Ara

Seyahat

Seyahat

Allâhımızın yüce kudretidir ancak gördüklerimiz. Ekseriyetle yolculuğumuz hava yoluyla olmaktaydı. Bu sefer doğuya husûsî arabayla gittik. Geçtiğimiz her yerde dağların, taşların, semâvât ve arzın o güzellikleri Rabbımızın yüce nîmetlerini; bütün mahlûkât, kuşların cıvıl cıvıl ötüşü hep Rabbımızın kudretini gösteriyordu.

Bir yazı okumuştum, orada kötülükten isyandan iyiliğe dönen, ibâdet ve tâate dönen birisi şunu söylüyordu: “Ben artık günâha vedâ ettim, ibâdet ve tâate başladım. Öyle bir hâldeyim ki baktığım dağ ve taş, semâvât ve arz gözümü yaşla dolduruyor. Bu Rabb-i Zü’l-celâlimize dönüş ne büyük bir nîmetmiş ki bir karıncaya dahi baksam, herhangi bir mahlûku temâşâ etsem benim gönlüme ilâhî bir sevgi doluyor.” Bunun gibi, Rabbımızın lütuf ve keremi olarak, akan sulardan tutun öten kuşlara her şey insana bambaşka bir zevk veriyor. Tabiî bu zevk maddî olan bir zevk değildi. Bu rûhânî bir zevkti, mânevî bir zevkti. Çünkü eserden müessire geçilecek olursa, baktığımız eşyâda onu yaratan Mevlâ’yı müşâhade gibi bir hâl olacak olursa insanın hâli değişiyor.

Bir kimse yolculuktan döndüğü zaman üstâzımız: “Yediğin içtiğin hep senin olsun, gördüğün güzellerden anlat” derdi. Şunu kastediyordu bununla: “Yemeniz içmeniz, maddî zevkiniz bir tarafa, sohbet ettiğiniz, konuştuğunuz görüştüğünüz hayırlı kimselerden bahsedin.” diyordu. Bizim de bu yolculuğumuzda ilkbaharla yaz arası sayılır, her taraf yemyeşildi. Orada tabiat bizim beldelere göre hemen hemen bir ay kadar geç uyanır. Bambaşka bir güzellik arz ediyordu o dağlar, o ovalar. Ne bileyim, târif edemeyeceğimiz o güzellikler.

Dağa bakınca: “Allâhım bu dağ istikâmeti gösteriyor, ne yel ne sel bunu alıp götürüyor. Ne nefsin seli ne de şeytânın yeli bizi Allâhımız’dan alıkoymasın..” düşüncelerini insanın gönlüne getiriyordu. O akan sular gözün nûrunu arttırır hiç şüphesiz. “O sular devamlı akıyor da bizim gözümüzden yaşlar niçin akmıyor? Kalbimizden mânevî doğuşlar neden zuhûr etmiyor?” diyor insan yerine göre.

Hepsi şurada dursun, her gidişimizde Doğu Beyazıt’ta Ahmed-i Hânî Hazretleri’ni ziyâret etmenin tadı târif edilemez. Çünkü Said-i Nursî (kaddesallâhu sirra) üstâzımız bulunduğu yerden onun kabrine açılan pencere vâsıtasıyla Rabbımızın lütuf ve keremi ve ihsânı olarak yıllarca rûhânî ve mânevî zevk aldığını, istifâde ettiğini söyler. Ahmed-i Hânî Hazretleri’ne geldik. Huzûruna girer girmez insanda bir ağırlık, bir vakar hâli zuhûr ediyor. Ârifân-ı İlâhî: “Vardığınız yerlerde (enbiyâ kabri olur, evliyâ kabri olur) onların hâlleri ile hâlleniniz.” buyururlardı. Bir ağırlık, bir huzur meydana geliyor. Bu târif edilemez. Bunu ifâde etmek güç.

Beytullâh’ın, Kâbe-i Muazzama’nın imamlarından Abdurrahman Südeysi’ye diyorlar ki: “Efendim siz namaz kıldırırken ara ara ağlamaklı bir hâl zuhûr ediyor ve ağlıyorsunuz. Bunun sebebi nedir?” Onun vermiş olduğu cevap şu: “Bu anlatılamaz.” Gerçekten o zevk anlatılamaz, târif edilemez.

Necip Fâzıl (rahmetullâhi aleyh) inançsız birisiyle konuşurken o diyor ki: “Haydi Necib bana Allâh’ı göster.” Necip Fazıl da soruyor: “Şu anda ne yiyorsun?” “Et.” “Ne duyuyorsun?” “Lezzet.” Târif et deyince o kişi: “Ancak tadılır.” diyor.

Bu gibi Hakk dostlarının huzûrunda bulunmak ancak tadılır çünkü tasavvuf kitaplarında şu ifâde geçer: “Men lem yezuk lem yârif. Tatmayan bilmez.” Bizim bildiğimizden değil ama büyüklerimizden gördüğümüz kadarıyla hissiyâtımız şu oldu:  Sanki insan bu âlemden çıkıyor başka bir âleme giriyor. Bizim Buhârâ’ya bir yolculuğumuz oldu. Orada akşam vaktiydi, bir yere geldik. Hiç söylemediler bize o kabrin kime âit olduğunu. Fakat vücûdumuzda bir değişme oldu. Ziyâreti yaptık, “Kim bu zât?” dedik. İmam Buhârî Hazretleri dediler. Gerçekten, arkadaşlarımızın hemen hemen hepsinde şu hâl meydana geldi: Bu dünyâ gözümüzde basitleşti, Efendimiz aleyhissalâtu vesselâm’ın ifâdesiyle bir cîfe gibi göründü. Gönüller ulvî âleme, Mevlâ’ya yöneldi.

Ahmed-i Hânî Hazretlerini ziyâret edip ayrıldıktan sonra bu neş’e, bu huzur içerisinde Ebu’l-Hasan-ı Harakânî Hazretlerini ziyârete gittik. Kur’ân-ı Azîmuşşan’da Nûr Sûresi’nde Cenâb-ı Hakk “dokunmasan da yanacaktı” diye buyuruyor. Ehlullâh için söylüyorum, onlara imrenerek, onlar gibi yaşama arzu ve isteğiyle ifâde ediyorum; kişi namaz kılmak için niyet etse, Kur’ân okumaya, zikrullah yapmaya niyet etse ve Ehlullâh’ın huzûruna gerek dünyâda gerek âhirette varmayı murâd etse, daha girmeden onun rûhânî güzelliği kalpte belirdiği gibi bedende de meydana geliyor. Çünkü Cenâb-ı Hakk: “Allâh’ın zikriyle kalpler ve deriler yumuşar” diye buyuruyor Zümer Sûresi’nde.

Daha varmadan insanı ilâhî bir huzur kaplıyor. Evliya Camii deniyor, oraya girdik, kabri saâdetine vardık. Onun Cenâb-ı Hakk’a olan aşkını, muhabbetini, takvâsını, verâsını, mukarrebûn kul oluşunu, velâyetini vesîle kılarak affımızı talep ettik Cenâb-ı Hakk’tan. Tabii anlatılması mümkün değil. Diğer yerlerden gelen kardeşlerimizle de orada görüşme hâsıl oldu. Ondan sonra tekrar, misâfir olduğumuz eve döndük. Ondan sonra Tâha’l Hakkârî Hazretlerini ziyâret için yola çıktık. Büyüklerimizden çok duyduk, hem kitaplarda da mevcut. Biraz az bilgi verilmesine rağmen Üstâz-ı Âlîmizden duyduğumuz birçok güzellikleri hâtırımızda. Tâha’l Harîrî hazretlerinin bizzat mürşidi Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz. Buyuruyorlar ki, Tâha’l Hakkârî ile de görüşün. Anlaşıyorlar, bir mekânda bir araya gelmek üzere ahdediyorlar. Tâha’l Hakkârî hazretleri o beldeye önceden geliyor, Tâha’l Harîrî Hazretleri bir müddet sonra iştirâk ediyor. Fakat Tâha’l Harîrî hazretleri içeri girmiyor, kapının önünde bekliyor. Tâha’l Hakkârî hazretlerinin müridlerinin bir kısmının gönlüne, “Efendi Hazretleri onu istikbâl etmedi, ayağa kalkıp karşılamadı da onun için girmiyor.” düşüncesi geliyor. Sonra haber veriliyor, Tâha’l Hakkârî Hazretleri hemen karşılamak için ayağa kalkıyor. Tâha’l Harîrî Hazretleri diyor ki: “Efendim bir dakîka. Evlatlarınızın gönlüne sâhip olun. Kapı önünde bir müddet duruşumu sizin istikbâl etmediğinize hamlettiler. Hâlbuki ben meleklerin içeriyi tamâmen doldurduğunu gördüm. Onları rahatsız etmemek için girmedim.” der ve sonra karşılaşmak, bir araya gelmek, sohbet ve muhabbet hâsıl olur.

Şemdinli’ye geliyorsunuz. 12 km Allâhu âlem. Ötede çok dağlar aşıyorsunuz, çok yükseklere çıkıp tekrar aşağılara iniyorsunuz. Fakat aşktan mıdır, muhabbetten midir, sevgiden midir bilmiyorum, o dağlar o taşlar size bambaşka bir zevk veriyor. Gönlünüz bambaşka bir âleme gidiyor. Nihâyet beldesine ulaştık Tâha’l Hakkârî hazretlerinin. Bir abdest hazırlığı için yanı başlarında bulunan bir hâneden rica ettik, izin istedik. Müsaade ettiler abdest aldık, namazı kıldık. Ev sâhibi genç “çay hazırladık” dedi. Bir müddet durdu, ondan sonra “yemek de hazırladık” dedi. Bir müddet sonra baktı baktı dedi ki: “Ben sizi misâfir edeceğim.” Bundan hemen hemen 31 sene önce ziyârete gitmiştim Tâha’l Hakkârî Hazretlerini. Tabii biraz değişmiş oralar. Onun sohbet ettiği yer vardı bir ceviz ağacı, yanı başından da su akıyor. Onu taşlarla çevirmişler ama bambaşka bir güzellik vardı. Şimdi ise oraları hep betonla istirahat yerleri yapmışlar. O tadı o lezzeti pek göremedik. Sonra dergâhı uçuk vaziyetteydi şimdi ise yapılmış. İçeri girmek için müsâade istedik. Dediler ki, anahtarı bizde değil. Ev sâhibi genç ben açarım dedi. Açtı, içeri girdik. Çok güzel bir dergâh olmuş, çok güzel. İki katlı. Müstesnâ yapılmış. Müstesnâ dediğim, tabiî olan şekli biraz olsun muhafaza edilmiş. Bir saate yakın kaldık. Yine sözümüzün başında dediğimiz gibi, zevki târif edilemez. Sonra bir hayli yukarıya doğru çıktık, oturduk. Tâha’l Hakkârî Hazretleri gerçekten Allâh’ımızın müstesnâ bir kulu. Tabiî cismi kabirdedir ama rûhu ulvî âlemlerdedir. Rûhuna okunduğu zaman da (elbette ki biz bilemeyiz ama büyüklerimiz müşahede ederler) rûhâniyetleri gelir.

Es’ad-ı Erbilî Hazretleri’nin kabrine giden bir cemâatin içinde Kayseri’den Gazezoğlu İbrâhim Efendi de var. Yâsin-i Şerif’i okuyunca, hem Es’ad-ı Erbilî Hazretlerinin hem halîfelerinin rûhâniyeti süzülerek gelirler. Derler ki, “Biz Allâh’ın (cc) katındayız. Siz bizim rûhumuza okuduğunuz için geldik.”

Ziyâretlerimiz yapıldı, ayrıldık. Bir de hayatta olan kardeşlerimizi söyleyecek olursak, eski dostlarda vefâ var, buyuruluyor. Gerçekten Hacı Hasan Efendimiz’i (ks) görmüş, sohbetine oturmuş, ondan ilâhî bir zevk almış olanların hâli elbette çok farklı, bizim gibi değil. Onların hizmetleri olsun, konuşmaları olsun, oturuş ve kalkışları, bunlar bile farklı. Çünkü bir yansıma var. Râbıta târif edilirken, aynîleşme tâbiri kullanılır. Bizde derler ki, üzüm üzüme bakarak kararır. Evliyâullâhın nur yüzüne baka baka, kalbine Rabbi Zülcelalimiz’den inen o nûrun Mürşid-i Kâmil vâsıtasıyla kalbe inmesiyle insanda bir başkalık hâsıl oluyor. Nasıl oluyor derseniz, nefsânî hâller bitiyor. Artık rûhî âlemden ona pencereler açılıyor. Seyr, mânevî yolculuk ruhta başlıyor. Bu şekilde ziyâretimizi yaptık. Bunun dışında uğradığımız yerlerde bilebildiğimiz Hakk dostlarını da ziyâret ederek döndük.

Bunlardan hulâsa bir söz söylenecek olursa şunu diyebilirim: Hemen hemen hepsinde, başta Rabbi Zül-celâlimiz, Enbiyâ-i İzam, Meşâyih-i Kiram hep öğüt ve nasihatlarının başında ittegıllâh, Allah’tan kork! derler. Mevlâyı Zülcelâl’den korkup başta küfür, şirk, nifak, bundan kurtulmak. Sonra büyük günah ve küçük günahtan sıyrılmak, Allah’tan gayri düşünceleri atmak. Birinci tavsiyeleri: Allah’tan kork.  Ve sonra ikinci olarak: Sabredin. Belâ ve musîbete sabredin. İbâdet ve tâat yapmaya sabredin. İsyandan kaçmaya sabredin. Daha sonra bize tavsiye edecekleri husus şükürdür. Rabbımızın vermiş olduğu sonsuz nîmetlere karşı şükredemediğimizin idrâki içerisinde olmaktır.

Hâlikımız yollarından ayırmasın.

Eylül 2019, sayfa no: 4-5-6-7

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak