı. Nihâyet ilâhını pislik dolu bir çukurda buldu. Yüreği öfkeyle dolmuştu. Rabbine bunu yapanları bulduğu takdirde neler neler yapacağını söylüyor, küfürler hakāretler savuruyordu. Putunu eve getirdi, yıkadı temizledi. Güzel kokular sürdü ve sonra önünde saygıyla eğildi.
Fakat ne benim ne de adaşım Muaz’ın vazgeçmeye niyeti vardı. İkimiz ertesi gün yine putu alarak pislik dolu bir yere attık. Amr b. Cemuh oğlunun Müslüman olduğunu bilmiyor, alıp götürenlere bedduā ediyordu. Amr, putu köpek leşinin yanında pislik içinde gördüğünde artık her şeyi anlamış, kendisine bile hayrı olmayan bir putun ilâh olamayacağını kavramıştı. Yapacak bir şey yoktu. Hemen Mus’ab b. Umeyr’in yanına gitti ve Müslüman oldu. Onun İslâm’a girişi biz Müslümanlara büyük güç verdi. Biz iki Muaz kabîlemizin liderine îman yolunu göstermiş, dünyâlara sâhip olmaktan daha büyük bir mutluluğa nâil olmuştuk.
Amr Müslüman olduktan sonra ancak birkaç yıl yaşadı. Ne ihtiyar hâline ne de topal ayağına aldırış etti. Bizlerle birlikte Uhud’a, zālimlerle savaşmaya gelmişti. Savaşın en şiddetli ânında sağlam ayağının üzerinde sekerek düşmanın ortasına atılmaktan çekinmiyordu. Diğer bir oğlu da babasının yanından ayrılmıyor, onu düşmandan korumaya çalışıyordu. Baba oğul Uhud Dağı’nın eteğinde kahramanca savaşarak şehit oldular.
- ‘Cenneti özlüyorum.’ diyerek çarpışan Amr b. Cemuh Rabbi’nin (cc) rızāsına ermişti.
Sevgili Efendimiz savaş sonrası onun sağlam ayaklarla cennette dolaştığını müjdelemişti.
Ben ve diğer kardeşlerimiz Amr b. Cemuh gibi nicelerinin îmânına, ebedî mutluluğuna vesîle olmuştuk. Elimize aldığımız baltalarla nice putları Hz. İbrâhîm (as) misâli yerle bir etmiştik. Sevgili'ye îman bize bunu emrediyordu.
Sizlere Asr-ı Saâdet'ten sesleniyorum sevgili kardeşlerim.
Îman öyle bir cevherdir ki sâhibini baştan başa değiştirir, tüm korkuları alıp götürür, insana bitip tükenmez bir enerji verir. Îmanlı bir yürek sâhibi olursanız, Firavun’un karşısında hak sözü söylerken en küçük bir tereddüt göstermez, ateşlere atılırken dahî feryâd u figān etmez, celladınıza sâdece gülümsemekten kendinizi alamazsınız.
Ben Muaz. İşte bu îmanla mücâdelemi sürdürdüm, gün geldi elimde baltayla putları kırdım, gün geldi Yahudi âlimlerin karşına çıkıp onlara:
- “Ey Yahudiler, Allah'tan korkun ve Müslüman olun. Biz müşrik iken siz bize: ‘Yakında bir peygamber gelecek, biz ona inanacağız ve sizi mağlûp edeceğiz.’ diyordunuz. Onun sıfatlarını bir bir sayıyor, onun gelişini hasretle bekliyordunuz. Ne oldu da şimdi onu inkâr ediyorsunuz?” diyerek onları Allah ve Rasûlü’ne îmân etmeye çağırdım.
Aradan epeyce zaman geçmişti. Sevgili'ye özlemimiz zirve yapmıştı. İşte tam da böyle bir günde Medîne sokaklarında ‘Rasûlullah geldi!’ sözleri yankılandı. İşte o gün Medîne en parlak ve en mutlu gününü yaşadı. İşte o gün benim de hayâtımda yepyeni bir dönem başladı.
Ben Muaz.
Her ânımı Sevgili'nin emrine âmâde kılarak yaşadım.Yanı başından ayrıldığım sayılıdır. Gün geldi bana:
-Ey Muaz, Seni Yemen’e elçi göndermek istiyorum. Onlara İslâm’ı anlatacaksın, buyurdu.
Bu sözleri duymuş şeref bulmuştum. Hazırlanıp yola çıkmak üzereydim. Sevgili’nin huzûruna vedâlaşmak için gittiğimde bana:
- Seni Medîne’nin dışında uğurlamak isterim, demişti.
Yürüdük Sevgili'yle. Nihâyet vakit gelmişti. İşte tam o sırada konuşan yine Allah Rasûlü'ydü.
- Ey Muaz, belki bu beni son görüşün olacak. Kim bilir belki döndüğünde ziyâret edebileceğin sâdece benim kabrim olur.
Duyduğum bu son kelâmlar beni târif edilemez bir acıya, bir daha kavuşamama korkusuna düşürmüştü. Ağlıyordu Sevgili. O ağladı ben ağladım. Elimi uzattım yanaklarından süzülen yaşlara, sonra sürdüm dudaklarıma ve gözlerime. Dilimden dökülen:
-Allâh'a ısmarladık Efendim, kavuşuruz birkaç vakte, olmazsa da inşâallah Cennette.
Yemen'de günleri günlere ekledim ve nihâyet döndüm Efendimin şehrine. Anlamıştım dünyâ sürgününde yaşayacağımı. Sevgili (sav) Sevdiğine (cc) kanat çırpmış, ben öksüz kalmıştım. İlk durağım Kabri oldu Sevgili Peygamberimin. Selâm verip hâlleştim biraz kendimce. Sonra parmaklarımı önce gözlerime sonra dudaklarıma sürdüm. Dudaklarımdan hasret kelâmı dökülüyordu:
- Cânım Efendim, her ne kadar bana Senden kalan hicran olsa da, ayrılırken Senden, Yanaklarından aldığım iki damla yaş son nefesime kadar azığım olacak, gözüme çektiğim sürme olacak. Gün olacak Muaz mutlaka sana kavuşacak. İşte Muaz o gün için yaşayacak.
Ben Muaz b. Cebel.
Sevgili'yle tanıştığım gün, O’na verdiğim sözün gereğini yapmak için kimi zaman ter, kimi zaman kan akıttım. Sonunda alnımın akıyla huzûruna şeref bulmak için huzurla çıktım. Sahi siz kardeşlerim, âhir zamanda yaşayan kardeşlerim, yarın kıyâmette Kevser Havzında, huzûrunda huzur bulmak için hazır mısınız? Ben geldim Ey Sevgili demeye, yüreğiniz hazır, cesâretiniz yerinde mi? Yoksa… Burada duralım. Siz beni anladınız Vesselâm.
Kasım 2024, sayfa no: 66-67-68-69
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak