Ara

15 Temmuz’un Fitne Ateşi Mi Yoksa Ağustos Sıcağı Mı Daha Yakıcı?

15 Temmuz’un Fitne Ateşi Mi  Yoksa Ağustos Sıcağı Mı Daha Yakıcı?

Abdullah b. Sebe’nin tutuşturduğu ve Hz. Osman’ın şehâdetiyle alevlenen fitne kıvılcımının Ümmet içindeki yangınları durmak dinlenmek bilmeden devâm ediyor. Bu yangınlar Ümmet coğrafyasını asırlardan beri sarmış ve bu Ümmetin îmânında, ibâdetinde, muamelesinde, anlayışında, kardeşliğinde, kültüründe, düşüncesinde, değer yargılarında, cihad anlayışında vs. ciddi tahrîbatlar meydana getirmiş ve getirmeye devâm etmektedir. Gün geçmiyor ki bu coğrafyanın herhangi bir köşesinden İbni Sebe’nin çocuklarının yerli işbirlikçileriyle başlattıkları bir tahrîbat, kargaşa, fitne, katliam haberiyle irkilmeyelim. Hangisini sayâlim ki, bütün coğrafya ya iç savaşla, ya kâfirlerin işgâliyle, ya terörle, ya kardeş kavgasıyla kavruluyor. Evlerimiz, sokaklarımız, caddelerimiz, mahallelerimiz, beldelerimiz, şehirlerimiz, ülkelerimiz yanıyor. Âdetâ Sevgili Peygamberimiz’in (sav) asırlar önce haber verdiği manzara aynen gerçekleşiyor: “Birtakım fitnelerin yağmur selleri gibi evlerinizin arasında aktığını görüyorum.” demiştir (Buhârî, “Fiten”, 4). Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği bir hadiste: “Zaman yaklaşacak (zamânın bereketi kalmayacak), ameller azalacak, açgözlülük yayılacak, fitneler açığa çıkacak ve adam öldürme olayları artacak.” denilmektedir (Buhârî, “İlim”, 24, “Fiten”, 5; İbn Mâce, “Fiten”, 25). Bu hadîsin başka bir rivâyetinde fitneyle ilgili kısım bulunmamaktadır (Buhârî, “Fiten”, 5). Ayrıca Buhârî, zamanla insanlar arasında bilgi ve dindarlık farklarının kalkıp herkesin cehâlette ve dînî konulardaki gevşeklikte birbirine benzemesi, amellerin azalması, fitnenin çoğalması, öldürme olaylarının artması, can güvenliğinin ortadan kalkması gibi olumsuz gelişmelerin vukû bulacağını haber veren hadisleri “Fitnelerin Zuhûru” adını taşıyan babda toplamak sûretiyle fitne kavramının kapsamını dînî, ahlâkî, ilmî ve içtimaî çöküşü içine alacak şekilde geniş tutmuştur (Buhârî, “Fiten”, 5). “(DİA) Ve yine Sevgili Peygamberimiz (sav) bu fitnelerin bizden neler koparıp götüreceğine dikkatlerimizi şöyle çekmiştir: “Karanlık gecenin (zifiri) karanlıklarına benzeyen fitneler zuhûr etme­den amellere acele edin; (zîrâ o fitneler zuhûr ettiği vakit) kişi mü'min olarak sabahlayacak kâfir olarak akşamlayacak yâhud mü'min olarak akşamlayacak kâfir olarak sabahlayacak, kişi dînini bir dünyâ metâı mukâbilinde satacaktır.”(Müslim, İman, 186) Rabbimizin: “Mü'minler, mü'minleri bırakıp inkârcıları dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile bir ilişiği kalmaz. Ancak onlardan (gelebilecek tehlikeden) korunmanız başkadır. Allah asıl sizi kendisine karşı dikkatli olmanız hakkında uyarmaktadır. Çünkü dönüş Allâh’adır.” (Âl-i İmran, 28.) emrini unutarak kâfirleri bırakıp mü’minlere düşmanlık yapan, onlarla savaşan terör örgütlerine şâhit oluyoruz. Fetö bunların en bâriz olanlarıdır. Evet bunlar yeryüzünün müstekbirleriyle işbirliği yaparak Müslümanlara savaş açan onlara kurşun sıkan hâinlerdir. Gayri Müslimlere yaranmak için dîni onların arzularına göre yorumlayan, onlarla her türlü diyalog için zeytin dalı uzatan bu meymenetsizler sıra Müslüman kardeşlerine gelince onlara her türlü zulmü revâ görenlerdir. Evet biz 15 temmuz günü ülke olarak böyle bir ihânetle karşı karşıya kaldık. Vatanımızı, kardeşliğimizi, birlik berâberliğimizi kısaca Rabbimizin bize bahşettiği en büyük nimeti nerdeyse kaybediyorduk. Bu Ümmet coğrafyasında son birkaç yıldır vatanını kaybeden Müslüman kardeşlerimizin ırz ve nâmuslarının ve değerlerinin nasıl çiğnendiğine hep şâhit olduk. Müslümanların dinlerini, ırz ve nâmuslarını Irak’ta, Suriye’de, Libya’da ve diğer ülkelerde kâfirlere peşkeş çekenler yerli işbirlikçilerdir. Acaba bunlar dünyânın hangi geçici metâına karşılık bu değerlerini sattılar? Allâh’ın yardımıyla çok büyük bir musîbeti ucuz atlatmanın sevincini yaşamakla berâber eğer bu olaydan gerekli ders ve ibretleri almazsak yarın aynı şeyleri yaşamak durumunda kalırız Allah korusun. Onun için ortaya çıkıp Din için vatan için hizmet ettiğini iddia edenlerde aramamız gereken bâzı özelliklere dikkatinizi çekmek istiyorum:

  • Yaptıkları İslah mı İfsad mı?

Dîn-i mübîni İslâm adına hizmet ettiğini söyleyenlerin söylemine değil yaptıklarına ve netîcesine bakmazsak yanılırız. Çünkü onlar kuzu postuna sarılan kurtlar olabilir. İslah yapıyorum derken ifsâd ederler. Zîrâ Rabbimiz bu konuda bizi uyarıyor: Onlara "Yeryüzünde düzeni bozmayın" denildiğinde, "Hayır, biz yalnızca ıslah edenleriz" derler.” (Bakara, 11.)

  • İhyâ ve inşâ mı yoksa tahrîbat mı?

Masum insanları öldürmek tartışmasız çok kötüdür. Hattâ: “Kim de bir mü’mini kasden öldürürse cezâsı, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”(Nisâ,93)buyuruyor Rabbimiz. Allâh’a şirk koşmaktan sonra en büyük günah adam öldürmektir. Ancak bunlar öldürmeden önce öldürmekten daha beter olan fitne tohumlarını ektiler. Tutuşturdukları bu fitne ateşi ve ektikleri bu tohumlar hem İslâmî bâzı kavramları hem de İslâm’a hizmet eden bütün oluşumları, cemaatleri uzun bir zaman yakacağa ve zehirleyeceğe benziyor. Meselâ; cemaat, hizmet, himmet, ihlâs, cihad, imam gibi kavramlar bütün ağırlıklarını bu olayla kaybetti. İçi boşaltıldı âdetâ. Ve en önemlisi bundan sonra bütün İslâmî cemaatlere bunların yaptıklarından dolayı şüpheli gözüyle bakılacak. Hizmetleri sorgulanacak ve ithâm edilecekler. Öyleyse bu konuda: “Fitne de öldürmekten daha ağırdır. Güçleri yeterse sizi dîninizden çevirinceye kadar durmadan sizinle savaşırlar. İçinizden kim dîninden döner de kâfir olarak ölürse, dünyâda ve âhirette amelleri boşa gidenler işte bunlardır. Cehennemin dostları da bunlardır ve orada onlar devamlı kalıcıdırlar.” (Bakara, 217.) âyetiyle hükmetmemiz gerekir. Bütün oluşumların sahte mehdilerin, sahte şeyhlerin, sapık tarîkatların, nesebi gayri sahih cemaatlerin, modern dînî düşünce akımlarını mutlaka tâmir ve tahrip testinden geçirmemiz ve ona göre muamele etmemiz gerekir. Bu konuda en büyük sorumluluk âlimlerindir. 3-Samîmî, müstakimler mi yoksa hâin ya da sapıklar mı? Elbette samîmiyet kalbî bir ameldir. Ancak onun göstergesi kişinin istikametidir. Eğer istikameti dünyâyı ve dünyâlıkları elde edip lüks ve gayrimeşrû bir yaşantının emârelerini gösteriyorsa bu onun samîmî olmadığının kanıtıdır. Hayır eğer yaşantısında Kur’ân ve Sünnet belirginleşiyorsa bu da onun samîmiyetini gösterir. Allah samîmî olanların yolunu açar. Onları başarılı kılar. “Kim Allâh’a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu açar.” (Talak, 2.) “Binâsını takvâ (Allâh’a karşı gelmekten sakınmak) ve onun rızâsını kazanmak temeli üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binâsını çökmeye yüz tutmuş bir yarın kenarına kurup, onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.” (Tevbe, 109.) Eğer samîmi değilse Rabbimiz ona belli bir zaman mühlet verir sonra onu tepetaklak, rezil-rüsvay eder. Bütün tuzaklarını, hîlelerini bertarâf eder. Çünkü Allah hâinlerin tuzaklarını boşa çıkarır. “Yûsuf dedi ki: "Bu, Aziz’in, yokluğunda ona hâinlik etmediğimi ve Allâh’ın, hâinlerin hîlesini başarıya ulaştırmayacağını bilmesi içindi.” (Yûsuf, 52.) 4- İtâatin ölçüsü nedir? “Ey îmân edenler! Allâh’a itâat edin. Peygamber'e itâat edin ve sizden olan ulu'l-emre (idârecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlü’ne arzedin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisâ, 59.) Allâh’a itâat, “O’nun Kur’ân-ı Kerîm’de ve elçisinin tebliğ mâhiyetindeki söz ve davranışlarında ortaya çıkan emir ve irâdesine uymak” demektir. Resûlullâh’a itâat, öncelikle tebliğ ettiği Kur’ân’a ve sünnete uymaktır. Ancak burada “ve” bağlacı ile yetinilmeyip “İtâat ediniz” emrinin “Resûlullâh” için de tekrar edilmesi ona itâatin, “Kur’ân’dan ibâret olan vahyin tebliğine uyma”yı aştığını, kâide olarak bütün davranışlarının örnek edinilmesini, bütün buyruklarının yerine getirilmesini içine aldığını göstermektedir. Sahâbe, Resûlullâh’ın “dînî veya bağlayıcı olmadığını bildirdiği, ya da karîneler yoluyla böyle olduğunu anladıkları emirleri” dışındaki bütün emir ve isteklerini, “Ona itâat dînî bir görevdir” şuuru içinde yerine getirmişlerdir; bunu yaparken de itâat hakkındaki âyet ve hadislerle Allah elçisinin gönderiliş amacına, kendisine verilen vazîfelere ve O’nun örnekliğini bildiren naslara dayanmışlardır. “İtâat ediniz” emri tekrarlanmadan “ülü’l-emre de...” denilmesi, bunların itâat yükümlülüğü bakımından Allah ve Resûlü gibi olmadıklarına, emirleri meşrû (Allah ve Resûlü’nün tâlimâtına uygun) olmadıkça kendilerine itâat edilmeyeceğine işâret etmektedir. “Hiçbir mahlûka, Allah emrine uymadığı takdirde itâat edilemez”, “Ancak mâruf (meşrû) olan emre itâat edilir”, “Allâh’a itâatsizlik sayılan emre itâat edilmez.” (Buhârî, “Ahkâm”, 4, “Megazî”, 59; Müslim, “İmâre”, 39) meâlindeki hadisler bu kâideyi açıkça ifâde etmektedir. Âyetin nüzûl sebebi de aynı kâideyi destekler mâhiyettedir: Hz. Peygamber (sav) bir gruba (seriyye) askerî görev vermiş, başlarına da Abdullah b. Huzâfe’yi geçirmişti. Abdullah bir sebeple öfkelenmiş, emri altındakilere odun toplayıp yakmalarını, ateş olunca da içine girmelerini emretmişti. Emri alanlar tereddüt içinde kaldılar. Bir kısmı “Komutana (ülü’l-emre) itâat edilir” diye ateşe girmeye teşebbüs ediyorlar, bir kısmı ise “bu itâatin, buyruğun meşrû olmasına bağlı bulunduğunu” düşünerek onları engelliyorlar, “Biz ateşten kaçarak Peygamber’e katıldık” diyorlardı. Bu çekişme devâm ederken ateş söndü, seferden dönünce durumu Resûlullâh’a arzettiler. “Ateşe girseydiler kıyâmete kadar ondan kurtulup çıkamazlardı. İtâat ancak meşrû emre olur.” buyurdu (Buhârî, aynı yerler; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 452). Bu âyetin daha önce inmiş, fakat yanlış anlaşılması üzerine Resûlullah tarafından açıklama yapılmış olması da, seriyye vak‘asından sonra inmiş olması da muhtemeldir (İbn Âşûr, V, 102). Ülü’l-emr, “emir sâhipleri, emir verme selâhiyeti taşıyan ve bu konumda olanlar yâni âmirler” demektir. Bunlardan maksadın kimler olduğu konusunda “devlet başkanı, onun veya toplumun yetki verdiği yöneticiler ve kumandanlardır”, “âlimlerdir” gibi çeşitli anlayışlar ve rivâyetler vardır. “...sizden olan emir sâhiplerine itâat edin” buyurulduğuna göre bunların belli kişiler ve makam sâhipleri olduğu, îman ve dünyâ görüşü itibâriyle müslüman olanlardan seçildiği veya tâyin edildiği, meşrû buyruklarında bunlara itâat etmenin Allah emri ve dînin gereği olduğu anlaşılmaktadır. İslâm dîni, gerek kamu hayâtında ve gerekse özel hayatta bâzı sıfat ve özellikleri taşıyan kimselere itâat edilmesini, onların buyruklarının yerine getirilmesini ve söylediklerine uyulmasını istemiştir. Başkan, âile reisi, kumandan, ana-baba, bilmeyenlere göre bilenler (âlimler) bunlardandır ve ülü’l-emr kavramına bunların tamâmı dâhil bulunmaktadır. (Kur’ân Yolu DİB) Eğer âlimlere, idârecilere, önderlere veya kime tâbi olunuyorsa şartsız ve her söylediği Allah ve Resûlü’nün getirdiklerine uymadığı halde itâat edilirse onlar ilahlaştırılmış olurlar. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Allâh’ı bırakıp da din âlimlerini, râhiplerini, özellikle Meryem oğlu Mesîh’i rab edindiler. Oysa tek bir Tanrı’ya kulluk etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ilâh yoktur; O yüceler yücesidir, onların yakıştırdıkları eş ve ortaklardan bütünüyle uzaktır. (Tevbe, 31.) Burada yahudi ve hristiyanların Allâh’ı bırakıp da insanları rab edinmeleri eleştirilmektedir. Yahudiler bakımından bu kimseler onların din bilginleridir (yahudi din âlimleri hakkında kullanılan “ahbâr” kelimesinin açıklaması için bk. Mâide 5/44). Hristiyanlar bakımından ise bu kimseler onların râhipleri ve özellikle Hz. Îsâ’dır. Âl-i İmrân (3/64, 80) ve Yûsuf (12/39) sûrelerinde olduğu gibi burada da hem “ulûhiyyet birliği” hem de “rubûbiyyet birliği”, yâni Tanrı ve rab olarak tek bir varlığa inanıp bağlanmanın kaçınılmazlığı üzerinde durulmaktadır (bk. Âl-i İmrân 3/64). Bir başka anlatımla, “Rab edinme” ifâdesini içeren bu âyetlerde yahudilerin ve hristiyanların din âlimlerini ve din adamlarını Tanrı edindikleri yâni onlara taptıkları değil Tanrı benzeri bir otorite tanıdıkları ifâde edilmiş olmaktadır. Nitekim Adî b. Hâtim ile Hz. Peygamber arasında bu âyet hakkında şöyle bir konuşma geçtiği rivâyet olunmuştur:– “Yâ Resûlellâh! Biz onlara kulluk etmiyorduk ki! – “Peki, onlar size istediklerini helâl, istediklerini haram kılıyorlar ve siz de onlara uyuyor değil miydiniz?”– “Evet!”– “İşte burada söylenen de odur” (Zemahşerî, II, 149; Râzî, XVI, 37). Ruhbân râhip kelimesinin çoğuludur. Râhip sözlükte “korkan” anlamına gelir. “Allah korkusu içine yerleşmiş ve dışına vurmuş, kendini Allâh’a kulluk etmeye hasretmiş kişi” anlamında olmak üzere Hristiyan din adamlarına bu ad verilmiştir (Râzî, XVI, 37; İbn Âşûr, X, 170). Şimdi eğer bir cemaat ya da oluşum Dînimizin koyduğu itâat sınırlarının dışına çıkıyorsa o oluşum gayri İslâmî’dir demektir. Onlara şu âyeti de hatırlatırız: “Yeryüzünde ıslâha çalışmayıp fesad çıkaran haddi aşmışların emrine itâat etmeyin." (Şuarâ, 151-152) 5-Teşkilatlanmaları ve Tebliğ metotları İslâm’a uygun mu değil mi? Bu dînin en büyük mübelliği Sevgili Peygamberimizdir (sav). Onun tebliğ, irşad ve dâvet metodu açık ve net ortadadır. Onun dışına çıkan her türlü yol bâtıl ve merduttur. Onun tebliğ metodunda “takiyye”,”kâfirleri dost ve sırdaş edinme”, “Müslümanlara düşmanlık” yoktur. Allâh’ın dîninden tâviz vererek, haramları irtikab ederek bu dîne hizmet yoktur. Kısaca: “Ey îmân edenler! Sabredin, kararlılıkta yarışın, düşmana karşı hazırlıklı olun (birbirinize dayanıp bağlanın), Allâh’a karşı gelmekten sakının ki başarıya ulaşabilesiniz.” (Âl-i İmrân, 200.) Allah bizi büyük bir belâdan az bir zâyiatla kurtardı. Bunun için çok şükretmek ve duâ etmek ve bu fırsatı değerlendirmek zorundayız. Rabbimiz vatanımızı, ülkemizi, bütün Ümmet-i Muhammed’i (as) her türlü fitne, fücur, tefrîka, kazâ, belâ, âfet ve musîbetlerden muhafaza eylesin. Bütün şehitlere rahmet eylesin. Ruhları şâd olsun.

Ağustos 2016

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak