Ara

Adım Habbab

Adım Habbab

Adım Habbab. Babamın adını taşıyorum. Arap kabîle reislerinden Habbab’ın oğluyum. Asr-ı Saadet’ten sizlerle hâlimi konuşmak istiyorum.

Peygamber Efendimiz (sav) İslâm’ı tebliğle emrolunduğu zaman, birçok pâdişahlara, sultanlara, şahlara mektup yazıp onları îmâna dāvet ediyor, elçiler gönderip fikirlerini soruyordu. O zamanlar birçok hükümdar, bu mektuplara müsbet cevap verip Peygamber Efendimiz’e hediyeler göndererek memnûniyetlerini dile getirirlerken, birçokları da ya gelen elçiyi öldürüyor, yâhut birçok ezâ ve cefâ ettikten sonra elindeki mektubu yırtarak elçiyi eli boş gerisin geriye gönderiyordu. Bunlardan İran Şahı, Peygamber Efendimiz’in mübârek mektubunu yırttığı gibi gelen elçiyi de öldürtmüştü. Fakat Allâh’ımız da onun cezâsını bizzat kendi oğlu vâsıtası ile vermişti. Oğlu babasını tahtından indirdikten sonra onun cesedini o parçalanan mektup gibi parça parça ettirdi. Kendisine mektup gönderilen Rum Hükümdârı Herakliyus ve Mısır Hükümdârı Mukavkıs ise gelen mektuba karşılık hediyeler göndermişler, fakat İslâmiyet’i kabûl edemeyeceklerini bildirmişlerdi. 

Kendisine mektup gönderilenlerden birisi de Arap kabîle reislerinden babam Habbab idi. Babam kendisine mektup getiren elçiyi hayli hırpaladıktan sonra serbest bıraktı. Önünde duran mektubu da eline bile alma tenezzülünde bulunmadan adamlarına:

— Kaldırın şunu önümden, atın diye emir verdi.

Görevliler mektubu derhal babamın önünden aldılar, fakat yırtıp atmadılar. Diğer evraklarla berâber onu da sarayın hazînesinde bir sandığa koydular.

Ben o sıralar özel eğitimler alıyordum. Daha yaşım gençti. İnsanlar babamın yerine benim sultan olmaya hazırlandığımı fısıldaşıyorlardı. Çünkü ne isterse aslâ esirgenmeyen, bir dediği aslâ iki edilmeden yerine getirilen, sarayın tek oğlu idim. Bir gün sarayın hazînesine girdim. Orada evrakları karıştırırken, sandık içine saklanmış olan mektubu gördüm. Büyük bir dikkatle alıp okudum. Fakat hayret! Okudukça içimde bir ateş hissediyor, tekrar okuyordum. Kendimi tekrar tekrar okumaktan alıkoyamıyordum. Bir taraftan da gönlümde coşkun nehirlerin çağladığını hissetmiş oldukça fazla heyecanlanmaya başlamıştım. Sanki mektubu yazan babama değil de bana sesleniyordu. Sanki bir el beni okşuyor, yüreğimi sıvazlıyordu. Yıllar yılıdır sarayda her dediği olsa da gönül iklîminin kapılarını açamayan ve karanlık kapılar arkasında ādetâ esir olan ben, bu mektubun bana kapıyı açacak kılavuz olduğunu hissetmiştim.

— Bu mektubu buraya niye koymuşlar acaba? Ne güzel bir mektup bu. Hem Allah elçisi olduğunu bildiriyor, kendi dînine dāvet ediyor, hem de, dînine girmek isteyenlerden hiçbir şey talep etmediğini bildiriyor... Ne güzel sözler bunlar. Demek bizim tek yaratıcımız var, O'nun da yeryüzünde bir elçisi var! diye söylenmeye başladım kendi kendime. 

Çünkü Mektupta:

— Ey hükümdar! Kendini insanlara Allah olarak taptırma! Senin ve bütün kâinâtın yaratıcısı olan Allâh’a îmân et ki, dünyâ ve âhirette kurtuluşa erişesin. O tapındığınız putlar ve siz cehennemin ateşi olmaktan kurtulun, diye yazılı idi.

Dedim ya; yıllardır ādeta aradıklarımın cevapları bu mektupta yazılıydı. Sanki babama değil de bana hitâben yazılmıştı. Günlerce beynimde:

— Îmân et!!! sesleri yankılanır olmuştu. 

Kendisini görmediğim halde sözlerinden etkilenip āşık olduğum bir peygamber vardı artık her ânımda. O’na şiirler yazmaya başlamıştım. Ādetâ yürürken benimle yürüyor, konuşurken sanki doğruyu konuşmam için bana müdahale ediyor, yemek yerken karşımda oturuyor ve de bana:

Yetmez mi bu kadar süründüğün, gönlünü siyahlara mesken ettiğin, haydi gel diyordu.

Artık gönlümdeki ateş harlanmış ve vakit gelmiş olmalı ki, mektupta ta'rif edildiği üzere orada îmân ederek:

— Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasûlühü, diyerek şehâdet getirdim.

Mektubu okuyup îmân ettikten sonra, bu hâlimden babama bahsetmek istedim ise de babam beni konuşturmuyor, hemen sözümü keserek:

— Oğlum sakın ona aldanma! Sen zevk ü sefâna bak, sen benim yerime geçecek, bu milletin reisi olacaksın. Öyle ne idiği belli olmayan birisine inanırsan kendine yazık edersin, diyerek kendince bana nasihat ediyordu.

Fakat kafama girmiyordu böyle sözler, ben bir kere inanmıştım Allâh’a ve O'nun Rasûlü’ne. Benim îmandan dönmediğimi gören babam, bana bizzat kendisi cezâ vermek istedi. Ayakları altına alarak, öldürmeye kastedercesine dövmeye başladı beni. Öyle çok dövüyordu ki elinden vezirleri zor aldılar. Bu kadar yaptığı eziyet yetmiyormuş gibi, bir de cellatlarına emrederek:

— Buna ne işkence yapılmak mümkünse yapın, îmânından dönmez, bizim yolumuzu kabûl etmezse de en sonunda kellesini kesin, diye emretti.

Cellatlar alıp götürdüler beni. Öyle işkenceye tabi tuttular ki, dille ta'rîfi aslâ mümkün değil. Üç-dört gün kızgın çöllerde su çektirdiler, bir lokma ekmek bile vermiyorlar, ancak bir miktar tuzlu yiyecek veriyorlar, bir damla su içirmiyorlardı:

— Ya dîninden dönersin, yâhut bu işkencelerden sonra senin kelleni keseceğiz, diyorlardı ama bana hiçbir şey te'sir etmiyor: «Lâ ilâhe illallâh» diyor başka bir şey demiyordum. Bu ifâdeler bana yeniden can katıyordu.

Üç-dört gün süren işkenceden sonra hâlâ dāvamdan dönmediğimi görünce, artık idâmıma karar verdiler. Fakat idâmım ile görevlendirilen cellada öyle bir uyku gelmişti ki, ne yaptı ise uykudan kurtulamadı. Ben ise kalın zincirlerle bağlanmıştım. O anda olmasa bile; yarın mutlaka idâm edilecektim. Günlerce aç-susuz bu kadar işkenceye tâbi tutulmuş, her tarafım kan revân içinde kalmıştı ama şikâyetim yoktu. Allah'tan başka yardım isteyecek kimse bulamıyordum. Ellerimi Allâh’a açarak şöyle yalvardım:

— Yâ Rabbi! Hâlim sana ma'lûm, ben sana inandığım, senin Rasûlün Hz. Muhammed'e inandığım için bu ezâya tâbi tutuluyorum. Beni bu belâdan ancak Sen kurtarırsın. Öleceğim için değil, gönlüme aşkının ateşi düşmüş Sevgili Peygamberini görmeden bu ālemden gideceğim için hüzünlüyüm. Beni, ismine āşık olduğum Rasûlü’ne bir an önce kavuştur da, ondan sonra ne olursa olsun Yâ Rabbi!, diye yalvarmaya başladım. 

Bu yakarışım ādetâ son yakarışımdı ve de son çırpınışla cân u gönülden yapmıştım. Allah, bu yakarışıma cevap vermiş ve insan sûretinde bir yardımcıyı imdâdıma yetiştirmişti. Sonradan anladım ki, gelen Melek Cebrâil imiş. Bağlı olduğum zincir sanki çürümüş bez parçaları gibi dağılmaya başladı. Zincirden kurtulmuştum. Hiçbir şey düşünmeden bu hâlimle Medîne tarafına koşmaya başladım. Öyle gidiyordum ki sanki rüzgârlar, mesâfeler katetmemde bana yardım için esiyordu. Bir gecede şaşılacak kadar uzun mesâfeler katetmiştim.

Yırtılmış elbiselerim, kan ve çamur içinde kalmış vücûdum ile Medîne'ye eriştim. Fakat nasıl bulacaktım sevdiğimi? Medîne’de sokakların birinde hasret ve endîşe içinde ağlayarak gezerken kendisini Amr bin As olarak tanıtan birisiyle karşılaştım. Amr:

— Evlâdım nedir senin bu hâlin? Sen āşık olmuş birisine benziyorsun. Derdini bana anlat ki açsan sana yemek getireyim, çok perîşan bir haldesin. Günlerdir yemek yememiş bir hâlin var, deyince konuşma sırası bana gelmişti:

— Hayır, benim arzuladığım ne yemektir, ne de başka bir dünyâ malı, diye cevap verdim. Anlamıştı hâlimi ve de derdimi; Peygamberimize ve O'nun yoluna āşık olduğumu.

— Ben Hz. Muhammed'e îmân etmiş bir müslümanım, sırrını bana söyle kardeşim. Kimseye söylemeyeceğime dâir söz veriyorum, deyince Amr’ın ellerine sarılarak:

— Beni Hz. Muhammed'e götür, dedim.

Sonradan anlattıklarına göre; tam bu esnâda Allah, Cebrâil’i (as) göndererek Peygamberimize haber vermiş, uzaklardan bir misâfirinin geldiğini ve karşılamasını emir buyurmuş. Peygamberimiz, orada bulunan ashâbıyla berâber, Medîne sokaklarında beni karşıladı. Onu karşımda görünce dizlerimin bağı çözüldü. Okyanusa karışan bir damla su misâliydim.

— Hoş geldiniz fedâkâr oğlum Habbab!, diyerek kucakladı, bağrına bastı beni. 

Artık bir sahabi olmuştum. Sevgili beni giydirtmiş, bana yedirtmiş, her ânımı bir usta titizliğiyle tāmir etmişti. Başımdan geçenleri Peygamber Efendimiz’e anlattım. Babamın mülkünde esir muamelesi görürken, işkenceye tâbi tutulurken Peygamberimize karşı olan aşkımı ifâde eden şiirimi Rasûlullâh'a okumaktan kendimi alamamıştım. Yeni bir sayfa açılmıştı hayâtımda. Karanlıklar aydınlığa kanat çırpmıştı. Bundan sonraki hayâtımda her ânım Onun huzurunda geçsin arzusundaydım ve de bunun olması gayretinde oldum sürekli. 

Siz kardeşlerime asr-ı saadetten sesleniyorum.

Yıllar yılı ben Habbab, dünyânın her zevkine sāhip olacak imkânlar içindeyken huzuru bir türlü bulamamıştım. Bu ālemin zevk u sefâsı beni adamlığa değil köleliğe sürüklemişti. Ne zaman ki kapımı açan bir mektup oldu ve mektubu yazan ile bir oldum işte o andan itibâren ben Habbab oldum yāni Allâhımıza kulluk edip Rasûlü’ne ümmet olma şerefine nâil oldum. Ha unutmadan söyleyeyim; dünyânın zevku sefâsı adına hayâlinize şu an gelebilecek hiçbir şey yeni hayâtımda yoktu. Ama kendimi kendisinde bulduğum Allâhımızın sevgilisi, benim de canım ciğerim, hayâtına her dem canı fedâ olmaya hazır olduğum Muhammedim vardı. Dedim ya sizlere asr-ı saadetten yazıyorum. Huzur adına ne buldumsa ben O’nda buldum ve de kendimi buldum O’nu bularak. Siz de kaybettiğiniz kendinizi ancak ve ancak O’nun hayâtına teslîm olarak bulabilirsiniz. Yoksa mı? Yoksa gerisi belki dünyânın şatafatı ama bâki ālem için zillet ve yok oluştur… Vesselâm.

Mayıs 2022, sayfa no: 38-39-40-41

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak