Ara

Adâlet Esaslı Metafiziğin Medeniyeti

Adâlet Esaslı Metafiziğin Medeniyeti

“Ey îmân edenler! Allah için şâhitlik yaparak adâleti gerçekleştirenler olunuz. Bir kavme olan öfkeniz aslâ sizi adâleti gözetmemeye sürüklemesin; âdil olunuz. Bu, takvâya en uygun olandır. Allah’tan sakının, çünkü Allah yapmakta olduklarınızdan haberdar (Habîr)dir.” buyruğu ile Rabbimiz, bizi suçluya karşı bile adâletli olmaya dâvet etmektedir. Biz adâlet esaslı bir meta­fiziğin medeniyetiyiz. Muammer Kaddâfî yakalandığı zaman onu adâlete teslîm etmek ve hak ettiği cezâyı hâkimlerin vermesini bek­lemek yerine işkence ederek onu öldüren Müslüman ile, Bedir savaşında babasını, kardeşini, oğlunu öldüren kâfiri yakaladığında yüzüne tükürmesi üzerine onu bırakan Müslüman arasında dağlar kadar fark vardır. Bir esîre, “Daha evvel seni aslına rücû ettirseydim Allah yoluna mânî olduğun için bunu yapacaktım. Fakat yüzüme tükürünce sana kızdım, sana kinlendim. Şimdi seni öldürürsem nefsânî duygularım yüzünden bunu yapacağım. Ama hayır bunu yapamam!” dedirten anlayış, Müslüman kimliğinin tezāhürüydü. Savaşlarda bile düşman tarafın cesetlerine saygısız tutum sergilenmesini yasaklayan bir dînin müntesipleriyiz. Hz. Muhammed (sav), rahmet peygamberi olduğu kadar aynı zamanda hukuk ve adâlet peygamberiydi (Kılıç, 2018:57). 

İfrat veya tefrîte kaçan Müslümanın kendini temize çıkarmaya kalkışmasına müsâade etmeyen İslâm’ın ölçüsü nettir ve başkalarına haksızlık yapılmasını şu şekilde yasaklamaktadır: 

“Mallarınızı aranızda haksız (gayr-i meşrû) yollarla yemeyin. Günâha saparak bile bile insanlara âit mallardan bir kısmını yemeniz için o (malları rüşvet olarak) hâkimler(in eline) vermeyin.” (Bakara 2/188)

Başka birinin hakkı olduğu halde bir kimsenin bunu bile bile kalkıp onun kendi malı olduğunu iddia etmesi, meseleyi mahkemeye taşıması, haksız olduğunu bildiği halde haklı çıkmak için hâkim önünde dil dökmesi, avukat tutması, üstüne üstlük bir de rüşvet vermesi kesinlikle haramdır (Komisyon, 2006:I/290). 

Başkasının malını haksız yere yemenin büyük vebâlini Resûl-i Ekrem şöyle ifâde buyurdu: “Elbette ben de sizin gibi insanım bāzan bana sizden iki dâvâlı gelir ve onlardan biri haksız olduğu halde daha düzgün konuşabilir. Ben de sözlerini doğru sanıp onun lehine hüküm verebilirim. Kimin lehine bir Müslümanın hakkını alarak hüküm vermişsem şunu bilsin ki o Müslümanın hakkı ateşten bir parçadır. Onu ister alsın, ister bıraksın.” (Buhārî, Mezâlim 16; Müslim, Akdiye 4-5) 

Bir başka hadîs-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (sav); “…İçindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet iflâh olmaz…” (İbn Mâce, Sadakât, 17) buyurmaktadır. Meşhur fizikçi Pascal bu gerçeği şu ifâdeleriyle özetlemiştir: “Adâletsiz kuvvet zālim, kuvvetsiz adâlet ācizdir.” (Temel, “Zalim Kuvvet, Aciz Adâlet”, 204/Şubat 2003)

Adâlet; ölçü, denge ve âhenk demektir. Eşyâ ve olayları değerlendirirken objektif davranmaktır. Hakkı ve haklıyı ortaya çıkarmak için sevgi, nefret ve menfaat gibi duyguların tesirinde kalmaksızın hareket etmektir.

Varlık āleminin ve mülkün temeli adâlettir. Çünkü her şey hassas bir denge üzerine kurulmuştur. Makro ve mikro ālem bir düzene göre işlemektedir. Düzen bozulduğu zaman her şey altüst olur, kıyâmet; varlıklar arasındaki tabii dengenin bozulmasıyla gerçekleşir.

Güç ve kuvvet bizzat adâletin kendisindedir. Adâlete dayanmayan otorite güç ve kudret sâhibi değildir. Hak ve hukuk tanımayan kuvvet zorbalıktır. Zālim ve kaba kuvvet adâletin yerini almaya kalkarsa dünyâda orman kānunu işlemeye başlar. Bu ise tam bir anarşi ve terör demektir. O zaman dünyâ şantajların, rüşvetlerin, çetelerin, mafyaların ve harâmîlerin hâkim olduğu bir kurtlar sofrasına döner (Temel, “Zalim Kuvvet, Aciz Adâlet”, 204/Şubat 2003)

Makro ālemde adâleti tesis edecek otoritenin öncelikle mikro ālemde âdil davranmasını öngören tasavvuf metafiziği, bizlere ālem-i insandaki adâlet kadısından bahseder. Evreni ālem-i kebîr, insanı ālem-i sağîr olarak kabûl eden tasavvuf irfânı, kendi sisteminde insan bedenini bir şehir olarak kabûl etmektedir. “(Mûsâ), ‘Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren sonra da (onları) doğru yola erdirendir’ dedi.” (Tâhâ, 20/50) âyeti gereğince vücut şehrindeki her nesne bir ilâhî ismin mazharıdır. Vücut organlarının kendisinde tecellî eden ilâhî ismin hükümleriyle yönetilmesi gerekmektedir. Her bir ilâhî ismin kendi mertebesine göre vazîfesini icrâ etmesini sağlayan güç ise el-Adl ism-i şerîfinin tasarrufudur. Dolayısıyla adâlet hasleti vücut şehrinin kadısıdır. Vücut şehrinde hükmünü icrâ kılan adâlet kadısı, his güçleriyle ruh yetileri arasında hak ve adâlet üzere egemenlik kurar. Ruh halîfesi adâlet gerçeğini iç ve dış bölgelere, işlevsel ve potansiyel konumlara, ten ve tin dünyâsına kadı tâyin etmiştir. Bu atamada amaç, vücut şehrindeki tüm sâkinlerin hakkını vermek ve rûha bağlı olması gereken tüm beden güçlerinin âhenk içerisinde hareket etmesini sağlamaktır. Bu gerçekten hareketle tasavvuf metafiziğinde adâlet sıfatı ve bunun bedendeki mertebesi olan kadı, insanlık dünyâsının yetkinliği, kulluk ve bilgi serüveninin destek kuvvetidir. Adâlet kadısı, insanın gelişim seyrini sürdüren bir hikmet ve hâkimiyet sorumlusudur. Rûhun emrince hareket eden adâlet kadısı, bedenle ruh arasındaki ilişkinin ifrat ile tefrîte sapmasına engel olur. Her şeyi yerli yerine koymak sûretiyle insan vücûdundaki âhengi sağlar. İnsânî kuvvetler arasında her bir kuvvetin yeteneğine göre hareket etmesini sağlar. Vücûdun her organını gerçekleştirmesi gereken eylem ve yetkinliğe göre hareket etmeye sevk eder. İnsan bedenindeki ruh halîfesinin beden mülkünde istikāmet çizgisini sağlaması, adâlet ölçütünü egemen kılmakla gerçekleşir (Öztürk, 2015:462).

Rûhun halîfe ve adâletin kadı olduğu insan memleketinde halîfe adına adâlet kadısının sorumluluk alanlarını belirleyen yetkili ise akıl denilen vezirdir. Vezir olan aklın iç dünyâmızda icrâ edeceği en temel vazîfe, adâlet kadısının adâlet ve insâfı sağlamasına katkıda bulunmaktır. Ruh sultânının akıl denilen vezîri ve adâlet denilen kadısı eliyle beden ülkesindeki otoritesi sağlanmadıkça dış dünyâda özlenen nizâmın tesis edilmesi söz konusu olamaz. Halîfe, vezir ve kadı üçlüsünün yegâne çabası, insanda adâlet, şehvet ve gazap güçleri arasındaki dengeyi sağlamaktır. Bu denge özellikle akıl denilen vezîrin organizasyonuyla gerçekleşmektedir. Vücut şehrindeki ilâhî ordu hükmünde olan akıl, nûrânî ve melekî cevherden yaratılmıştır. Şehvet ve gazap ise şeytānî cevher üzere yara­tılmış hakîkatlerdir. Bu sebeple şehvet ve gazabı aklına hâkim olan kişi kâmil olmaz ve onun mülkündeki adâleti de kemâl bulmaz. Çünkü adâletin zuhûru ancak aklın kemâliyle mümkün olur. Akıl kemâl buldu mu eşyâya “mâhiyeti” üzere nazar eder. Eşyânın sâ­dece zuhûruna bakmaz; eşyâyı hakîkati üzere kavrar ve eşyânın bâtınını da idrâk eder. Bu sebeple sultan, sultanlıktan murâdının ne olduğunu idrâk etmek zorundadır. Akla uyup âdil olmak mı yoksa şehvet ve gazap gücüne uyup zālim olmak mı? Bir sultanın vatandaşlarına zulümden murâdı eğer süslenmek ve güzel elbiseler için­de mutlu yaşamak ise o sultan erkek sûretinde, kadın tabiatında demektir. Eğer murâdı düşmanlarına karşı öfkesini tatmîn etmekse vahşî ve yırtıcı bir hayvan tabiatındadır. Dolayısı ile nefsi, aklın tasarrufundan çıkıp şehvet ve gazabın eline geçmiş demektir (Öztürk, 2015:459).

Varlığını, servetini, gücünü, otoritesini, imkânını ve hayâtını dînine âmâde kılan, tüm imkânlarını dîninin hizmetine mazhar kılan mü'minler hâkim güçler konumuna gelir, düşmanlarının, dış mihrakların ve hattâ şeytanların tasallutundan kurtulmuş olurlar. Böylesi bir kimlik yerine dînini menfaatine, çıkarına, keyfine, servetine ve dünyâlığına âlet etmeye çalışan îman kalitesinden yoksun kişiler ise kâfirlerin de şeytanların da maskarası konumuna gelirler. Herkes onların üzerine çullanır, tüm şer odakları onun elindekileri almaya çalışır, herkesin oyuncağı konumuna gelir, gücünü, izzetini ve şerefini yitirir. Bir sultan adâletle iş yapmazsa muhakkak ālemin harâbına sebep olacaktır. İsmail Hakkı Bursevî’ye (ö. 1137/1724) göre beylik süt gibi bir nesnedir. Onu emen çocuk kolay kolay ondan ayrılmaz. Buna göre beylerde sâhip olduklarına karşı bir nevi bağlılık oluşur. Beylik mertebesi hakîkatine uygun icrâ edilmez ve insanın hırslarına terk edilirse sonu pişmanlıktır. Derin girdaplar gibi in­sanı içine çeker ve adâletten uzaklaştırır. Böylece sultanın askerleri adâleti icrâ için değil de zulüm için kullanılmış ve bu beyler eliyle ālemin düzeni harâb edilmiş olur. Yeryüzünün imâ­reti insanladır. Bir yerde sultan âdil olsa, geçim bolluğu olmasa da bereket olur. Fakat zulümle bereket aslâ gerçekleşmez (Öztürk, 2015:405). 

İnsan bedenindeki âhengi sağlayıp kâmil şahsiyetler yetiştirmeyi hedefleyen tasavvuf erbâbı, kâmil insanların öncülüğünde cemiyetin nizâmını sağlamaya gayret etmişlerdir. Her fırsatta dönemin idârecilerini adâlet ölçütlerine riāyet konusunda uyaran sûfîler, yer yer gazellerinde adâlet terâzisinin sorumlular eliyle kırıldığını anlatmaktadırlar. Adâleti tevzi edeceklerin cefâkâr, āşığın ise mazlûm olduğunu belirtirler. Sûfî şâirler gazellerinde otorite güçlerine zulüm kaftanını giydirir, istiğnâ tâcını geçirir, kahır kılıcını kuşandırır, sitem hançerini taktırır, sonra da onu melâmet tahtına oturtur. Yay gibi gergin kaşları, ok gibi delici kirpikleri, can alan bakışları, alevden yanakları, kan döken sözleri, akılları baştan götüren tavır ve endâmıyla yukarıdan aşağıya zālim bir sultan portresi oluşturur. Böyle bir sultānın mülkünde Sûfî için ne ikbâl, ne makam, ne saadet arzusu vardır. O, bütün varlığını bir gamzeye satmış müflis, bahtını bir kara zülfe dolamış perîşan, aklını o sultānın ayak izinde yitirmiş bir dîvânedir. “Payına düşen, cevr u cefâ zincirleridir artık. Sevgilinin ağyardan esirgemediği lütf u kerem, fazl u ihsan, merhamet ve insaf āşığın “kulbe-i ahzan”ına uğramaz, oradan geriye arşa yükselen sâde bir “âh” kalır: 

Sanman taleb-i devlet ü câh itmege geldik
Biz āleme bir yâr için âh itmege geldik (Karataş, “Klasik Edebiyatımızın Aynasına Yansıyan Adȃlet”, 2013, 18:65).

Mart 2024, sayfa no: 20-21-22-23

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak